Nineteen Eighty-Four

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Nineteen Eighty-Four


Nineteen Eighty-Four-1984 (Michael Radford)

Doğruluk Bakanlığı, görünürdeki herhangi bir nesneden çok farklıydı. Winston'ın bulunduğu yerden, beyaz cephesine süslü harflerle yazılı, partinin üç sloganını okuyabilirdiniz:

SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR

***

Nineteen Eighty-Four, yani Bin Dokuz Yüz Seksen Dört "eserinin" hayatıma girişi, ben çok küçükken gerçekleşti. 

Henüz el kadarken ben, çocukluğun verdiği naiflikle, aile içinde kalması gereken bir takım sırları dışarıya taşıdığım zaman, annem beni bir kenara çeker ve şöyle derdi: "Yoksa sen de o Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'teki küçük çocuklar gibi misin? Ailenin sırlarını etrafa taşıyan, küçük bir ispiyoncu musun?.."

O yaşlarda annemin neden bahsettiğini hiç anlayamazdım. Bir kitaptan dem vurduğunu, zamanla, aile içinde geçen başka konuşmalardan anladım ama okuma-yazma bilmediğim o senelerde Bin Dokuz Yüz Seksen Dört benim için sadece bir sayıydı ve bu sayının ifade ettikleri hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Winston Smith (John Hurt)

Ülkemizin yakın tarihinde yaşananlardan olsa gerek, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabının konusuna, çeşitli haber bültenlerinin izlenimi esnasında tepki olarak atıflarda bulunulduğuna şahit oldum sıkça: "Ah, işte tıpkı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabında Orwell'ın anlattığı gibi! Ütopya, resmen gerçek oluyor!"

Sonra "ütopya" ne anlama gelir onu öğrendim. (Derli toplu ifade etmek gerekirse ütopya; "aslında olmayan, tasarlanmış toplum" anlamına geliyormuş.) Ve bu bilgi ışığında bana sıkça adından bahsedilen kitabın içeriği hakkında da fikir sahibi olmaya başladım...

Bir adam var -Winston Smith (John Hurt)-, hayali bir zamanda yaşıyor ve bu zamanda insanlar özgür değiller. İnsanların hiçbir değeri yok... Edinilen bilgiler her an değiştirilebileceği gibi, önemsizleşiyor... Bir savaş var deniyorsa, olmasa bile o savaş var... Renksiz ve pis bir dünya, sokaklar tek tip ve harabeye dönmüş... Her yerde, her evde bıyıklı bir adamın asık suratlı, sert kıvrımlı suratının fotoğrafı asılı ve sürekli, gözetleniyorsunuz... Korkunç bir hikaye.

***

Bu romanın filme uyarlandığını biliyordum. Yıllardır herhangi Türk kanalının bu filmi verdiği görülse televizyonda, bizim aile o sırada ne izliyorsa bırakır, ekrana kilitlenirdi. 

Onların bu hali bende merak uyandırır; ben de onlarla beraber filmi izlemeye koyulurdum. Ne var ki ailem buna izin vermez, "önce kitabını oku, sonra filmini izle" derdi.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü geçen günlerde bir çırpıda bitirdim.

Ülkemizin, hatta dünyamızın günümüzdeki halini kitapta okuyor olmak mıdır buna sebep bilmiyorum ama kitabı elimden bırakamadım, hatta bitirdikten sonra bir kez daha okuyasım geldi.
Her sayfasında altı çizilecek bir cümle, her bölümünde ayrı bir düşünce konusu... 


Acaba filmi de bu kadar sürükleyici ve düşündürücü müdür? diye oturdum Ukde Sineması'nda, kitabın beyaz perdeye uyarlanmış filmini izlemeye.

***

Konu pek tabii ki aynı.

Büyük bir savaştan sonra dünya üç parçaya bölünmüştür. Londra bu üç parçadan birinin, hikayenin geçtiği Okyanusya'nın bir şehri. Ve bu şehir, Okyanusya'nın her yerinin olduğu gibi, bir otoriter partinin kontrolü altında. Okyanusya'da kimin ne yaptığına, tarihin nasıl yaşanacağına, atılan her adıma ve uçan her kuşa bu parti yön veriyor. O ne derse o oluyor...

Winston Smith de, Okyanusya'da yaşayan bir memur. Görevi, tarihi değiştirmek. Önüne tarihte yer etmiş bilgiler geliyor, o da bu bilgileri Parti'nin menfaatleri doğrultusunda "uygunlaştırıyor", düzenliyor. Onun düzeltmesinin ardından o tarihi olayla ilgili yayınlanmış tüm belgeler baştan yazılıyor ve olayın gerçek haline dair hiçbir iz-belge kalmıyor. Amaç, toplumu tarihinden -gerçeklikten- koparmak.
Sonra gün geliyor Smith büyük bir suç işliyor: Julia'ya -Suzanna Hamilton'a- aşık oluyor. Halbuki Okyanusya'da yaşan kimse Parti'nin izni olmadan aşk yaşayamaz, evlenemez, yuva sahibi olamaz. Seks, zaten olmaması gereken bir sapkınlık. Aşk, ondan da beter.

Büyük Birader, her yerde fotoğrafı bulunan, Parti'nin "hayali lider"i, bu çiftin attıkları her adımı izliyor. Herkesin birbirini gammazladığı bu topraklarda, Julia ve Smith düzenden kurtulabilecekler mi, özgür olabilecekler mi, direnebilecekler mi?.. Sonunda her şeylerini yitirseler bile, ceplerinde birbirlerine olan aşklarını muhafaza edebilecekler mi?..

***

Filmle ilgili notlar:

  1. Ben "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ü, bir korku filmi olarak izledim. Bazen komedi filmleri de zaten, insanı ağlatmaz mı? Aklıma 2011 Alman yapımı "Almanya - Willkommen in Deutschland" filmi geliyor. Konusu, Almanya'ya gelmiş bir Türk ailenin başından geçen komik olaylar. Ama ne hikmetse Berlinale'de izlediğim bu filme salondaki tüm Almanlar kahkahalarla gülerken ben hüngür hüngür ağlamıştım... O Türk ailenin iki arada bir derede kalmışlığı bana hiç komik gelmemişti. Aynı hesap.
  2. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört filminin ve kitabının, dil ile ilgili vurguladıkları, benim son birkaç yıldır dön dolaş dile getirdiğim fikirlerdi... Benim söylediklerimi derli toplu ve estetik bir biçimde doğruladığı için de ben bu eseri çok sevdim.
  3. Karanlık bir film. Çok diyalog yok ve müzikleri biraz "psychedelic". Tam olması gerektiği gibi.
  4. Umutsuz bir film. Ama insana "en azından deneme" arzusu veriyor.
  5. Filmde, kitapta olduğu kadar aforizma(özdeyiş) yok. Ama bunu anlayabiliyorum... Bir kitabı okurken karşınıza çıkan herhangi özdeyiş üzerine durup saatlerce, hatta günlerce, hatta haftalarca düşünebilirsiniz. Ama sinemada film akar, gider... Okuyucu düşünme imtiyazına sahiptir, hatta bu onun görevlerinden biridir. Ama izleyici, sadece takip eder ve düşünecekse de çok seri olmalıdır eylemini gerçekleştirirken.
  6. İlginç olan şey şu: "ben sinemadan anlarım" iddasında olan her izleyicinin muhakkak izlemesi gereken bir film olduğu gibi, "ben edebiyattan anlarım" iddiasında olan her okuyucunun da muhakkak okuması gereken bir eser Bin Dokuz Yüz Seksen Dört.
  7. Filmi izlerken kendime şu soruyu sordum: "Bugün ölsek ve öğrensek ki Twitter ve Facebook tüm söylediklerimizi kaydetmek için; Instagram her fotoğrafımızı, kimlerle ne yaptığımızı görmek için; Foursquare nerede olduğumuzu takip etmek için, Linkedin öz geçmişimizi el altında bulundurmak için hayatımıza sokulmuş birkaç uygulamaymış sadece... Çok şaşırır mıyız?"
***


2+2="4"

0 yorum :

Yorum Gönder