Temmuz 2013

30 Temmuz 2013 Salı

Camille Claudel


Camille Claudel 1988

Çeşitli erkek sohbetlerinde kadınlar, "kadından sanatçı ya da kahraman olmaz" diye yaftalanırlar. Sohbete tanık olan bir kişi çıkıp "olur mu canım öyle şey, ne saçma bir iddia bu!" dese, hemen bir başkası onu yanıtlar: "E o zaman dön de tarihe bak; sana yüzlerce, hatta binlerce önemli erkek sayabilirim ama kadınların pek azı tarihte önemli rollere soyunabilmişlerdir." 

Peki ya bir ulusal savaşçı, kahraman olarak Jeanne d'Arc; ressam olarak Frida Kahlo; Opera sanatçısı olarak Leyla Gencer ya da heykeltıraş olarak Camille Claudel? Onları tarihte nereye konumlandıracağız?..

Camille Claudel'i uzun süredir tanımıyorum. Bu sene bir arkadaşımın lisans bitirme tezi Camille Claudel hakkında yazılmış bir kitap üzerineydi. Ders aralarında etme fırsatı bulduğumuz kısa sohbetlerde bize biraz Claudel'den bahsederdi. Bir kadın olarak Claudel'in azmi, yeteneği ve aşkının ve dehasının başına açtığı işlerden söz ederken, içinin acıdığını gözlemlerdim. Claudel'e işte ilk o zaman ilgi duydum. 

Bu seneki İstanbul Film Festivali programında Bruno Dumont imzalı Camille Claudel 1915 isimli bir filmle karşılaşınca, üstüne bir de filmin konusunu okuyup baş rol oyuncusunun Juliette Binoche olduğunu görünce, apar topar belki bilet bulurum da filmi izleyebilirim diye festival gişelerine koşmuş, fakat filmin hiçbir seansına yer kalmadığı gerçeğiyle karşılaşarak hayal kırıklığına uğramıştım.

Sonra meşhur Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma'nın mart sayısında Camille Claudel 1915 filmiyle ilgili ayrıntılı bölümler olduğunu görünce; filmin baş rol oyuncusu Juliette Binoche ve filmin yönetmeni Bruno Dumont ile yapılan röportajları okuyunca, filmi izlemeye dair olan isteğim katbekat arttı.

Gérard Depardieu
Ve nihayetinde öğrendim ki meğer ilk Camille Claudel filminin baş rolünde Juliette Binoche değil, Isabelle Adjani oynuyormuş. Hem de Gérard Depardieu ile, demek isterdim ama neredeyse her Fransız filminde zaten Gérard Depardieu oynadığı için, bunu söyleyemiyorum...


Hemen edindim ve izlemeye koyuldum. 

***

Film gerçek bir hikayeden temellendiği için, bize tarihi anlamda sonuçlar çıkarma imkanı veriyor. Ben böyle bakarak izledim en azından. 

19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başlarındayız. Camille Claudel zengin sayılabilecek bir ailenin kızıdır. Genç bir kız olarak evlenmeye yahut çocuk bakmaya çok da hevesli değildir. Onun istediği tek sevdiği iş olan heykeltıraşlıkta ustalaşmak ve gece gündüz heykel yapabileceği bir ortamda barınabilmek.

Bu arzusu yolunda en büyük adımı, dönemin ve belki de tarihin en büyük heykeltıraşı kabul edilen Auguste Rodin'in atölyesine  kabul edilerek atar. 

Claudel'e ait küçük atölyeye bir gün uğrar Rodin ve genç kızın çalışmalarına hayran olarak onu hemen yanına aldırtır. Claudel'i bu gelişme elbette ki çok heyecanlandırır ancak bilmediği, hesap edemediği kimi gerçekler, bu yeni iş ortamının beraberinde hayatının orta yerine bağdaş kuracaktır.

Yetenekli ve tarihe adını altın harflerle kazıyabilecek bir heykeltıraş olarak Claudel, Rodin'in yanında yalnızca bir çırak olur ve köreldikçe körelir. Evet, daha hızlı çalışmayı öğrenir; evet, daha özenli ve profesyonel bir biçimde heykel yapmaya başlar, ancak özgürlüğünü elde edemez ve hep Rodin'in gölgesinde kalır.

Bir manada "matlaşır", bir manada "kazanıyorum sanırken kaybeder."

Bu işin bir kısmı, işin bir diğer ve yine birincisi kadar önemli olan ikinci kısmı ise Rodin'in büyük bir zampara oluşudur. Kadınlarla gönül eğlendirmeyi seven Rodin, heykeltıraşlığını sadece yeteneğine değil, aynı zamanda "mühim" mevkilerde bulunan "mühim" insanlarla kurduğu dostluklara da borçludur.

Kısa zaman içerisinde beklenen olur ve Rodin ile Camille Claudel aşk yaşamaya başlarlar. Camille Rodin için evini, ona annesinin katı tutumuna rağmen her zaman güvenen babasını ve şair olmak isteyen ağbisini terk eder. O andan sonra Camille ya tek başına ayakta kalmayı başaracaktır, ya da ailesinin desteğini bir daha asla bıraktığı yerde bulamayacaktır.

Çalkantılı bir ilişki yaşar Camille Claudel Rodin'le. İnişli çıkışlı, tıpkı Camille Claudel'i oynayan Isabelle Adjani'yi terk ederken Daniel Day-Lewis'in hamile sevgilisiyle olan ilişkisini tanımladığı gibi.

Dönemi ve dönemin getirilerini, koşullarını da düşünecek olursak, evlenmeden böylesi bir ilişki yaşan bir kadın, hem de bu ilişkiden gebe kalmış bir kadın, ne kadar büyük bir toplum baskısıyla karşılaşır, tahmin edebiliriz. İşte tüm bu iç ve dış baskılar neticesinde Camille bir gün Rodin'e "ya benimle evlenirsin, ya da seni terk ederim," diye rest çeker. Rodin her şeyi bırakıp, hasta olduğunu söylediği karısını ve bildiği hayatını, bir türlü sevdiği kadına, Camille'e koşamaz. 

Cesaretli olamayan Rodin iken, ne hikmetse toplum ve bilhassa da sergi organizasyonlarıyla ilgilenen Eugène Blot, Camille Claudel'i cesur olmamakla suçlar. Ailesi de beri yandan Claudel'i evini terk etmekle ve büyük bir sanatçı olabilecekken Rodin'in yanında körelmekle itham eder ve bir anda tarihin en büyük sanatçısı olabilecekken Claudel, sanrılar görmeye ve aklını iyiden iyiye yitirmeye başlar.

İptal olan sergi organizasyonlarının, satılmayan ve yoğun eleştirilere uğrayan eserlerinin beğenilmemesini hep Rodin'e bağlar. Bir anda Claudel aklını kaçırır, kaybetmeye başlar ve tüm kayıplarının sorumlusu olarak da Rodin'i işaret eder.

Filmin sonunda da, burada bir sürpriz yok, akıl hastanesine yatırılır ve yaklaşık 30 sene akıl hastanesinde can çekiştikten sonra bir gün eceliyle ölür. 

İşte mahvolmuş bir kadının hayatı; bir dahinin, bir ustanın yitimi.

Oysa tek isteği, hayatının sonuna kadar heykel yapabilmekti.

***

  • Koca filmi izlerken kadınlara dair "onlardan sanatçı, kahraman, önemli şahsiyet çıkmaz" türünden ifadeler kullanmanın ne kadar gereksiz olduğunu net bir biçimde anlamak mümkün. Evet, erkeklerin sanatsal alanlarda, ya da militer bir takım çarpışmalarda baş rol oynadıkları doğru; bu alanlarda sayıca üstünler kadınlara oranla, bu da doğru; ama hangi erkek, kadının uğradığı toplumsal baskıya maruz kaldı? Ya da kaç tanesi?.. Modigliani sarhoş bir ressamdı. Bütün bir ömrü Picasso ile atışmakla geçti. Ama kimse ona "bu ne böyle, ne iffetsiz, ne haysiyetsiz bir erkek!" demedi. Bilakis, "sanatçıdır, olacak o kadar!" diyenler bile olmuştur eminim. Ya da Mozart. Tam bir kaçıktı. Dahi ama kaçıktı. Zamparanın da biriydi ayrıca. Merak edenler 1984 yapımı Amadeus filmini izlesinler. Eminim onun da kimse iffetine sövmemiştir. Ama şayet söz konusu kadınsa... O zaman istediği kadar dahi olsun, istediği kadar büyük, hiç fark etmez, varsa bir falsosu, bağıra bağıra ifşa edilegelmiş tarih boyunca. Sen kuvvetsizsin, anca cephane taşırsın, denen kadın; kadından şair mi olur, al patates soy, denen yine kadın. Ne beklersin ki?
Isabelle Adjani
  • 1988 yapımı bir film Camille Claudel. Fransızlar 19 Ekim 1943 yılında yitirdikleri değerlerine dair bir film yapmayı, değerlerinin dünyadan göçüp gitmesinden 45 yıl sonra akıl edebilmişler. Leyla Gencer'i biz 2008'de kaybettik. Acaba filmini çekmek için biz de 45 yıl bekleyecek miyiz?
  • Gérard Depardieu geçen senelerde bir açıklama yaparak, oynadığı filmlerin çoğu için "olmasa da olur filmlerdi" dedi. Ben de kendisine dürüstlüğünden dolayı gıpta etmiştim. Öyle zannediyorum ve umuyorum Camille Claudel bu filmlerden değildir.
  • Isabelle Adjani mükemmel bir aktrismiş. Biraz ayıp gelecek ama sanırım bu izlediğim ikinci ya da üçüncü filmi. İki de Oscar adaylığı var. Hem de her ikisi de tıpkı Marion Cotillard'ın "en iyi kadın oyuncu ödülü"nü yabancı film dalında gösterilen bir filmdeki performansıyla alması gibi (bkz. La môme, 2007),  o da L'histoire d'Adèle H. (1975) ve Camille Claudel (1988) ile aday gösterilmiş.
  • İlk bakışta Isabelle Adjani sanki dönemin Monica Belluci'si gibi duruyor. Ancak film ilerledikçe anlıyorsunuz ki, hiç de öyle değil; Adjani mükemmel bir aktris. Daniel Day-Lewis ile evde nasıl vakit geçirdiklerini merak ediyorum. Ya da birbirlerini hiç aldatmışlar mıdır...
***

Uzun bir film. 2 saat 37 dakika gibi bir şey. Pek de akıcı sayılmaz. Ancak bazı sahnelerinde ekrandan da kopamadığınız bir gerçek. 

Düşündüren bir film. İzlenilmesi gereken bir film.


Aklımda yer eden bir soru ile bitirmek istiyorum:

Filmin sonuna doğru Camille, Rodin'in eserlerinin Camille'ninkilerden öykünme olduğunu söyleyip duruyor, "sen," diyor, "bir hiçsin, hep benim eserlerime öykündün, onlardan esinlendin!"

Rodin tabii bu ithamı asla kabul etmiyor ve sevdiği kadını incitmek pahasına karşı çıkıyor. Ama eklemeyi de ihmal etmiyor: "Senin eserlerinden esinlenmedim ama senden, evet, esinlendim."

Şimdi soruyorum: Bir erkek sanatçıya ilham kaynağı olan kadın, o erkeğin eserlerinin asıl sahibesi midir?

28 Temmuz 2013 Pazar

A Fost Sau N-A Fost?


A Fost Sau N-A Fost? - 2005


22 Ocak 1989'da, Sovyetler Birliği'nde ilk defa düzenlenen Uluslararası Güzellik Yarışması'nda Türkiye'yi temsil eden Meltem Hakarar, "Halk Güzeli" unvanıyla birinci gelirken; aynı gün Rumen devlet başkanı Nikolay Çavuşesku'nun iktidarı son buluyordu. Karısıyla birlikte saraylara taş çıkaran evinden ayrılıp halkının yanında olduğu düşüncesiyle Bükreş sokaklarına karışan Çavuşesku'yu yakalayan halkı, artık onun yönetime devam etmesini değil, ölmesini istiyordu. 27 Aralık 1989 tarihinde Çavuşeskular, bir kışla avlusunda kurşuna dizilerek can verdiler. 

Meltem Hakarar-1989

A Fost Sau N-A Fost?, ya da Türkçe ismiyle Bükreş'in Doğuşu filmi, işte bu olaydan tam 16 yıl sonra, Bükreş'in batısında bulunan küçük bir Rumen şehrinde yaşananları konu ediniyor. İnsanların hafızalarıyla belirgin bir biçimde ilgilenen yönetmen Corneliu Porumboiu, bu ilk uzun metrajlı filmiyle yine hatıralara ve kimi unutkanlıkların doğurduğu absürtlüklere değiniyor. 

22 Ocak 2005 tarihindeyiz. Dediğim gibi Bükreş'in batısında bir şehir. Virgil Jderescu (Teodor Corban) isimli bir televizyon kanalı sahibi gazeteci, tam Noel arifesinde bir program yapmaya karar veriyor. 16 yıl önce yaşanmış bu devrimin, yaşadığı şehre yansıyıp yansımadığı ise onun aydınlatmak istediği konu. Biraz saçma gibi duruyor evet, ama film zaten bu saçma durumu anlatmaya çalışıyor. Yani bir ülkede devrim olursa, bir ülke iktidarının devrilmesini devrim olarak nitelendiriyorsa, bunun o ülkenin tüm kentlerine, kasabalarına, köylerine, bucaklarına yansımaması mümkün mü? Muhakkak ülkenin dört bir yanı, bu devrimden nasibini alır. Ama ne hikmetse, filmdeki tüm karakterler bu devrimin şehirlerinde de yaşanıp yaşanmadığı sorusu üzerine düşünüyorlar. Bu soruya yanıt aranacak olan programa da, şehrin biraz "alakasız" kimseleri davet ediliyor.

Bu kimselerden birincisi Tiberiu Manescu (Ion Sapdaru). Basit bir okulda, tarih öğretmeni. Öğrencilerin hepsi derslerle alakasız. Manescu derse giriyor, o gün sınav yapacak ve öğrencilerine "ben size neye çalışın demiştim?" diye unutkanlıkla soruyor. Öğrenciler ise en bildikleri konu olarak Fransız Devrimi'ni söylüyorlar ve sınav Manescu'nun "iyi o zaman, bana Fransız Devrimi hakkında bildiklerinizi yazın" demesiyle başlıyor. 

Manescu aynı zamanda alkolik bir öğretmen. Akşamları bir barda zil zurna sarhoş oluyor ve etrafındakilere sataşıyor. Kendini kaybederek ırkçı sataşmalarda bulunduğu kişi de üstelik, her paraya sıkıştığında borç istediği dostu "Çinli". Bu çinli adamın şehirde bir dükkanı var. Ne dükkanıdır anlayamadım; çünkü Türkiye'de böyle bir dükkan olup olmadığından hiç emin değilim. Orhan Pamuk'un Kara Kitap'taki karakterlerinden Alaaddin isimli bakkal geliyor aklıma. Aslında bakkal ama içerisinde ne istersen var. Ya da ya da, Leyla ile Mecnun'daki Erdal Bakkal. O da olur. 

Bu Çinli "bakkal" ne hikmetse maytap da satıyor. Manescu'nun ders verdiği okuldaki öğrenciler ha babam Çinli'den maytap alıp okulun muhtelif yerlerinde patlatıp duruyorlar. Bunun ne anlamı vardır bilemiyorum. Rumen kültürüne ne yazık ki vakıf değilim ve internette de bu konuya ilişkin herhangi not okumadım. Acaba bu Çinli'nin maytap satması, öğrencilerin ha bire maytap patlatmaları "Çin Malı" diye bildiğimiz kalitesiz ve gerekli gereksiz ne varsa ucuza bulunur gerçeğinin bir tür tezahürü mü, yoksa şu bildiğimiz "maytap geçme" eylemine mi bir gönderme?.. Belki de hiçbiri değil. Filmdeki böyle karanlık noktalara nüfuz edememek canımı sıkıyor bazen.

Radyo programının, konuyu ele almak üzere davet edilmiş ikinci konuğu ise necidir bilemediğim, emekli, haliyle yaşlı ve hafızası da biraz eğreti bir adam. Emanoil Piscoci, gerçek ismiyle Mircea Andreescu.

İşte bu üç adam; gazeteci-kanal sahibi, Emanoil Piscoci ve Tiberiu Manescu; Virgil Jderescu'nun yerel ve oldukça vasat prodüksiyonlu kanalında, tam Noel arifesinde bir program yapıyorlar ve şu soruya cevap bulmaya çalışıyorlar: "A Fost Sau N-A Fost?"  Yani "vuku buldu mu, bulmadı mı?" Burada vuku bulacak ya da bulmayacak olan ise devrim.

Program alkolik Manescu'nun devrim günü ne yaptığını anlatmasıyla başlıyor. Buraya kadar her şey normal. Fakat ne zaman ki Manescu, saat 12.08'de şehrin meydanında olduğunu söylüyor, ne hikmetse bu çok büyük bir önem kazanıyor ve seyirciler telefonla yayına bağlanıp bunun doğru olmadığını vurguluyorlar: "Değil Manescu, meydanda kimse yoktu. Manescu'yu tanırım, saat 12.08'den önce Manescu meydanda değildi, içmekle meşguldü!"

Ve bir anda devrimin şehirlerinde yaşanıp yaşanmaması önce; Manescu'nun meydanda olup olmadığına, sonra da "meydanda biriken kalabalığın saat 12.08'den önce mi, sonra mı meydana çıktığına" bağlanıyor. 

Saat 12.08; Çavuşesku'nun uçağa binip kaçtığı saat olarak söyleniyor filmde ama bu konudan emin değilim. Çünkü benim kaynaklarım Çavuşesku'nun uçakla kaçtığından bahsetmiyor... Ben yalnızca filmde yaşananı anlatıyorum.

Biri arıyor Manescu yalancıdır, diyor; beriki arayıp Manescu yalan söylemez, diyor; bir başkası Manescu orada değildi, derken; ötekisi "ben sadece Noel'inizi kutlamak için aradım," diyor... vb.

Böylesi gereksiz bir tartışma üzerinden yönetmen, geçmişte yaşanmış bir olayın, uzunca bir süre arkasına sığınarak, "ben de oradaydım, bugün ekmeğini yediğimiz bu devrimi  yapanların arasında ben de vardım!" diyen menfaatçi insanların durumunu anlatıyor. 

Muhteşem bir konu. 

Aziz Yıldırım Fenerbahçe kulübüne ilk defa başkan adayı olduğunda, seçimi yalnızca bir oy farkla kazanmış derler. Ve Fenerbahçe camiasında bir sürü kimseye rastlanırmış "o bir oyu ben verdim!" diyen. 

Bu da onun gibi bir şey. Ne önemi var! Bir devrim gerçekleştirmişsiniz, ama hala devamını getirememişsiniz. Hala geçmiştesiniz ve o devrimden kendinize paye çıkarmaya çalışıyorsunuz. 

Bu bana o kadar çok şey düşündürüyor ki...

Fevkalade absürt bir film A Fost Sau N-A Fost? Komik ama filmin ilk saniyesinden son saniyesine kadar gülüneceğinin teminatını vermek güç. Belki de bu yüzden kısacık tutulmuştur zaten film. Hepi topu 1 saat 15 dakika. Yine de bu kısalık, filmin belli bir noktasına gelene kadar insanı bayabiliyor. Bu da işin gerçeği.

***

İlgimi çeken bir nokta, filmin tercümeleri üzerine. Filmin isminin tercümeleri, diyelim.

Filmin Fransa'daki ismi "12h08 à l'est de Bucarest". "12.08'de Bükreş'in Batısında". Sanırım bu anlamı filmin isminin İngilizce tercümesinden almış çoğu ülke. Çünkü filmin isminin İngilizcesi: 12:08 East of Bucharest. Arjantin İspanyolcası dışındaki tüm İspanik ülkelerde filmin ismi bu şekilde çevrilmiş: 12.08, Bükreş'in Batısı ya da Batısında. Arjantin'de de üç aşağı beş yukarı aynı. 


Ama ne hikmetse filmin Türkçe ismi Bükreş'in Doğuşu(!)


Neden? Ne alaka? 


Bu iki soru önemli: "neden?" ve "ne alaka?"


Ne alaka? Çünkü filmin içerisinde Bükreş ile alakalı o kadar az şey var ki... Film Bükreş'te geçmiyor. Ne alaka?


Neden? Şu "doğmak" eylemi var ya, o nereden geliyor? Doğmak, doğuş, kurtulmak, yeniden gün yüzü görmek falan; tüm bu eylemler acaba birazcık "Romanya komünizmden Çavuşesku'yu gönderdi ve kurtuldu! Bu bir yeniden doğuştur!" fikrinin dışavurumu mu? Neden?


Çevirmenlikte bu kadar net taraf belli edemezsiniz. Böyle bir lüksünüz yok. Sen filmin yönetmeninin, senaristinin yerine geç ve filme, onların katmaya çabalamadığı bir anlam katmaya yelten. Olacak iş mi!

***


Son not: Filmde anlatılan Romanya, görüntüsü itibariyle Türkiye'ye pek benzemiyor mu? Biraz Anadolu'yu hatta İstanbul'un bazı semtlerini gözünüzün önüne getirmeye çalışın.


27 Temmuz 2013 Cumartesi

El Método


El Método-2005



Benim neslimi bugünlerde bir iş bulma, çalışma, para kazanma sevdası sardı. Benim neslim derken kast ettiğim bu sene lisans eğitimlerini tamamlayan gençlerdir. Bu arkadaşlarım istedikleri işlere girmek için bir dizi mülakatlara tabi tutulduklarını bana çeşitli sohbetlerimizde dile getirdiler. Bu mülakatların içeriğini sorduğum zaman verilen cevaplar şu tür sıfatlar olmadan eksik kalıyor: "zor", "aşağılayıcı" hatta kimi zaman "zalim"... Katalan oyun yazarı Jordi Galcerán'ın "El Método Grönholm" adlı eserinden sinemaya uyarlanan "El Método" işte tam da bu çetin geçen mülakatların iş başvurusunda bulunan adaylar için nasıl bir zulüm olduğunu anlatıyor. 

Bu filmi nereden duyduğumu filmi izlemeye başlamadan önce de, filmi izlerken de, film bittikten sonra bütün gece de kendime sorup durdum. Sonra sabah bir anda aklıma geldi. Bu filmi bana öneren, romancı ve yakın zamana kadar Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapan Murat Menteş'ti.

Kendisini hiç tanımam. Hiçbir kitabını da okumadım şimdiye kadar. Ama hakkında son zamanlarda o kadar çok yazı okuyorum ki, sanki kitaplarını okumadan, adamın nasıl olduğunu anladım gibi... Garip bir duygu bu. Bir yazarı okumadan daha, yazar hakkında tonlarca bilgi edinmek. Çağımızın gerekliliği sanırım bu, çağımızın getirisi. Yakın zamana kadar bir yazarın tanıtımına yönelik röportajını okur ya da izlerdik televizyonda. Sonra merak eder eserlerini okumaya başlardık. Bugün ise birkaç medya neferince tutulmuş yazar, bir anda göklere çıkartılıyor ve sen daha onun eserlerini okumadan kitapları ve üslubu hakkında tonlarca bilgi ediniyorsun. Dediğim gibi: garip.

Afilli Filintalar diye bir topluluk var. Bir akımın temsilcileri, diyelim. Bir edebi akımın. Yeraltı edebiyatı, diye nitelendirmek topluluklarını ne kadar doğru bilemiyorum. Ama dil konusunda; anlatım teknikleri bakımından farklılar, daha akıcılar ve daha günümüz edebiyatının geleceği, geldiği noktayı tayin ediyorlar. Benim anladığım o en azından. 

Bir de siteleri var. http://www.afilifilintalar.com/ diye. Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi'nin yazarı Emrah Serbes; Ben Tek Siz Hepiniz'in yazarı Hakan Bıçakçı; Tol, Har, Bazuka gibi kitapların yazarı Murat Uyurkulak ve işte şu son günlerde adından sıkça bahsettiren romanın, Ruhi Mücerret'in yazarı Murat Menteş burada arada bir, gönüllerine estikçe yazı yazıyorlar. Güzel bir sanal ortam. İlginç şahıslar, ilginç yazılarıyla bu sitede karşımıza çıkabiliyor. İlginç şahıslar derken, mesela şu hani "Kaybedenler Kulübü" filmiyle benim neslimin tanıdığı Kaan Çaydamlı da bu sitede yazı yazıyor. 

Yazarların beraberce tuttukları bir tür blog diyebiliriz http://www.afilifilintalar.com için.

İşte El Método filmini ben o sitede, Murat Menteş'in yazılarından birinde gördüm ve hemen edindim. 

***

El Método'nun konusuna gelince... 

Film, dünyanın çoğu başkentinde olduğu gibi İspanya'nın başkenti Madrid'te de yaşanan IMF ve Dünya Bankası zirvesinin halk tarafından protesto edildiği günlerde geçiyor. Yedi öz geçmişi parlak aday, Dekia isimli dönemin önde gelen şirketlerinden birinde çalışmak üzere iş başvurusu yapıyor. Bir dizi elemelerden geçtikten sonra "finale" kalmayı başaran bu yedi kişi bir odaya alınıyor ve kendilerine ayrılmış bilgisayarlarının başına oturuyorlar. 

Testler bazen "çok" çetin bir hal alabiliyor.

Önlerine bir form geliyor ve çoğu bu formu daha önce de defalarca kez doldurmuş olmasına rağmen ses etmeden bir kez daha dolduruyor. Aralarından sadece bir tanesi, Montse (Natalia Verbeke) isimli ve devamlı odaya girip çıkan şirket sekreterine elindeki formu daha önce de doldurduğunu, bir kez  daha doldurmasının ne anlamı olduğunu sert bir biçimde soruyor. Diğerleri işi kapmak için ellerinde ne varsa vermeye hazırlar, dolayısıyla ses çıkarmıyorlar. Daha bu, neredeyse ilk sayılabilecek sahneden bile, filmin bir parça hangi minvalde akacağını kestirebiliyoruz...

Bu form, aslında dikkatli okunduğu zaman, önceki formlardan biraz farklı. Benzer bilgileri içeriyor ancak bu formda bir de koşul var. Bu koşul, masada oturan yedi kişinin de, işe alınmak için üzerlerinde bir metodun uygulanacağını, buna itirazı olan adayların da istedikleri zaman salonu terk edebileceklerini taahhüt ediyor. 

Tüm adaylar bu koşulu kabul ettiklerine dair imzayı atıyorlar ve metot, uygulanmaya geçiyor.

Her adayın önündeki bilgisayar kendiliğinden açılıyor ve "oyun" başlıyor. 

Bilgisayarlara bir dizi iletiler gelmeye başlıyor. Adaylardan sadece birinin görebildiği bu ilk ileti, "aranızdan biri, bizim köstebeğimiz. İlk göreviniz onu bulmak." 

Adaylar konuşmaya başlıyorlar. Sırayla kimin köstebek olabileceğini bulmaya çalışırlarken, bir yandan da odanın kameralarla dolu olduğunu anlıyorlar. Her hareketleri izleniyor, her dedikleri dinleniyor.

Köstebeğe dair tahminler döküldükten sonra ortaya, ikinci görev geliyor: "Aranızdan bir kişi grubunuzun şefi olacak; bu kişiyi seçin." 

Adaylar kendilerini tanıtıyorlar ve aralarından bir kişiyi, oy çokluğuyla seçiyorlar. Bu kişi Julio (Carmelo Gómez). İsim üzerinde kararlar kesinleşince, bilgisayarına iletiler gelen aday, iletinin altındaki "cevap" boşluğuna "Julio" yazıyor ve yolluyor. Fakat yolladığı saniye bu sefer herkesin ekranına Julio ile ilgili gazetelere yansımış bir bilgi düşüveriyor. Julio, birkaç sene önce, çalıştığı bir fabrikanın çevreyi kirletmesinden ötürü başkaldırmış ve fabrikanın kapanmasına yol açmış. Bu haberi ekranlarından okuyan adayların Julio'ya karşı görüşleri bir anda değişiyor. Kimilerinin Julio'nun bu mücadelesi hoşuna giderken, kimileri "onu şefimiz yaptık ama yarın bir gün, gerekirse, bizi kapının öne koyabilir ya da bizi işsiz bırakabilir" şeklinde görüşler belirtmeye başlıyor. 
Derken ekranda bir soru daha: "Julio'nun yola sizinle beraber, şefiniz olarak devam etmesini ister miydiniz, istemez miydiniz?"

Cevaplar belli, çekimser ve aleyhte oylar olmasına rağmen, yine oy çokluğuyla Julio ismi bu soruya cevap olarak veriliyor. İsminin yazılmasının ardından "enter" tuşuna basıldığı anda Julio'nun bilgisayarından çıkan ses "Game Over" ve ekranında beliren yazı: "No Signal"...


***

İşte böyle böyle ilerliyor film. Her aday yavaş yavaş elenecek ve geriye tek bir aday kalacak. Ya da kalmayacak. Sürprizleri öldürmeyelim.

***

Filme dair notlar:

  1. Çok fazla diyalog var ama asla takibi zor bir film değil. Neredeyse tek mekanda çekilmiş bir film ama fevkalade akıcı, sürükleyici. Arjantinli yönetmen Marcelo Piñeyro'nun başarısı elbette bu. Hemen filmografisini edinmeli...
  2. Film hakkında internet üzerinde ufak bir araştırma yaptığım zaman kendimi tam bir "eşek" gibi hissettim... Filmin uyarlandığı oyun metni, meğer bu sene, hem de Sainte Pulchérie Fransız Lisesi'nde sahnelenmiş. Bir de üstüne üstlük oyunda yer alan aktörlerden biri, aynı zamanda oyunu sahneye koyan Leyla ile Mecnun'un İsmail Ağbi'si  Serkan Keskin. Ben nasıl olur da bu oyunu kaçırırım! O kadar da davet gelmişken...
  3. Film İspanya'nın meşhur Goya ödüllerinden de eli boş dönmemiş. En iyi uyarlama senaryo (Mateo Gil, Marcelo Piñeyro) ve En iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında (Carmelo Gómez) ödülleri evlerine götürmüşler. En iyi aktör olarak Eduard Fernández, Umut vadeden genç oyuncu dalında ise Pablo Echarri yalnızca adaylıklarla yetmişler.
  4. Kimi sahnelerde gerçekten korkuyorsunuz. Her an izleniyor olmak 1984-Büyük Birader endişesi yaratıyor insanın üzerinde. Yedi kişiyi barındıran odanın kapılarının bir anda kapanması, gelen yemeklerin şüphe çeken tatsızlığı, bir anda bilgisayardan çıkan mekanik bir "Game Over" sesi... Sinirleri zorlayıcı bir film.
  5. Film bana "vay anasını!" dedirtti, "benim de başıma bunlar gelecekse?.." 
  6. Çoğu sahnede adayların işi kapabilmek için düştükleri hali görünce insanı bir tür melankolik hava basıyor. İnsanın içindeki, pencereden çocukların aylak aylak top oynayışlarını görüp "bu dünya nereye gidiyor böyle!" sorularını soran teyzeler, amcalar başveriyor ağızdan. Gerçekten korkuyor insan, ama garip bir korku bu. Evhamlı.  
  7. Madrit'te insanlar sokaklara dökülmüş bu vahşi sistemi ve bu vahşi sistemin doğurduğu bir takım kurumları protesto ederlerken, bir dizi insanın dışarıda olup bitene tamamen kulaklarını tıkamış bir vaziyette bu kurumlara girip çalışma hırslarına tanık olmak, bu bahsettiğim evhamlı korkunun bir parçası tabii.

***

Filmle ilgili son söz şu:

Bunu çok sık söylemem ama bugün günüdür, söyleyeyim: 

Herkes ama herkes bu filmi muhakkak izlemeli. Özellikle de kafası iş güç muhabbetleriyle dolu olan kimseler, önceliği alsınlar. 

26 Temmuz 2013 Cuma

A Better Life


                                    A Better Life 2011, Démian Bichir 

Geçenlerde fevkalade miskin olduğunu bildiğim, gece geç yatan ve ertesi gün bıraksan akşam saatlerine kadar uyuyan bir arkadaşımı aradım halini hatırını sormak için. Bir süre havadan sudan konuştuk. Sonra bir anda bana çalıştığını söyledi. Sabah 9.00, akşam 18.00 adamı olmuş. Yapısını bildiğim için inanamadım tabii. "Hayırdır," diye sordum, "sen daha yeni mezun oldun, çalışacak adam mıydın, ben sen birkaç sene etraflarda dolanırsın ya da yüksek lisans falan yaparsın diye bekliyordum?.." Hiç bekletmeden cevapladı beni bıkkın ama kabullenmiş bir sesle: "Daha iyi bir hayat istiyorum."

A Better Life, işte biraz bu durumu anlatıyor. Daha iyisini isteyenleri. Fakat "daha iyisini" demekle kast ettiğim burada; "daha çok para, daha konforlu bir yaşam, daha iyi eğitim...vs." Yoksa "iyi bir hayat" çok göreceli bir laftır. Sen nasıl algılarsan "iyi hayat"ı, "daha iyi hayat" da biraz o doğrultuda şekillenir. 

***

2011 yapımı bir film A Better Life. Yönetmeni biraz "dandik" filmlerin adamı: Chris Weitz. American Pie (1999), About A Boy (2002), Antz (1998) desem... 

Senaristi ise Eric Eason. 2002 yapımı Manito filmiyle aralarında Tribeca Film Festivali ve Sundance Film Festivali'nin de bulunduğu birçok festivalden ödülle dönmüş. Manito filminde de, tıpkı A Better Life'ta olduğu gibi yine bol sayıda İspanik mevcut. Yine biraz kıyıda köşede kalmış insanların hikayesi, yine başaramamış kimselerin öyküsü. 

A Better Life'ın baş rolünde Démian Bichir oynuyor. Fena da oynamıyor aslında. Öyle ki bu filmdeki performansıyla Akademi Ödülleri 2011 En İyi Erkek Oyuncu dalında adaylığı var. 2011 yılında benim en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanmaya değer gördüğüm aktör kesinlikle Biutiful'daki performansıyla Javier Bardem'di. Ne var ki ödülü Colin Firth aldı götürdü evine, The King's Speech'teki o "iyi" performansıyla. 

Démian Bichir'in performansı için belki biraz ön yargılı olmuş olabilirim; kimi zaman insan normalde çok beğeneceği bir aktöre, bir an için ısınamıyor ve onun performansını görmeyi reddediyor. Belki bende de böyle bir durum olmuş olabilir. Bunu söylüyorum çünkü filmi birlikte izlediğim kimseler, Démian Bichir'in oyunculuğuna hayran kaldılar...

Bir de ufaklık var. Démian Bichir'in oğlu rolünde. Kötülüğe meyyal, ama içindeki "iyi" yanı da muhafaza etmesini başarmış bir delikanlı. José Julian ismi, filmdeki ismiyle Luis. Gelecekte bu oğlanı önemli rollerde görebiliriz. Bu mesajı açıkça veriyor.

***

José Julian (Luis Galando)

Filmin özeti şöyle. Démian Bichir'in can verdiği Carlos Galindo, yıllar evvel ABD'ye Meksika'dan büyük umutlarla gelmiş fakat ABD'ye bir şekilde entegre olamamış bir kaçak. Karısı tarafından terk edilmiş, oğluyla bir başına kalmış, ne yapacağını bilemeyen bir adam. 

Tek arzusu sınıf atlamak. ABD'nin oğlu için en doğru yer olduğunu biliyor. Zira ana dilini unutmuş, İngilizce'yi tıpkı ABD'li cankiler gibi konuşan oğlu, şayet bugün Meksika'ya dönmek zorunda kalsa, yapamayacak, bocalayacak ve daha beter bir hayata yelken açacak. 

Dolayısıyla Carlos'un bir şeyler yapması lazım. Her gün kamyonet sahibi bir dostunun ona iş ayarlayıp, onu işe götürmesiyle sınıf atlaması mümkün değil. İş dediğin de zengin ABD'lilerin lüks bahçelerinin bakımını yapmak. Bir nevi bahçıvanlık. 

Günün birinde bu arkadaşı; kamyonetinin satılık olduğunu, Carlos şayet parayı denkleştirir ve kamyoneti alırsa, kendisini daha iyi hissedeceğini söylüyor. Carlos kamyoneti alıp işlerini büyütmeyi çok istiyor ama bir yandan da korkuyor. Çünkü kaçak olarak yaşadığı bu ülkede ne ehliyeti var, ne de oturma izni...

Bir tarafta hayaller, bir tarafta kocaman bir risk. Bir tarafta oğlunun büyük adam olduğunu görme ihtimali, bir tarafta oğlunu bir daha asla görememe gerçeği. Çünkü eğer Carlos polislere ehliyetsiz yakalanır ve kaçak olduğu için hapise düşerse, o zaman Meksika'ya geri gönderilip oğlundan ayrı kalacak. Ve bu ayrılık belki bir ömür sürecek...

Carlos bir süre düşünüp taşınıyor ve bu riski almaya karar veriyor. Kendisi gibi ABD'de yaşayan kız kardeşinden gerekli parayı borç olarak istiyor ve bu parayla kamyoneti alıyor. 

Hayatının en mutlu günlerini yaşar gibi Carlos, hemen yanına orta yaş üstü bir çırak-yardımcı alıyor ona destek olsun diye ve işe çıkıyor. 

Kocaman bir palmiye ağacının önünde Carlos ve çırağı öylece bekliyorlar. Görev palmiyenin yapraklarının budanması. Carlos çırağına ağaca çıkacağını söylüyor. Çırağı için bu çok zor bir iş, Carlos'un bunu başarıp başaramayacağından emin değil. 

Carlos kararlı, "daha önce de yaptım ben bu işi," diyor ve cebindeki telefonunu, cüzdanını çıkarıp yere, montunun üzerine bırakıyor, beline kemerini takıyor, kemerin bir ucunu ağaca doluyor ve tırmanmaya başlıyor. Ağacın tepesine çıktığında aşağıya, çırağına bakıyor ve ondan kendisine bir gereç uzatmasını istiyor. Fakat aşağıda kimse yok. Biraz uzağa bakınca çırağının onun yerde kalan eşyalarını almış, kamyonete doğru koştuğunu görüyor. Çırağı Carlos'u soyup soğana çeviriyor.

İşte bundan sonra, Carlos ve oğlunun o çırağı bulma, kamyonete tekrar erişme ve "daha iyi yaşam"ın peşinden koşma mücadelesine tanık oluyoruz seyirci olarak.

***

Filmi beğenmedim... Neden?

  1. Amerikanvari bir konu, ancak kurgu hiç akıcı değil. Yani ABD filmlerinin o en saçma konuyu bile seyirci açısından sürükleyici kılan üslubu bu filmde hiç mi hiç mevcut değil.
  2. Sonu son derece "everything is gonna be alright!" tarzı. ABD filmi ne de olsa. Başka ne beklenebilirdi ki? Hayattan kopuk ve "burası ABD, burada her şey mümkün!" mesajlarıyla dolu.
  3. Filmdeki kötü karakterler tam anlamıyla kötü değil, iyiler de aynı şekilde... Herkesi anlayacağım diye, film mesajından kopmuş.
  4. ABD gerçeğidir kaçakların dramı. Film bu konuda net bir şey söylemediği gibi, bu gerçeği tam anlamıyla anlatamamış da. Bunu anlayabilirim fakat neden o zaman hiç bir şey söylemeyeceğin bir konu hakkında yine de bir şeyler söylemek istiyormuş gibi yapıyorsun, diye sorarlar adama. Hiç burnunu sokma o zaman. Karmaşık bir konuyu, sırf işine gelmiyor bazı gerçekler diye, kendine uygun bir biçimde anlatamazsın. Anlatırsan bu gerçekçi olmadığı gibi, bir de kendi hesabına çalışan sanat, anlayışına uygun düşer. 
***

Film hakkındaki son görüş: 

A Better Life'ın Akademi Ödüllerinde bir dalda da olsa aday gösterilişi bence Akademi'nin "biz her fikre Akademi çatısı altında barınma hakkı veririz, biz statükocu değiliz" mesajını vermek istemesiyle alakalı. Seyirci bunu ne kadar yer, bilemeyiz tabii.



3 Temmuz 2013 Çarşamba

Song for Marion



Song For Marion (2012) - Paul Andrew Williams



Yarım Kalan Şarkı, Devam Eden Hayatım

Gün: 1 Nisan 2013… Hani şu Fransızların ne hikmetse “Nisan Balığı” (Poisson d’Avril) adını verdikleri, bizim ise sadece “1 NİSAN!” diye kutladığımız gün. 

Yer: Beyoğlu, İstiklal Caddesi. 

Hava: Bir garip… Çok sıcak, ama güneşsiz. Ara ara yağmurlu, ama çok kuru. Kararsız, diyelim.

Ben de kendi içimde, tıpkı nisan başı İstanbul iklimi gibi gel-gitler yaşıyorum. Bir takım şeyler kötü gidiyor hayatımda. Sıkılıyorum, boğuluyorum ve tersliklere karşı mücadele gücümü ufak ufak yitiriyorum. Diken sırtı derler ya, ince bir ip üstünde ya da; işte öyle bir yerdeyim ben de.

***

Böylesi bir umutsuzluk içerisinde giriyorum işte Halep Pasajı’ndan içeri. Alt kata inen merdivenlerin basamaklarına böyle basıyor yarı ıslak tabanlarım, bıkkın ve isteksiz ve tüm karamsar duygularımın ana sahnesi çehrem, işte böyle ifadesiz. Ve ifadeli bu yüzden.

Sıra: K, Koltuk: 2. Oturuyorum. Bu paltoyu da neden aldıysam? Saat kaç? 19 mu? O kadar oldu mu yahu… Peki. Biraz etrafıma bakınayım. Şu duvarlar… Sahi her sene bu duvarları ben niçin bir tek İstanbul Film Festivali sayesinde görüyorum? Oysa bu sinema salonu belki de İstanbul’un en özgün sinema salonu! Daha sık gelmeli. Kim çizmiş bu resimleri bu salonun duvarlarına? Daha da önemlisi, kimin aklına gelmiş boyamak bir sinema salonunu? Ne kadar yaratıcı, değil mi? Rengârenk duvarlarla çevrelenmiş salon, simetrik katlanmış beyaz kâğıdın ortasında, tam karşımda da perde! Işıklar mı kapandı? Evet. Susalım şimdi.

Song for Marion yazıyor ekranda. Hemen altında da çevirisi: Yarım Kalan Şarkı. Ben çevirmenlik okuyorum, böylesi bir çeviri tercihine dudak bükmek için henüz çok erken olduğunun bilincindeyim, hele bir filmi görelim. Dolayısıyla: “geçiniz…”

Şu kadını nereden tanıyorum yahu ben. Bakayım? Vanessa Redgrave. Antonioni’nin 1966 yapımı Blow-Up’ı en sevdiğim filmdir! Tabii ya, oradaki genç kızdı Vanessa Redgrave! Eğer Yarım Kalan Şarkı filmi de, tıpkı Cortázar’ın Las Babas del Diablo’su; yahut Türkçesiyle Cinayeti Gördüm’ü kadar etkileyici bir kurguya sahipse… Vay benim halime!

Vanessa Redgrave bir hayli yaşlanmış, doğru, ama hala çok güzel. Hasta sanırım. Kanser… Bu kötü oldu. Ama bereket onu seven, ona bakacak, ona her daim destek olacak, yaşına göre yakışıklı mı yakışıklı bir kocası var! Onun ismi neydi?.. Bakalım: Terence Stamp. Onu da bir yerlerden gözüm ısırıyor ama nereden?.. 1962 yapımı Billy Budd filminden olabilir mi acaba? Ya da yakın zaman -1994 yılının- filmi The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert’ten mi hatırlıyorum onu? Öyle olmalı…

Peki, olay ne öyleyse? 

***

Hikâye İngiltere’de, muhtemelen de günümüzde geçiyor. Yetmişlerinde bir çiftin hayatına konuk oluyorum. Vanessa Redgrave; yani Marion kanser. Kocası Terence Stamp; yani Arthur ise turp gibi, ancak onun hastalığı karısınınkinden beter… Marion ne kadar hayat dolu, ne kadar neşeli, ne kadar insani ilişkilerde sıcaksa; Arthur o kadar utangaç, o kadar huysuz, o kadar mutluluğa paye vermeyen ve o kadar soğuk bir insan tipi. Aslında bir birlerine çok zıt karakterlere sahip oldukları bas bas bağıran bu iki insan, her nasıl oluyorsa birbirlerini muhteşem tamamlıyorlar. 

Tıpkı havanın o sırada Beyoğlu’nda fevkalade sıcak, ama beri yandan da kapalı ve yağışlı olmasındaki garip uyum gibi… Tıpkı içimdeki zıt duyguların ortaya çıkardığı yadırganası ahenk gibi…

***

Marion, arkadaşlarının da parçası olduğu bir “yaşlıcıklar korosu”nda şarkı söylüyor. Koronun başında genç bir kız. Elizabeth (Gemma Arterton). Gündüzleri bir eğitim kurumunda müzik dersleri veriyor, işinden artan zamanlarda da gönüllü olarak bu yaşlılar korosuyla ilgileniyor. 

Koro bir yarışmaya hazırlanıyor. Bir şarkı yarışmasına. Marion da, grup dâhilinde söylemesinin dışında, bir de yalnız başına şarkı söylüyor korodaki yaşlıcıkların bir adım önünde. Provalar bu şekilde alınıyor. Marion burada anlamlı bir şarkı söylüyor, hem de kocasının gözleri içine baka baka. Şarkının ismi True Colors, sözlerinin çevirisini Marion’un söyleyişiyle koşut yapan zihnim, göz pınarlarımı haftalar sonra tatilden dönüşte aceleyle karışık evhamla çiçeklerini sulayan bir anne gibi suluyor:



“Sen, üzgün bakışlı 
Asla cesaretini kırma 
Ve ben biliyorum, 
Cesaretini toplamak zordur. 
İnsanlarla dolu dünyada 
Gözden kaybolabilirsin 
ve İçindeki o karanlık 
Seni küçücük hissettirebilir. 

Ama ben senin asıl renklerini görebiliyorum 
İçinde parıldayan 
Asıl renklerini görüyorum 
ve bu yüzden sana aşığım. 
Sakın korkma,

Sana asıl renklerini göstermelerine izin ver. 
Asıl renkleri insanın çok güzeldir,

Gökkuşağına benzerler.”



Bu şarkıyla Marion kocasına adeta şöyle diyor: “Delikanlım yapma, ne olur gülsün biraz yüzün, ben seni anlıyorum, biliyorum, tanıyorum seni; ama yapma. Boş ver. Bırak kendini biraz olayların akışına, rahatla biraz, güven kendine ve mutlu ol! Benimle, ya da bensiz, çok mutlu ol…”

Sinema salonunun dört bir köşesinden burun çekme sesleri geliyor. Bir ben değilmişim, diyorum, huzur buluyorum. Meğer ihtiyacım olan buymuş…



***

Koca salonun gözyaşlarına boğulduğu andan yalnızca birkaç dakika sonra… Yaşlılar korosu yarışmaya katılmaya hak kazanıyorlar. Şimdi yarışma için başka şarkılar seçmeleri lazım. Düşünüyorlar, taşınıyorlar ve nihayet karar veriyorlar: hip-hop söyleyecekler! Peki ya hangi şarkı? Salt-N-Pepa’dan Let’s Talk About Sex! (Haydi Seksten Bahsedelim!) 



Hoppalaaa! Dedem yaşında adamlar, anneannem-babaannem yaşında kadınlarla hoplaya hoplaya başlamazlar mı şarkıyı söylemeye! 



“Haydi seksten bahsedelim bebeğim!

Senden, benden bahsedelim.

Başa gelebilecek her türlü güzellikten ve

Her türlü kötülükten de tabii!

Haydi seksten bahsedelim bebeğim!”



Beni aldı bir gülme… Koca salon, iki dakika önce burun çeken, belki de “ay bu ne böyle! Bu ne kasvet!” diyerek salonu terk edecek seyirciler, bu sefer koltuklarında zıplaya zıplaya gülüyorlar! 

Hepimizin karnına ağrılar girmiş. “Aman Allah, ne komikti!” diyoruz ve o loşlukta yanımızdaki diğer seyircilerle göz göze geliyoruz. Yalnızca bakışmalarımızla aldığımız keyfi ifade ediyoruz birbirimize. Film izlemenin yapayalnız bir zevk olmanın dışına taşabileceğini anlıyor, hayret ediyoruz. 

***

Derken biraz sonra bir kere daha doluyor gözlerimiz. Başka, bambaşka bir gelişmenin ruhumuzdan talebi bu. Ama uzun sürmüyor, hemen ardından bir diğer sahne var ki, patlatıyoruz kahkahayı yine. Birazdan yine ağlaşmalar ve hemen akabinde yine karnımız çatlayana kadar gülüyoruz. Bu böyle gidiyor, muntazam ve muazzam bir uyumla. Zıtlığın uyumuyla.

Tıpkı havanın o sırada Beyoğlu’nda fevkalade sıcak, ama beri yandan da kapalı ve yağışlı olmasındaki garip uyum gibi… Tıpkı içimdeki zıt duyguların ortaya çıkardığı yadırganası ahenk gibi…

***

Aksi, mutsuz ve soğuk bir yaşlı adamın nasır tutmuş yüreğinin, ölüm döşeğindeki karısının pamuk elleriyle gıdım gıdım çözülüşünü kare kare işledikten sonra benliğime, mırıldanıyorum: “Mümkün… Mücadeleye devam! Daha çok gençsin. İsmini koymamışlarsa da Yılmaz, olsun; sen yılma!”

Beyoğlu Sineması’ndan çıktıktan sonra İstiklal Caddesi’ne; ellerim ceplerimde, karışıyorum akşamın karanlığına. Sahi, hava kararmış. Oysa ben filme girerken hala aydınlıktı. Bir aydınlık, bir karanlık. Ne kadar zıt ve ne denli uyumlu…



Haydi, şimdi hayata devam; on beş dakika ara, bitti!

(Bu yazı Sabah Gazetesi 32. İstanbul Film Festivali Özel Eki için yazılmıştır.)