Jagten

30 Ağustos 2013 Cuma

Jagten


Jagten-2012 (Thomas Vinterberg)

"Çamur at izi kalsın" sözünün beyaz perdede ve televizyonda, muhtelif zamanlarda ve şekillerde tezahürüne rastgeldik. Bir kimseye -genellikle bir kadına- büyük bir iftira atılır, ki bu iftira genelde iffetle ilgili olur; ardından da bu mağdur kimse, kendisine atılan iftiradan sıyrılabilmek için didinir ha didinir... 

Bu iftiranın genelde bir kadına atılmasının "şark" usulü bir gerçek olduğunu söylemek pek de doğru olmaz. İlk akla gelen, bizim toprağımızın eseri olarak "Fatmagül'ün Suçu Ne?"dir, ama mesela 2000 yapımı Malèna'da da aynı konu işlenmektedir; dolayısıyla üstün körü bir genellemeden kaçınmak gerekir. 

2012 Danimarka filmi olan Jagten, yine böyle bir "kör iftira"yı anlatır. Ama bu sefer iftiranın atıldığı kişi bir kadın değil, bir erkektir.

***

Lucas (Mads Mikkelsen) Danimarka'nın ufak bir kasabasında yaşamaktadır. Kasaba hayatını bilen bilir, bizim İstanbul'daki gibi değildir insan ilişkileri; haberler, dedikodular çok daha hızlı yayılır. Mahalle baskısı çok daha fazladır. Çünkü böylesi ufak yerleşim birimlerinde "seçenek" yoktur. Mevcut ortamınızdan dışlandığınız anda, yeni dostluklar kurmak, yeni bir hayat yaşamak çok daha güçtür. 

Bu Türkiye'de de böyledir, Fransa'da da, Arjantin'de de...

***

Karısından ayrılmış, bir ergen erkek çocuğu babası olarak Lucas, kasabadaki kreşlerden birinde öğretmenlik yapmaktadır. Kreşteki çocuklarla arası çok iyidir, onlarla sürekli oyun oynar ve birçok çocuğun ebeveyniyle profesyonel hayatı dışındaki özel hayatında dost olduğundan, çocuklarla kreş saatleri dışında da görüşür, onlarla ilgilenmeye devam eder.

Lucas'ın hayatındaki tek derdi; karısından ayrıldıktan sonra velayetini alamadığı oğlundan ayrı kalmaktır. Film boyunca Lucas'ın geçmişiyle, karısıyla ne yaşayıp da ayrıldıklarına dair yönetmen-senarist bize hiçbir bilgi vermez. Tek bildiğimiz; Lucas'ın, karısına yaklaşma yasağı bulunduğudur. Buradan da Lucas'ın ciddi bir suç işlediği yargısına varabiliriz. 

Ya da varabilir miyiz?.. 

Yani; ya yönetmen-senarist bize, bu bilgiyi vererek, küçük bir oyun oynuyorsa? Tek duyduğumuz Lucas'ın karısının, telefonda Lucas'a "biliyorsun, beni araman bile yasak aslında" deyişi... Bu bilgiden, Lucas'ın geçmişine dair, kesin bir hükme varabilmemiz olası mı?.. Ya bize "film boyunca kendisine iftira atıldığını bildiğiniz Lucas'ın yanında yer aldınız, şimdi onun geçmişine dair tek bir somut bilginiz olmamasına rağmen, ona sırtınızı çevirip, onu suçlu olarak yaftalıyor musunuz?" demeye çalışıyorsa yönetmen-senarist?..

***

İşten eve, evden dostlarıyla buluşmaya, oradan da tekrar işe giden, sıradan bir insan olarak Lucas'a bir gün küçük öğrencilerinden biri, Klara (Annika Wedderkopp), bir "didişme oyunu" esnasında dudaktan öpücük kondurur. Lucas Klara'nın bu "öpücüğü"nü o kadar büyütmez. Küçücük bir kız çocuğu, günümüzde çoğu kızın erkek öğretmenlerine aşık olduğu gibi, Lucas'a aşık olmuş olabilir. Tabii ki burada kullandığım sözcük "aşk" bir beğeni, hayranlığı anlatır... Yoksa öyle ciddi, üstünde durulacak bir duygu değildir söz konusu olan.

Bu öpücüğün ardından Klara Lucas'a bir oyuncak kalp motifi hediye eder. Lucas işlerin ciddiye binmesinden, yanlış bir yöne gitmesinden korktuğundan Klara'yı kenara çeker ve ona yaptığının yanlış olduğunu, gayet ciddi, normal bir dille-üslupla ifade eder. Olaylar da bundan sonra sarpa sarar zaten.

O gün, kreş dağılmadan önce Klara, kreşteki kıdemli bir öğretmen olan Grethe'ye (Susse Wold) bir yalan uydurur: "Lucas'tan nefret ediyorum; aptalın biri ve çirkin... Hem de pipisi var; beysbol sopası gibi, semsert."

Bu yalandan sonra Lucas için hayat, asla o güne kadar geldiği gibi devam etmeyecektir.

Bacak kadar çocuğun attığı bu iftira kulaktan kulağa yayılır, yayıldıkça büyür, işin içine Klara'nın söylediklerini söyleyen başka çocuklar da dahil olur ve Lucas, bir anda, kasabanın tatlı ve vefakar öğretmeni tanınılırlığından, çocuk istismarcısı, süistimalci, pedofil bir sapığa dönüşür.


***

Filmle ilgili notlar:

Klara (Annika Vedderkopp)
1.  İnsan büyük filmler çekmek için, büyük bütçelere sahip olması gerektiğini zannediyor, sonra bir gün bir bağımsız sinema filmi çıkıp, bu insanın ağzının payını veriyor... Jagten işte böyle bir film...
  • Sinema kapitalist, edebiyat ise komünisttir. Büyük bütçeyle sinemada istediğiniz her filmi çekebilirsiniz. Ama milyar dolarlarınız da olsa, sizin yazacağınız romanın aynısını, hatta daha iyisini elin fukarası -ama hayalgücü zengini bir kimse- gelir, önünüze kor sayfa sayfa... 
  • Konu burada önemlidir. Bence Jagten ve Jagten ayarında birçok Avrupa filmi, ABD'de son on yılda çekilen büyük bütçeli birçok filmden çok çok daha iyiler. Bunun sebebi de konudur.
  • Peki o zaman şu "Sinema kapitalist, edebiyat ise komünisttir" iddiası nereden geliyor? Şuradan; Jagten'in yönetmeni Thomas Vinterberg, elinde AVATAR'ın senaryosunu bulundursaydı, onu bütçe yetersizliğinden çekemezdi. Ama James Cameron eğer isterse ve elinde Jagten'in senaryosu varsa, onu bir biçimde çeker ve piyasaya sürer... Acı ama gerçek.    
2.  Filme dair, seyirciden kilit beklenti: "Empati." Film konusu gereği, sizi sadece iftiraya uğrayan Lucas'ın yerine koymuyor; bazen Lucas, bazen Klara'nın anne-babası, bazen Lucas'ın oğlu, bazen kasabadaki başka bir küçük çocuk ebeveyni, bazense kasabadaki sıradan bir esnafın yerinde buluyorsunuz kendinizi. Bu da senaristin ve yönetmenin dehasının başladığı yer. Tek pencereden değil, farklı pencerelerden bakıyorsunuz filmde yaşanan hayata.

3.  Film bittikten sonra şöyle dedim: "Bundan tam bir yıl önce Submarino isimli Danimarka yapımı bir film izlemiştim. Nedense Jagten ile benzer bir yanı vardı o filmin de. Acaba yönetmenleri aynı mı?" Açtım, baktım; sahiden de aynıymış... Peki bu neyi gösterir? Benim Danimarka sinemasını iyi tanıdığımı mı? Hayır, asla. Bilakis çok az bilgim var bu ülkenin sinemasına ilişkin. Buradan şu çıkar; Thomas Vinterberg filmlerine imzasını atan yönetmenlerden... Filmi bir bütün olarak ele almayalım. Künye bilgilerinden ayıklayalım. Hangi filmin kime ait olduklarını anlar mıyız? Zor... Ama bazı büyük yönetmenler bunu mümkün kılıyor. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz; Pedro Almodóvar böyle bir yönetmen. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ha keza... Filmlerinin kendilerine ait olduğunu belli etmek için kendi isimlerini filmin kıçına-başına yapıştırmaya ihtiyaçları yok. Bu olguyu "filme imza atmak" olarak açıklayabiliriz. Üsluü, biçem, tarz; nasıl derseniz...

4.  2010 yapımı Submarino'dan yalnızca yönetmen değilmiş Jagten'de imzası bulunan. Senarist de aynıymış. Tobias Lindholm. Hikaye yapısını anlayabiliyorum. Benim hoşuma giden türden, hayata dokunan türden hikayeler... Onun da emeğinin geçtiği tüm filmleri edinmeli.

5.  Vinterberg gençken bir hippiymiş ve 19 yaşında Danimarka'nın en prestijli sinema okullarından biri olan Danske Filmskole isimli Danimarka Film Akademisi'ne kabul edilmiş. Galiba şu hayatta yeteneksiz kimse yok, sadece bazıları yeteneklerini daha erken yaşta fark ediyorlar, yetenekleri doğrultusunda biçimlendiriyorlar hayatlarını. Kazanan da hep onlar oluyor. 

6.  "Sana tokat atana diğer yanağını uzat" diye bir sözü olduğu rivayet edilir Hazreti İsa'nın. İyi niyet, bilgelik sahibi, mağrur bir "übermensch" için normal, bizim neslimiz ve dünyamız içinse fazla naif bir sözdür bu. Uygulamaya koyan öteki dünyada mesut olabilir, ama bizim dünyamızda müşkül duruma düşmekten bir adım öteye gidemez ne yazık ki... Filmde biraz bu "naif" yan var. Yani kimi sahnelerde Lucas, sanki bir ulu aziz ya da acılar içerisindeki Meryem Ana gibi... Filmin ruhani yanını gözardı etmemek gerek.

7.  İnsan Danimarka gibi gelişmiş bir ülkede, bu denli bir iftira neticesinde insanların nasıl çıldırdığını görünce, durumu biraz yadırgıyor. İşin aslını astarını bilmeden bir kişinin üzerine yüklenmek, sadece doğuya mahsus bir zalimlik değilmiş. İnsan her yerde aynı. Bizim topraklarımızda iffetle ilgili iftiralar kadınlara atılır. Beş kişiyle yatmış bir kadın "hafif", "yollu" olurken; beş kişiyle yatmış bir erkek yalnızca "çapkın"dır... Eğer Danimarka'da da durum bizdeki gibi olsaydı, o zaman Jagten filminde iftiraya maruz kalan erkek değil, kadın olurdu. Ama orada bu tip "kara bakışlar" aşılmış, geriye gerçek suçlar "pedofili", "sapıklık", "tecavüz" kalmış. 

Mads Mikkelsen
8.  Mads Mikkelsen hakkında bir şeyler söyleyerek bitirelim yazıyı. Onu ilk olarak 2006 yapımı James Bond filmi Casino Royale'deki Le Chiffre rolündeki performansıyla tanıdım. Eğer bir film çeksem ve konu gereği bir  zeki bir katil, psikopat ya da sapığa ihtiyaç duysam, bu rolde oynatmak isteyeceğim ilk aktör Mikkelsen olurdu. Şöyle söyleyelim; Mads Mikkelsen, Jack Nicholson'ın genci ve biraz daha zeki tipli olanı...

Birkaç sene sonra 2003, İspanya yapımı Torremolinos 73 filmini izledim. Bu saçma ve başarısız filmde de ufak bir rolü vardı Mads Mikkelsen'in. 

2009 Alman yapımı, bizim Tim Seyfi isimli aktörümüzün de oynadığı Die Tür filminde de Mads Mikkelsen başrolde. 

Birçok ülkenin filmlerinde, hiç korkmadan büyük roller üstlenebilen bir yetenek olarak Mads Mikkelsen, şu an ABD'nin Hannibal dizisinde Hannibal Lecter karakterini yeniden canlandırıyor... Bir karaktere, zamanında usta bir aktör tarafından başarıyla oynanmış bir role yeniden hayat vermek çok güç. Mikkelsen bu taşın altına girmiş ve oldukça da başarıyla canlandırıyor bu rolü.

Bu Gael García Bernal tarzı bir durum. Birçok dili ana dili gibi konuşabilmek ve üstelik bu dezavantaja rağmen rolün de hakkını fazlasıyla verebilmek... 

Müthiş bir oyuncu. Biraz Joaquin Phoenix, biraz Sam Rockwell tadında...

0 yorum :

Yorum Gönder