21 Grams
'Dünya bizi birbirimize yaklaştırmak için döndü,
Üstüne doğru, üstümüze doğru döndü,
Tıpkı Symposion'da denildiği gibi;
Sonunda bizi bu rüyada buluşturabilmek için döndü.'
Eugenio Montejo |
Venezuelalı şair/yazar Eugenio Montejo'nun "Dünya Bizi Birbirimize Yaklaştırmak İçin Döndü" adlı şiiri, 21 Gram filminin en iyi özeti gibi duruyor; öyle ki şiiri Türkçemize çevirirken, filmi ruhumun derinliklerinde bir yerlerde tekrar izlemiş gibi oldum. Montejo'nun şiirinin bu ilk kısmı filmin küçük bir yerinde geçiyor. Yani şiirin tamamı filmde yer almıyor. Sadece bir 'ısırık', gerisini sen araştırıp bulacaksın; tabii eğer sinema filminin yalnızca beyaz perdeye yansıyan kısmıyla ilgilenmiyorsan...
Kimi yönetmenlerin filmlerini içi boş bir cam şişe olarak tasarladıklarına inanırım. İçinde yaşadıkları o canlarını sıkan dünyadan bir kağıt koparıp, yerden topladıkları kömür parçalarıyla akıllarına gelenleri; bilhassa 'canlarını sıkan olayları', bir bir karalarlar o küçük beyaz kağıda. Ardından, kimsecikler görmesin diye büyük bir telaşla tıkıştırırlar o küçük kağıt parçasını cam şişelerinin; yani filmlerinin içine, öylece fırlatırlar denizin en kıyıdan ırak dalgalarına. İşte biz, sinemaseverlerin görevi o cam şişenin vurduğu kıyıda hazır beklemek. Ve nihayet amacımıza ulaştığımızda da, asla cam şişeden çıkanla yetinmemek. Çünkü bilmemiz gerekir ki, yönetmenin anlatmak istediği fevkalade büyük, fakat cam şişe ve içine tıkıştırılmış beyaz kağıt bir o kadar küçüktür.
İşte Alejandro González Iñárritu'nun 21 Gram'da Montejo'nun şiirinin yalnızca ilk dört dizesini kullanmasının sebebi budur. Iñárritu ister ki; biz, sinemaseverler kalkıp şu kafamızı karıştıran şiirin devamını bulalım. Iñárritu ister ki; biz onun peşinden koşalım. İnebildiğimiz kadar derine inip, filmi tam anlamıyla kavramaya gayret edelim.
Dünya bizi birbirimize yaklaştırmak için döndü,
Üstüne doğru, üstümüze doğru döndü,
Tıpkı Symposion'da denildiği gibi;
Sonunda bizi bu rüyada buluşturabilmek için döndü.
Geceler geçti, karlar, gündönümleri;
Dakikalarca, milenyumlarca zaman geçti.
Ninova'ya doğru giden bir at arabası,
Nebraska'ya vardı.
En az yedi soyumuzun bulunduğu yerden,
bir horoz öttü, alemimizin ötesinden.
Dünya döndü, müzikal bir biçimde,
Bizi güverteye davet ederek;
Ve bir an bile durmadan, devam etti dönmeye,
Sanki onca aşk, onca mucize,
Symposion'un parçalarının arasına sıkışıp kalmış,
Birkaç adagio'dan ibaretmiş, yıllar evvel yazılmış.
...
Iñárritu neredeyse tüm filmlerinde bir takım tarihsel ya da dini olaylara göndermeler yapar. Babil filminde bu bahsettiğim; İncil'de ve Tevrat'ta yer alan Babil Kulesi Efsanesi olarak karşımıza çıkarken; 21 Gram'da bir çok kez İncil'e yapılan göndermelerle kesişir yolumuz. "Biri sana tokat atarsa, ona öbür yanağını dön", "Tanrı, saçının bir telinin kımıldayışını bile bilir" gibi çok önemli dini deyişler, filmin kalbinde yatan mesajın algılanması açısından fevkalade önemlidir.
'Benzer şeyleri yukarıdaki şiir için de söyleyebiliriz.'
Şiiri adam akıllı anlayabilmek ve filmle ilişkilendirebilmek için evvela Platon'un meşhur diyalog biçiminde verilmiş eseri Symposion hakkında biraz bilgi toplamak gerekir. Nebraska ve Ninova'nın nerelerde olduğunu bilmek de bir o kadar önemlidir. "Neden Ninova'ya giden at arabası Nebraska'ya varıyor?", pekala sorulabilecek sorulardan bir tanesidir. "Peki, bunun filme yansıması ne?", "Symposion'da anlatılan bilgeliği kanıtlama çabasını filmle nasıl ilişkilendirebiliriz?" ya da en basitinden; "ilişkilendirebilir miyiz?"... "Ya bu diyaloglarda ölümlülerin, ölümsüzlük çabalarından bahsediliyorsa?" gibi soruların ardı arkası kesilmez. Tabii
eğer filmi ıslak bir çamaşır gibi toprağa sıkmayı, bu sayede elde edeceğiniz su damlalarını önemsiyorsanız.
'Tıpkı Amores Perros gibi 21 Gram da bir kazanın etrafında temelleniyor.'
Konu itibariyle büyük benzerlikler taşıdığını söyleyemem, ancak Amorres Perros ile 21 Gram arasında gözden kaçmayacak benzerlikler var. Mesela her ikisi de bir araba kazasının sonucunda hayatları değişen kimseleri mercek altına alıyor.
Film kalp yetmezliği çeken ve aşktan yoksun bir evlilik yapmış matematik profesörü Paul Rivers (Sean Penn), bir trafik kazası sonucu kocasını ve iki kız çocuğunu kaybeden acılı bir anne Christina Peck (Naomi Watts) ve suçla dolu yaşantısından çıkış yolunu Tanrı inancında, imanda bulan fakat buna rağmen başı beladan bir türlü kurtulmayan bir aile babasının; Jack Jordan'ın (Benicio Del Toro) etrafında geçiyor. Bu üç farklı insan tipini bir trafik kazası bağlıyor. Christina'nın eşini ve çocuklarını arabasıyla ezen Jack Jordan; Christina'nın kocasının ölümüyle kalbinin nakledildiği kişiyse Paul Rivers... Yani hayatları boyunca yolları kesişmeyen bu üçlü, farkında olmadan birbirlerinin hayatlarını bir hayli 'derinden' etkiliyorlar.
Alejandro González Iñárritu |
'Iñárritu ve muhteşem senarist: Guillermo Arriaga.'
Iñárritu dendiği zaman bende akan sular durur. Son dönem dünya sinemasının bence en etkili ismi. Biutiful, filmografisindeki en zayıf film olsa da, yine de piyasadaki tüm filmlerin çok çok önünde bir eser bence. 'Gelişiyor' dediğimiz dünyamızın aslında nasıl bir iletişimsizlik noktasına ilerlediğini en etkili anlatan yönetmen tartışmasız Iñárritu'dur. Kamerasını dogma 95'ciler gibi mobil kullanarak, dolaysız bir biçimde karakterleri yansıtmayı başarmıştır. En ufak bir mimiğe, en gözden kaçması muhtemel bir jeste 'filmin kaderini emanet ettiğinden', filmin her karesi ayrı bir önem kazanır. Filmlerini bir kere izlediğimizdeki hislerimizi; ikinci, üçüncü, hatta mümkünse dördüncü izleyişimiz tamamlar. Anlatım tekniği olarak neredeyse her filminde kullandığı arkalı önlü anlatım sayesinde, sanki bizi öykülerine diker en sağlam yerlerimizden. Filmin belki de en önemli olan son sahnesini henüz ilk sahneden vermesiyle kendine olan güvenini kanıtlar: "al, sana hikayemin sonunu veriyorum; ama göreceksin ki yine de hikayemi dinlemek için can atacaksın!". Gerçekten de öyle oluyor, hikayesi için can atıyoruz!
'Oyunculuklar ders niteliğinde!'
Sean Penn, filmin yapıldığı 2003 yılında Oscar'ı aldı, ama Mystic River'daki performansıyla. Zannedersem iki filmle birden Oscar'a aynı dalda aday olmak mümkün olmadığından böyle bir durum ortaya çıktı. Oysa Penn, bu alanda bir ilke imza atabilirdi.
Naomi Watts'ı 21 Gram'da izledikten sonra 'en iyi kadın oyuncu' dalında Oscar'ı nasıl kaçırdığını anlamadım. Bunun için Oscar ödüllerinin neye hizmet ettiğini birazcık düşünmem yetti. (Babil'de Cate Blanchett yerine Naomi Watts nasıl olurdu?)
Benicio Del Toro, Stella Adler'ın yamacında yetişme en iyi aktörlerden biri. Bunu 21 Gram'da bir kez daha gözler önüne seriyor. Tim Robbins'in Mystic River'daki performansını izlediğimden Benicio Del Toro'ya heykelcik konusunda haksızlık yapıldığını düşünmüyorum. Kaldı ki Benicio Del Toro gibi bir aktöre o minik ödülün hiçbir şey katmayacağının da bilincindeyim. Eminim ki zerre kadar umurunda olmamıştır.
Charlotte Gainsbourg ve Melissa Leo'da iki başarılı performansla karşımıza çıkıyorlar. Melissa Leo, ileride alacağı Oscar'ı, Gainsbourg da Cannes'daki 'en iyi kadın oyuncu' ödülünü müjdeliyor gibi sanki filmde.
Uzun lafın kısası: 21 Gram'a bir şans vermeniz gerek. Ama şimdiden itiraf etmeliyiz; 21 Gram, 21 gramdan çok daha ağır bir film.
0 yorum :
Yorum Gönder