Haziran 2011

29 Haziran 2011 Çarşamba

L'Auberge Espagnole


   


  "Altmış yıl önceki küçüklerin nefret ettikleri üç şeyden biri, zayıf düştüklerinde her sabah kendilerine zorla içirilen balıkyağı, öteki ikisi de kabız olduklarında zorla yapılan lavmanla, yine zorla içirilen hintyağı idi.

     Tanrı biliyor ya bugün de bana devlet yönetimi üstüne yazı yazmak, hintyağı yahut balıkyağı içmek gibi itici geliyor.

     Ne var ki toplumun okuma menziline en çok girebilmiş yazı türü, gazetelerdeki köşe yazıları. Böyle olunca da bu olanağı yüzlerce yıl sürmüş olan 'kulluk' koşullanmasına karşı, 'vatandaşlık bilincini' uyandırmak için kullanmak gerekiyor.

***
     Maalesef okullar kasıtlı olarak vermiyorlar bu bilinci. Özellikle de gençlerin düşünce ufuklarını 'mevcut devlet yapısının eksileriyle artılarını karşılaştırmaya dönük, analitik değerlendirmelere' kapalı tutuyorlar. 

     Sözün kısası, sivil-asker bürokrasi egemenliğine gizli köleler yetiştirmeyi amaçlayan 'totaliter' bir yöntem izliyorlar sinsi sinsi...."


Devletin yahut bir başka 'üst kurumun', bu ülkenin gençlerine kendilerini yönetenlere karşı eleştirel bir tutum benimseme yolunda köstek olduğuna işaret ediyor Çetin Altan, 27 Ocak 1994 tarihli ve Toplum "Hazineden Geçinenleri" Artık Ödeyemiyor isimli yazısında. Diyor ki, "biz bir topluma bağlıyız, bu toplumu birileri şekillendiriyor ve biz bu toplumumuzu şekillendirenleri şekillendiremiyoruz; çünkü onlar hakkında eleştirel bir bakış açısı geliştiremiyoruz, bunu bize yasak ettiler, bizi bu yetiden mahrum bıraktılar."

Haklı gibi...

***
Küçükken Türkiye'yi tüm dünyadaki en kuvvetli ve büyük ülke zannederdim. Tüm diğer ülkeler Türkiye'nin huzurunda el pençe divan dururlar, herkes bizim marşımızı ezbere bilir, Ata'mızın 'gençliğe hitabesi' 77 dile çevrilmiştir; Arjantin'in Patagonya'sındaki bir Mapuçe okulunun duvarında bile altın harflerle yazılıdır zannederdim.
Bu böyle devam etti uzun süre. Buna inanmak hoşuma gidiyordu. 

Sonra bir gün okuldaki İngilizce dersi notlarım düşmeye başladı ve anne-babam beni yabancı dil dersleri veren bir etüt merkezine yollamaya karar verdiler...

Romain Duris
'Konuşma yetisi kazanma' diye çevirebileceğim bir dersimiz vardı. İngiliz hocam bana geride bırakmış olduğumuz haftada, etüt merkezinde gitmediğim günlerde neler yaptığımı sordu. Sırf boşluk doldurma adına okuldan ve okulda yaptıklarımızdan bahsettim. Teneffüs arasında koridorlarda futbol oynamıştık, beslenme saatinde bilmem ne yemiştik gibi... Sonra konu Bayrak Töreni'ne ve okuduğumuz İstiklal Marşı'na geldi... İngiltere'den yeni gelmiş kadın öğretmen, benim anlattıklarıma anlam veremez bir şekilde bakınca açıklama gereği duymuş, kendisine "bilirsiniz işte, İstiklal Marşını okuduk..." demiştim. Bir süre diretmiş, yine de kadına İstiklal Marşı nedir anlatamamıştım. Niçin okuyorduk; herhangi önemli bir tarihe denk gelmemiş olmamıza rağmen, hele bunu hiç izah edememiştim...

O yaşadığım olaydan sonra anlamıştım ki benim Türkiye adına sahip olduğum iyimser bilgiler, birer hayalden ibaretmiş...

***
Zannedersem Çetin Altan da benim bu dem vurduğum gerçeklikten bahsediyor. Biz çok kapalı bir toplumuz. Bunu inkar etmenin lüzumu yok. Bu kapalılık içerisinde, kendimizi kimi oyunlara kaptırabiliyoruz. İçinde bulunduğumuz toplum; gazeteler, mahalle arası dedikodular, evinize gelen komşu çocuğunun anlattıkları, duvarda asılı ve yağmura ısrarla direnmiş o panolar, bize kimi zaman olmadıklarımızı gösteriyorlar. Yaşanmamışları vurguluyorlar. Biz de kendimizi, kendimizin dışına atarak, bir çeşit 'rüyalar aleminde' buluveriyoruz.

İşte bundan kurtulmanın tek yolu kabuğumuzdan sıyrılmak. Bu da ancak dışarıdan bir bakış açısını benimsemeye gayret etmekle olabilecek bir iş. Yabancı ülkelere gidip oradan bakmak lazım kendimize... Yabancı ülkelerde yaşananları görüp, mukayese etmeliyiz kendi hayatımızla, yaşadıklarımızı ve dolaylı yollardan da toplumumuzu.

Bunun için bir yol Erasmus...

İşte L'Auberge Espagnole bunu anlatıyor. 

Yirmi beş yaşında bir genç Xavier. Babasının iteklemesiyle Erasmus yapmaya karar veriyor. Yani bir yıl boyunca Fransa'dan -kendi toprağından- ayrı kalarak, komşu ülke İspanya'nın Barselona şehrinde yaşayacak. Orada üniversiteye gidecek, orada bir ev tutacak, orada arkadaşlıklar edinecek... vb.

Az buçuk İspanyolca biliyor Xavier. İspanya'da yaşayıp hayatını idame ettirecek kadar. Fakat Barselona İspanya mı? Barselona'da hangi dil konuşuluyor?.. 

'Romain Duris' ve sevgilisi rolünde 'Audrey Tautou'
Bir de sevgilisi var Xavier'in. Onu da annesiyle birlikte Fransa'da bırakıyor İspanya'ya gitmeden evvel...

Barselona'daki her adımda ardında kalan bir hayat... Ne söküp atabilirsin, ne de yok sayabilirsin... Sanki bir rüyadasın, mutlusun ve fakat er ya da geç bitecek biliyorsun... Tabii her an rüyan kabusa da dönüşebilir...

***

Xavier meseleye dışarıdan bakmak istiyor. Şu turistik geziler buna yardımcı olamaz. Git bir hafta Lizbon'da kafanı dinle, oradan Şangay'a geç, oradan atla bir uçağa Canada'da bul kendini... Hiç fark etmez, turistsen turistsindir. Turistlik anca ülkenden ve daha da önemlisi alışkanlıklarından birbir kopmanla dağılır. Ne zaman ki öğrendin pilavı çubuklarla yemeyi, ne zaman ki öğrendin iki yerine üç kere yanaktan öpüşmeyi, ve daha da önemlisi bunu artık içselleştirdin; işte o zaman kendini tanırsın. O zaman ne istediğini bulursun. O zaman sen sen olmaktan çıkarsın ve kendine bir çeşit ruhsal 'estetik ameliyat' uygularsın.

Başrol oyuncusu Romanin Duris, yani Xavier bunu başarabiliyor mu?.. Babasının baskısıyla ekonomist olmaya çalışan Xavier acaba bu inadında kararlı mı; yoksa bu bir yıllık deneyim onun kendisini bulmasını, ne istediğine karar vermesine mi önayak oluyor?..

***

Cédric Klapisch bu filmi kendinden yedi yaş küçük kız kardeşinin Erasmus'la bir yıl Barselona'da yaşamasından esinlenerek yaratmış. Başrolde her zaman Romain Duris'in olacağını biliyormuş ve senaryonun her satırını bunu bilerek yazmış. 

***

Filmde neredeyse her Avrupa ülkesinden bir vatandaş bulunuyor. Bu da filme farklı renkler aşılıyor haliyle. Zaten " une auberge espagnole" -"İspanyol Pansiyonu" ne demek ki Fransızca'da?..

-Sadece bizim getirdiklerimizle/taşıdıklarımızla yarattığımız bir durum/bir yer... Her şeyi bulabileceğimiz, herkesi tanıyabileceğimiz bir mekan...

İnsan kendini ancak bir başka insanda tanır, mı desek?..

Var gerisini sen anla!..





28 Haziran 2011 Salı

Soul Kitchen



Farkında mısınız bilmem son yıllarda Almanlarla aramızda büyük bir kimlik çekişmesi var. Sanki en başarılı insanlarımızı onlara kaptırıyor gibiyiz. Yıllar evvel Almanya'ya çalışmak için gitmiş gurbetçiler, artık gurbetçilikten iyiden iyiye uzaklaşmaya başladılar. Bu nasıl futbolda en iyi topçularımızdan birkaçını Almanlara kaptırmamızla sonuçlanıyorsa, sinemada da en iyi yönetmenlerimiz uçup gidiyor elden!..

Filmlerin bir zamanı vardır, buna inanırım. Bir film muhakkak izleneceği doğru zamanı kendisi seçer -hele ki bahsettiğimiz benimkisi gibi bir özel cep sineması filmiyse-. Bir bakarsınız film kendisini ortaya atmış, 'beni izle!' diye bağırıyor.


Soul Kitchen'ın da Ukde Sineması'nda gösteriminin işte böyle bir hikayesi var!

Birkaç hafta evvel bir Alman arkadaşımın Facebook sayfasında turluyordum. Zannedersem doğum günüydü. Tatlı bir 'iyi ki doğdun!' mesajı hazırlayıp 'duvar'ına yapıştırdım. Hazır gelmişken dedim, şöyle biraz gezineyim, bakayım sayfasında neler var... Bir de ne göreyim; 'en sevdiği film' bizim ülkemizin çocuğu Fatih Akın'ın 2009 yılında yaptığı son filmi Soul Kitchen!..

O zaman anladım ki şu yukarıda bahsettiğim; filmin, kendini, diğer filmler arasından bir adım öne atacağı 'sihirli an' gelmişti.

...

Küçük bir arkadaş grubu, gecenin bir vakti başladık filmi izlemeye. 

Genç bir grubuz; filmin renkli başlaması, henüz ilk sahnelerden güzel müziklere yer vermesi -soundtrack albümü edinilmeye değer-, eli yüzü düzgün insanlar görmek hoşumuza gitti.

Fakat aradığımızı tam olarak bulduk mu; işte orası meçhul...

Fatih Akın 'meselesi' olan bir yönetmendir. Hikayelerinde zıplamak isteyen ve bir şekilde sistemin dışında kalma durumuna düşmüş kimseler yer alır. Bir çeşit başkaldırı sineması da denebilir denediği türe... Genelde bir başkarakter vardır; hafif başarısız, 'tutunamayan', fakat yılmamış, hala umudunu koruyan... Bu hikayede de, bu zavallı karakter Yunan Zinos Kazantsakis (Adam Bousdoukos).



Zinos'un Hamburg'ta bir lokantası var...

Zamanın birinde bir arkadaşım bana 'lokanta' ile 'restoran' arasındaki temel farkı sormuştu. Becerip de cevap verememiştim, 'fark yoktur aralarında, ikisi de aynı şey!' deyivermiştim. O ise "bence öyle değil" demiş ve eklemişti: "lokanta daha mahalle arasıdır; oysa akşam sevgilini yemeğe restorana götürürsün ve yanına lokantaya giderken aldığın paradan daha fazla alman gerektiğini bilirsin...".

O zaman bu cevap bana çok mantıklı gelmişti. İşte bunu bilerek ve o arkadaşımı anarak söylüyorum: Zinos'un sahip olduğu mekan tam bir lokanta. Fakat Zinos ne yapmaya çalışıyor? Bu lokantayı restorana çevirmek istiyor. (Bir önceki paragrafta söylediklerimi göz önünde bulundurarak)

Filmi film yapan olaylarsa başka yerde. Mesela Zinos'un sevgilisinden ya da ağbisinden bahsetmiş miydik?

Lucia Faust (Anna Bederke) Zinos'un 'zıplama yapmak' isteyen sevgilisi. İşinde bir yerlere gelmek istiyor, bunun için de önünde tek bir yol var; Şangay'da bir süre çalışmak... Lucia gidiyor ve Zinos da onun peşinden gitmek istiyor. Ancak durumlar karışık, bir şekilde lokantasını elinden çıkarması gerek, ya da 'lokantayı' 'restoran'a çevirip iyi para kazanması gerek. Birinci tercihten sonuç alamayınca ikinciye yoğunlaşıyor Zinos.

Zinos'un başını ağrıtan birinci kimse "hadi artık atla gel yanıma! Yoksa sen beni sevmiyor musun?" gibi mızmızlanmalarıyla Lucia. İkinci problem kimse ise Zinos'un hapisteki ağbisi Illias (Moritz Bleibtreu). Bir insan kardeşinin başını taa hapisten nasıl ağrıtabilir?.. Bunu film, benim burada üç-beş satırda anlatabileceğimden çok daha iyi anlatıyor.

Beri yandan Zinos'un okuldan arkadaşı Thomas Neumann (Wotan Wilke Möhring) giriyor devreye. Kendisi emlak işlerinde, tek derdi orijininde muhteşem bir mekan olan 'Soul Kitchen' isimli lokantayı satın almak ve yerini başka işlerde değerlendirmek...

Gibi... gibi...

Ve tüm bu karakterler, o veya bu şekilde Zinos'un başını ağrıtıyor. Peki Zinos ne yapıyor? O da o veya bu şekilde ayakta durmaya çalışıyor.

Film bu yönüyle pek canlı, itiraf etmek gerekirse. Biraz fazla canlı hatta! Kimi zaman öyle şeyler oluyor ki, Marquez olsa 'büyülü gerçekçiliğiyle' dahi bu işin içinden çıkamazdı, diyorsunuz... 


Kimi karakterler çok fazla şişirilmiş... Kimi olaylar çok fazla abartılmış... Hele Almanya'nın nasıl bir yer olduğunu az çok biliyorsanız, ki bunu bir turist olarak dahi orada bulunduysanız anlarsınız, bu anlatılan hikayelere inanmanız mümkün değil. Onlarca kuralın tek bir bayrak direği gibi sapasağlam ayakta tutulduğu bir ülkede, Soul Kitchen'da yaşanan hadiselerin yaşanmasına imkan yok. Hele bunca belaya yelken açmış bir gencin, her türlü sıkıntının üstesinden gelme yolunda bu kadar 'şanslı' ilerlemesi hayret edilesi türden... 

Gerçi bu Fatih Akın'ın dili. Buna saygı duymak lazım. Bunu anlamak lazım. Nitekim yaşanan onca 'hadi be!' dedirtecek cinsten olayın ardından, aslında o kadar da şaşırmadığınızı hissediyorsunuz. Fatih Akın bu bulutlar üzerinde gezinen küçük hikayeleri yeryüzüne indirmesini iyi biliyor.

Bir süre sonra filmin karakterleriyle kanka oluyorsunuz. Hikayeye bir yerinden dahil olasınız geliyor. Çünkü bunca sıkıntı fevkalade toz pembe bir bakış açısıyla yansıtılmış beyaz perdeye. İddia ediyorum bu hikaye eğer Çağan Irmak'a verilseydi, herkes filmden ağlaya ağlaya çıkardı!..

Gel gelelim şu Alman-Türk maçına!..

Bu maçın garip yanı; her iki tarafın da oyuncuları arasında Türk bulunması. Fatih Akın, evet bir Türk. Fakat filmin geri kalanında hiç Türk yok gibi. Birol Ünel bence çok büyük bir aktör, ama filmin toplam 10 dakikasında dahi görünmüyordur eminim. Uğur Yücel desen tek repliği ya var ya yok. En çok konuşan Türk Zinos'un kiracısı, o da bir Türk'ü oynamıyor...

Dön bak diğer tarafa, ne görüyorsun? Filmin neredeyse tüm oyuncu ekibi Yunanlardan oluşuyor. Milliyetçi bir tavırla söylemiyorum bunu. Kaldı ki kötü oynuyor denilebilecek bir oyuncu da yok filmde, ancak yavaş yavaş da Fatih Akın'ı kaybediyor oluşumuzdan dolayı üzülüyorum. Aceleci de olmamak gerek. Bu benim karamsarlığım. Belki de Fatih Akın filmlerine biraz zaman vermek gerek. Kim bilir, belki bir iki yıla tekrar güzel bir karadeniz filmiyle karşımıza çıkar, ya da bu sefer başka bir Türk yöresinden seslenir bizlere, belki de meşhur yedi tepeden ama daha içten bir filmle... 

Bir öneriyle yazımı sonlandırmak istiyorum: lütfen filmi izlemeden evvel karnınızı iyice doyurun. Filmin içerisinde geçen yemek sahneleri yüzünden gecenin birinde eve pizza söylemek zorunda kaldık!.. Filmin 'Hamburg'ta geçiyor olması bile insana bir yemek çeşidini çağrıştırmaya yetiyor...



Son noktayı koyuyor ve o Alman arkadaşımın sayfasına tekrar bakıyorum. 'Soul Kitchen' hala orada, 'en sevdiği filmler' arasında... Acaba ben bir Türk olarak bu filmde ne kadar hak iddia edebilirim, acaba arkadaşım bir Alman olarak bu filmde ne kadar hak iddia edebilir?.. Sanırım güzel bir noktaya vardık: Fatih Akın 'evrensellik' denen, ülkemizin temel hasretine güzel bir dokunuş yapmış...


27 Haziran 2011 Pazartesi

Crash


Son derece kopuk, zorlama ve bunaltıcı bir film: Crash!


Don Cheadle


Oscar adayı olacağı belli filmler genelde yılın son dönemine saklanır ve tam Oscar ödül töreninden bir kaç hafta, ya da ay evvel vizyona girer. Bu durum 2006 yılında da farklı değildi. Liseli gençler olarak bir alışveriş merkezinin içinde hoşbeş ediyor, vakit geçiriyorduk. Gözlerim, bulunduğumuz katın bir ucundan, liseden bir hocamın ağır ağır yanımıza geldiğini gördü. Hayret ettim ve kendi kendime lisenin üzerimde bıraktığı yan etkilere sitem ettim. Liseyle  hiç alakası olmayan bir yerde, hatta liseden uzak olması sebebiyle vakit geçirmek üzere seçilmiş bir yerde bir 'lise öğretmenini' görmek, pek hayra alamet değildi...

Hoca beni gördü, ben de onu -her ne kadar yüzümü onun beni fark etmemesi için gizlesem de- Yanına gidip gülümseyerek selam vermek farz olmuştu.

Terrence Howard
Bu kadın lise koridorlarında da böyle sevecen miydi yahu, diye sorup dururken kendime; bugün yalnızca, o hocanın o sıkıcı alışveriş merkezinde ne işi olduğunu hatırlamakla yetiniyorum. Çok masum bir sebep; hoca oraya 'Crash' filmini izlemek için gitmişti.

-"Bu filmi aslında birkaç ay evvel vizyona sundular, o zaman kaçırmıştım. Şimdi film Oscar alınca, haliyle ikinci bir gişe beklentisiyle, tekrar vizyonda... Bu sefer kaçırmayayım, dedim; biletimi alıp geldim!"

Gönül isterdi ki, Ukde Sineması'nda izlediğim bu filmle alakalı daha derinlemesine bir iki laf edebileyim. Gönül isterdi ki, bu filmin yan etkilerinden, beni nasıl etkilediğinden, sinemaseveri nasıl etkileyebileceğinden bahsedebileyim; ancak maalesef zemin futbola hiç müsait değil!

Film sanki bir yarışma sonucu ortaya çıkmış gibi. Hani şu benim en son yıllar evvel uğradığım alışveriş merkezi var ya, işte orada bir 'telefon markası' stant kurmuş da, aynı markadan cep telefonu olan gençlere yönelik bir yarışma başlatmış gibi... Konu basit: "ellerinizdeki X marka telefonla, siyahilere yönelik uygulanan ırkçılığı 5 dakikalık kısa filmlerle anlatın! En etkileyici kısa filmin yönetmenine ödülü Martin Luther King takdim edecek!". Yarışma bitmiş, ödüller dağıtılmış, geriye kalan videolar da birbiri ardına montajlanarak 1 saat 52 dakikalık bir film yapılmış.

İnanın film o kadar kopuk!

Bir çocuğun montajından geçmiş gibi... O kadar alakasız!..
Matt Dillon


Filmi yapanlar bir konuya çok asılmışlar. Siyahilere -hatta tüm etnik kökenlere, ama niyeyse evvela siyahilere- uygulanan ırkçılıktan iyi ekmek yeriz, demişler; peygamber dememişler... Öyle ki bir süre sonra, filmi izleyen "tamam arkadaş, anladık, yayıver şimdi biraz şu konuyu!" diye sitem eder hale geliyor.

Dedim ya; aynı konuya ilişkin onlarca video sanki birbiri ardına yapıştırılıp vizyona verilmiş.

Utanmadan arlanmadan hem 'en iyi film', hem 'en iyi kurgu', hem de 'en iyi senaryo' dalında Oscar'ı layık görmüşler filme. Zaten oradan anla Hollywood'un belli bir stratejiye göre hareket etme zorunluluğu bulunduğunu.

Los Angeles'ta yaşayan farklı etnik kökenden insanların 36 saatini anlatmak belki iyi bir fikir olabilir, ama sinematografik dil denen de bir şey vardır. Yok ben belgesel çekiyorum, diyorsan o başka!.. Bir film bu kadar didaktik olamaz ki...

Uzun lafın kısası; yapıldığı yıla ve o yıllar arasında hem Hollywood'un patronlarının, hem de ABD'nin patronlarının kim olduğunu gözler önünde bulundurursak; Crash berbat bir film olarak bizi şaşırtmamalı.

Tabii bir diğer tarafta da aynı yılın 'en iyi film' dalında kaybedenleri var: Brokeback Mountain, Capote, Good Night and Good Luck, Munich.

Öyle zannediyorum ki, bunun üzerine ancak bir bardak soğuk su içilir!..

26 Haziran 2011 Pazar

The Last Station


Christopher Plummer ve Hellen Mirren


Лев Никола́евич Толсто́й ismi size tanıdık geliyor mu? Hani şu ölmeden evvel tüm eserlerinin haklarını etraftaki mujiklere (Rus Köylüsü) dağıtıp, bir trene atlayarak kaybolan adam?..


Edebiyat alanında alabileceğiniz en büyük ödül İsveç Akademisi tarafından verilen Nobel Edebiyat ödülüdür. Bu ödülü bizim toprağın çocuğu Orhan Pamuk da almış olduğundan, son yıllarda memleketteki Nobel kazanma arzusu artmıştır, genci yaşlısı her türden yazar Nobel hakkında daha fazla araştırma yapar hale gelmiştir.


Nobel'in araştırılır olmasından biliyorum, yurdum enteli Nobel'e kimi eleştiriler getirir. Bunlardan bir tanesi Lev Nikolayeviç Tolstoy'un yaşamının son yıllarında Nobel Ödülü dağıtılıyor olmasına karşın, Tolstoy'un bu ödüle layık görülmemesidir. Bu elbette ki mantıklı bir durum değildir. Düşünsenize, gelmiş geçmiş en büyük birkaç yazar arasında kabul edilen, eserlerine her ülkede 'klasik' gözüyle bakılan bir adam, edebiyat alanındaki en büyük ödülü kazanamıyor. Bu biraz kafa karıştırıcı bir durum...


Peki bu adam ne yapmış ola ki, İsveç Akademisi Nobel'ciğini bu tatlı dededen esirgeye?


Sanırım bu film, Tolstoy'un hayatının son günlerine ışık tutarak, beri yandan bu önemli sorunun cevabını vermeye çalışıyor...


'Doktrinler ve Hayat' 
Doktrinler genelde hayatımıza; kitaplarda okuduğumuz ve hoşumuza giden, altını çizdiğimiz cümleler olarak girerler. Yahut bir filmde en bilge tipli aktörün ağzından dökülen ve mistik bir müzikle ruhumuza işleyen özlü sözler olarak dokunurlar bize. O cümleyi bir iki saniye düşünürüz, bir kibrit kutusundan kesme kağıda not ederiz ve başucumuza asarız, bize güç versin diye. Başımız öne eğilmesin, aldırmayalım diye...


Fakat bu doktrinlerde hafif bir, "babanın -veya duruma göre hocanın- dediğini yap, yaptığını yapma" kokusu yok mudur?


Yani onca hassas öğreti iyi güzel de, tüm bu didaktik cümlelerin hayat sahnesinde işlevselliği ne oranda?


'The Last Station' filminde son günleri anlatılan büyük yazar Tolstoy'un işte bu ikilemde kaldığını fark ediyoruz. Tüm hayatını 'insan hayatı' üzerine düşünmeye adamış bir kudretli yazar, aşk gibi kimilerine göre yüzeysel kalan bir alanda oldukça zayıf ve daha da kötüsü 'çaresiz'.


Mustafa Kemal'in sözlerini düşündürten çok sahne var filmin içinde. Hani şu meşhur: "ordular yönettim, ancak bir kadını yönetemedim" sözü var ya, işte ondan bahsediyorum. Bu sözü okuyup da "kadınlar yönetilemez!", "onların yönetilmeye ihtiyacı yoktur!" gibi bir yorum yapmak faydasız, çünkü burada dert bir kadını yönetmekte değil, dert bir erkeğin kadın karşısındaki çaresizliği...


Tolstoy'da hayatının son günlerinde işte bu çaresizliğe teslim oluyor. Zengin bir adam. Asillerden. İyi bir yazar. Eserleri iyi para ediyor. Ve Tolstoy kurduğu vakfın çerçevesinde tüm eserlerinin haklarını Rus halkına devretmeyi planlıyor. Fakat elbetteki karısı bu fikre köstek oluyor. "Ya çocukların ne olacak?" diyor, "ya ben ne olacağım?".


Haklı mı değil mi orası beni pek alakadar etmiyor. Ancak eğer bir insanın hayata bakış açısı "iki gömleği olanın bizim aramızda yeri yoktur!" enlem-boylamlarındaysa, sen ona bu tercihi yüzünden darılamazsın. Hem bir erkek bir kadınla ve bir kadın bir erkekle birlikte olurken niçin hep aynı sorunla karşı karşıya gelirler? Madem tanımıyorsun partnerini, nasıl bir kimse olduğunu bilmiyorsun; niçin onunla yekhayat oluyorsun?
Hellen Mirren


'Anna Karenina gibi edebiyat tarihinin en kuvvetli kadın karakterini yaratmış olan Tolstoy, kendi karısını anlamakta güçlük çekiyor filmde.'


'Sofia Andreyevna ise (Tolstoy'un karısı), ki kendisi Savaş ve Barış ve Anna Karenina gibi kocasının en önemli romanlarını tam altı kez temize çekmiş, onları defalarca kontrol edip, çoğu cümlesine emeğini katmıştır; kocası Tolstoy'un anlatmak istediği fikirlere yabancılaşmış; kocasını anlayamıyor.'




İşte böyle bir ikilemler zincirinin her çemberini ağır ağır yontuyor yönetmen Michael Hoffman.


'Ya sonra?..'


Sonra, Tolstoy cemaatinin lideri Çertkof (Çert, Rusça'da 'Şeytan' anlamına gelmektedir) Tolstoy'u tüm eserlerinin haklarını Rus halkına dağıtmak için ikna ediyor. Bu elbette ki Tolstoy için alınması zor bir karar değil; özel mülkiyet kavramına karşı bir yazardan bahsediyoruz.


Sonra, Sofia Andreyevna bundan haberdar oluyor ve kocasının üstüne gidiyor. 


Sonra, Tolstoy karısının söylenmesinden yorulduğu için doktoru ve kızıyla birlikte evden kaçıyor.


Tolstoy'un tek istediği huzur içinde çalışmakken; karısının tek istediği kocasını kaybetmemek. 


Böylelikle ortaya bir dizi kavga sebebi çıkmış oluyor.


'Oyuncular.'
Lev Tolstoy'u Christopher Plummer, Sofia Andreyevna'yıysa Hellen Mirren canlandırıyor. Söylenene göre bu iki rol için Anthony Hopkins ve Meryl Streep ile anlaşılmak üzereymiş, fakat olmamış. Pek de önemli değil gibi... Zira hem Hellen Mirren, hem Christopher Plummer karakterlerini gayet başarılı canlandırıyorlar.

Bunda tabii, filmin pek onların ağzından anlatılmamasının da payı var... Film Tolstoy'un komününe gelen bir genç yazarın bakış açısından anlatılıyor. Bir yandan da arka perdede bu genç yazarın Tolstoy'un yol göstericiliğinde yaşadığı aşk var. 


İşin bu kısmı beni biraz rahatsız etmedi değil. Tamamen sübjektif sebeplerle, filmin biraz daha 'sadece' Tolstoy üzerine odaklanmasını ve bu büyük yazarla izleyici arasına bir üçüncü kişiyi sokmamasını isterdim.


Son söz: Bir parça yavaş bir film. İzleyici heyecan aramasın -filmin tamamına yakınını yazımda anlatmış olmamdan bunu anlamışsınızdır diye umuyorum-


Tolstoy: "Sofya'ya kur yaptığım vakitler, o kadar genç ve o kadar saftı ki... sanki ona sahip olmam imkansız gibiydi. Ona neler hissettiğimi söylemek istemiyordum, ama başka bir şey söylemek de istemiyordum... Bu yüzden ona mektuplar yazdım ve içindeki şifreleri çözmesini istedim... İlk başka çok şaşırdı ve bunun bir çeşit oyun olduğunu düşündü... Sonra ona bir ipucu verdim, yalnızca bir ipucu: ilk satırdaki 'S' ve 'G', 'Senin Gençliğini' ifade ediyor... Tüm söylediğim buydu...



"Sonra mucizevi bir şey oldu, cümleyi kolayca okudu: 'Senin gençliğin ve mutluluğa olan arzun bana insafsızca yaşımı ve mutluluğun benim için ne kadar imkansız olduğunu hatırlatıyor...'. İşte o zaman hayatımızın sonuna dek birlikte olacağımızı anladım, çünkü tek bir ipucuyla cümlemin içerisindeki tüm şifreleri çözmüştü."

25 Haziran 2011 Cumartesi

Into the Wild


Emile Hirsch as 'Christopher Mccandless'
Christopher Mccandless

Çok basit bir soru vardır kendimize sormamız gereken. Çok basit ve su gibi akan bir soru. "Niçin varız?" Soru işte bu kadar basittir. Bir çırpıda sorarsın ve biter. Ancak o soru bir kere ağızdan çıkmayagörsün. Tüm bedenini kavurur, kavururken bedenini beynini dondurur, beynini dondururken avucunu hissetmezsin, ruhun uyuşur.

Bu soruyu soranla genelde dalga geçilir. Mütemadiyen ağza dolanır bu kimse ve toplumun maskarası edilene, pestili çıkarılana dek rahat bırakılmaz. Dedik ya toplum ve beraberinde gelen toplum baskısı her şeydir. Eğer on kişi hep bir ağızdan Galata Kulesi'nin denizin ortasında kırıttığını, Kız Kulesi'ninse Taksim-Tünel'de İstanbul sarhoşlarının işeme duvarı haline geldiğini söyleseler, on birinci buna inanır.

Bu iş böyledir. Sıkıntı on ikincidedir.

On ikinci buna inanmaz. İnanmaz ise ne olur?

  1. Yok arkadaş, ben bu lavuklarla takılmam, bu toplum benlik değil, benim sorularım var ve yalnızca soru sormasını bilenler cevaplandırılmayı hak ederler, der ve toplumun dışına çıkar.
  2. Yahu ben bu dünyada ne yapıyorum, benim görevim ne, dur bakayım başka zatlar da benim bu varoluşsal endişemi paylaşıyorlar mı?, deyip bu "varoluşsal endişelerini" yakınlarındakilerle paylaşırlar; anında da dalga geçilen kimse durumuna düşüp, toplumdan ister istemez dışlanırlar.
Yani her halükarda toplumdan koparsın bu soruyu sorarsan. 

Koparsın toplumdan çünkü artık her şeye farklı bakarsın. Yüzlerce lira harcayarak votka banyosu yaptığın geceler, anlamadığın müziklerle garsonlara çarpa çarpa dans etmek, artık hoşuna gitmemeye başlar. Karı-kız muhabbeti başlayınca sıkılırsın, giyim-kuşam sohbetlerinde miden bulanır ve biranda orayı terk etmek zorunda kalırsın.

"Ben aşığım hüleayn!" diye anırarak ağlayan ve muhtemelen sarhoş olmayarak sarhoş taklidi yapan arkadaşlarını yatıştırasın gelmez, onun yerine bir köşeye geçer sen de bir iki tek atarsın.

Sıtarbaks kafeye gitmek yerine Mustafa Amca'nın Danışman'ında çay içesin gelir. Mokiyato sokiyato yerine kallavi bir Türk kahvesi çeker canın.

Kız arkadaşına şiir okuyasın gelir, hatta hastalığın ilerlemişse şiir falan yazarsın.

Bir de ozan olursun yani...

Arkadaşların son model telefonlarıyla birbirlerinin fotoğraflarını çekerlerken; sen, telefonunu kırık tuşlarıyla seversin...

Ve tüm bunlar akranlarının hoşuna gitmez. Gitmez çünkü onlar bu soruyu kendilerine asla sormamışlardır. Onlar için eğitim vardır, iş başı yapmak, para kazanmak, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, gayrimenkul satın almak ve Muğla koylarından birine yelken açmak vardır. Olay budur. 

Oysa bu soru, başla başına bir köstek olur onlar için, yalnızca masum bir soru olmaktan çıkıp.

Şu yukarıda saydıklarımı bu "soru sormuşlar" asla yapamazlar. Çünkü anlamlandıramazlar.

Her yaptıkları eylemin öncesinde "neden?" derler, sonrasındaysa "sonra?".

-Neden üniversite? (önce) -Peki ya sonra, hadi üniversite bitti sonra ne olacak? (sonra)

Kimileri bu soruyu düşünerek ölürler; şanslılardır çünkü en azından bir gerçek uğruna kafa patlatmışlardır.

Kimileriyse bu soruyu sorup kendilerini toplumdan soyutlarlar; şanslıdırlar çünkü hayatlarını inanmadıkları bir toplumda, inanmadıkları kurallarla (kural denilen şeye de inanmazlar çoğu), inanmadıkları yapmacık insanlarla piç etmezler.

Sean Penn (sol tarafta) filmin yönetmeni
İşte Into the Wild bunu anlatır. 

Bu "tehlikeli" soruyu kendine sormuş bir çocuğun, toplumdan ve toplumun tüm getirilerinden biranda kopuşunu anlatır.

Filmin tamamı bu soruyu sormaya cesaret edemiyor tabii ki... Çünkü bu bir Amerikan filmi ve 1942 yılında, savaşın ortasında Roosevelt Oscar'lı Hollywood yönetmeni John Ford'u Beyaz Saray'a davet etti ve o gün Hollywood'ta Beyaz Saray'ın, Pentagon'da da Hollywood'un irtibat bürosu kuruldu.

Çünkü çoğu sinema yapan ülke böyle tehlikeli bir soruyu sormaya cesaret edemez. 

Çünkü herkes Godard değildir.

Çünkü herkes Zeki Demirkubuz değildir.

Çünkü birkaç ülke ancak bu cesareti gösterir, o da emin olun ABD değildir. ABD eğer kendini bu "hassas" soruyla alakalı bir film yapmaya adamışsa, bilmek lazım ki bu sorunun cevabını kendi lehine kullanacak bir yere bağlayacaktır. Nitekim de öyle oluyor. Lütfen filmi bu ayrıntıya dikkat ederek izleyin. 









Dip Not: Film Jon Krakauer'in aynı adlı romanından uyarlama. Romanı okumadım. Kitabın da, tıpkı filmdeki gibi; sonunda 'kapitalist endişelere' yer verip vermediğini bilmiyorum. Bu yüzden kitap ile filmi tamamen birbirinden ayrı tutmak gerekiyor. Filmde "soruzede" genç çocuk para kazanmak için Burger King'te çalışıyor oysa ki kitapta bu durum çocuğun para kazanmak için Mc Donald's'ta çalıştığı olarak anlatılıyormuş. Buradan acaba filmin içinde adı geçsin diye Burger King'in daha fazla para verdiğini çıkarabilir miyiz?

Le Concert


İlkokul üçüncü, ya da dördüncü sınıftaydım. Beş katlı bir binanın bahçe katında, sarmaşıklarla sarılı pembe-mavi bir sınıfın içinde henüz başlayan yeni dönemin sıfır kilometre müzik hocasını bekliyorduk. Ellerimize daha çok birbirimizin kafasını yarmada kullanacağımız flütler tutuşturulmuştu ve her ne kadar "ispikçi" olmaktan utanmayan sınıf arkadaşımız en bilgiç tavrıyla bize sessiz bir şekilde oturarak 'öğretmenimizi' -bu kelimeyi kullanmayalı ne kadar olmuş!- beklememiz gerektiğini söylese de, hiç birimizin bunu umursadığı yoktu; olsaydı bir yanlışlık var, derdim zaten...

Benim tek göz saatte -flik flak'ları hatırlayan var mı?- bir yandan etrafımdakilere sataşıyorum, bir yandan da var gücümle kola kutusunu eziyorum; malum, teneffüste maç yapılacak ve sonra zaman kaybetmemek için şimdiden ben gereçleri tedarik ediyorum.

Derken sınıfa müzik öğretmenimiz giriyor. Saçlar kıvırcık kızıl, ojeler desen saçlarla uyumlu kırmızı tonlara kaymış, hafif toplu bir 'örtmen' işte... Duruyor, duruyor ve bizi bu donukluğuyla ve üzerimizde hiç üşenmeden gezdirdiği gözleriyle susturuyor; ardından da hepimizin ona ve söyleyeceklerine konsantre olduğumuzdan iyice emin olduktan sonra bomba gibi bir soruyu patlatıveriyor:

-"Alkolik bir kocanız var, fakirsiniz, altı tane çocuğunuz olmuş ve hepsi de engelli, yedinci çocuğa hamilesiniz; doğurur musunuz?"

Herkes buz!.. O kadar etkisi altına girmişiz ki sorunun, hiçbirimizin ağzından "ama hocam erkekler doğuramaz ki?", ya da "iyi de biz hepimiz zengin sübyanlarıyız; asla fakir olamayız" veyahut: "örtmenim zaten altı çocuk yapmış bir ananın yedinci çocuk donuna kendiliğinden düşüverir" gibi kafa karışıklığı belirtisi tepkiler çıkmıyor...

Örtmen birimizi seçiyor, soruyu soyutluktan somutluğa geçirmeye çalışıyor. Çocuktan, sonradan anlayacağımız üzere, tam da beklediği cevabı alıyor: "hayır örtmenim, yedinci çocuğu yapmazdım", bir başka çocuk daha: aynı cevap, bir tane daha; yine aynı cevap... Bu soru böyle beş on öğrenciyi kitliyor.

Sonuç?

Sonra hoca şöyle bir bakıveriyor sınıfa, gözleri kısıyor, avucunu yapıştırdığı masadan elleri çekiyor, kolları göğsünde kavuşturuyor ve dudaklarını sinsice kıvırarak şöyle diyor: "evet çocuklar; Ludwig Van Beethoven'ı doğurma şansını kaçırdınız..."

Eminim bu hikayeme "ve hoca, 'dersimiz burada bitmiştir' deyip sınıfı gizemli bir biçimde terk etti; hepimizi yanıtsız sorular içinde bırakarak, bize acımadan bizi bırakıp gitti ve bir daha onu, Madame Bovary'yi asla görmedik..." tadında bir son yapıştırsaydım bu hem o tombalak hocamızı, hem beni, hem de seni mutlu ederdi; ama biliyorsun ki ilk okulda ders süresi 40 dakikadır ve senin örtmen olarak "hadi hacı ben kaçar!" deme lüksün yoktur...

...

Peki şimdi, Ukde Sineması'nda "Le Concert" filmini izlemiş olan birisi niçin film yazısına böyle bir anekdotla başlar sorusuna gelelim?

Cevap basit; bu film bana niyeyse 'aile bağları', 'ailevi gizemler' ile 'klasik müzik'in arasındaki o saydam halatı hatırlattı, tıpkı yıllar önce örtmenimin bana ve bütün sınıf arkadaşlarıma anlattığı küçük  hikayenin bana aynı temaları hatırlatmış olduğu gibi...

En iyisi filme girelim:

İnsanoğlunun akıl edebildiği 'en insani' sistem olan komünizmi hepimiz biliriz. Hani şu kimilerinin "rezalet!", "berbat!", "tiksinç!" diye nitelendirdikleri 'eşit haklar ve özgürlük' fikirlerine dayanan düzen var ya, işte o. 

Birkaç defa, birkaç nadide toprak parçası tarafından denenmiş, fakat maalesef dikta rejimlerinin, baskıcı ve anti-özgürlükçü zatların eline geçince inim inim inleyerek çürümüş o kırmızı fikir; haliyle korkulacak hale gelmiş, hep yanlış anlatılmış ve anlaşılmış, kağıt üzerinde kalmış ve araştırılması sürekli engellenmiş fikir ve o fikrin kokusunu sindirdiği bir düzlemde geçiyor "Le Concert" filmi: SSCB'nin son günlerinde. Bir daha belini doğrultamayacağı hasta yatağından dünyaya bakarken anlatılıyor film.

Moskova'nın meşhur Bolşoy Orkestrası'nın şefi Andrei Simonovich Filipov (Aleksey Guskov) ekibine Yahudi sanatçılar dahil ettiği için görevinden alınır ve hayatını ancak temizlik işçiliği yaparak kazanabilir hale gelir. (Unutmayalım 20. yüzyılın ikinci yarısının en ateşli dönemlerinden bahsediyoruz)

Filipov'un içindeki orkestra şefi hiç ölmemiştir ve koca orkestrayı gümbür gümbür yönettiği günlere geri dönmek için yanıp tutuşmaktadır.

Tamamen bir tesadüf eseri Filipov'un kapısına, bu isteğini gerçekleştirme fırsatı gelir. Günün birinde Bolşoy Tiyatrosu'nun müdürünün odasını temizlerken eline bir faks geçer. Faks Fransa'dan gelmektedir ve içeriği tam Filipov'u mutlu edecek cinstendir: "Théâtre du Châtelet sizi ve muhteşem orkestranızı sahnesinde ağırlamaktan mutluluk duyacaktır!".
Böylelikle tamamen yasak olmasına karşın Filipov büyük bir suç işliyor olduğunu bile bile, bu büyük hayalini gerçekleştirmeye karar verir. Yeni Rusya'yı temsil eden orkestra yerine, kendi Bolşoy Orkestrasını toplayarak, herkesten gizli bir şekilde Paris'e gitmeye karar verir. Fransızca bilen arkadaşları sayesinde görüşmeler yapılır, aranan şartlar yerine getirilir ve genellikle Romanlar'dan oluşan bir orkestrayla birlikte Filipov kendini Paris'te bulur. Asıl macera ise tüm bu yaşananlardan sonra başlar.

Yıllardır birlikte çalmamış bir orkestrayla çalışmak elbette kolay olmayacaktır. Ayrıca Rusya'da gerçekleri öğrenme ihtimali her an mevcut bulunan bir dolu insan vardır ve konser zamanı yaklaşmaktadır.
Bu sıkışıklıkta Filipov, Paris'teki yöneticilere ünlü keman virtüözü  Anne-Marie Jacquet'i (Mélanie Laurent) de mutlaka konsere dahil etmek istediğini iletir ve onunla da görüşmeler başlar.

Peki konserde ne gibi sürprizler olacak, Anne-Marie Jacquet'in niçin muhakkak orkestraya dahil olması ve bir solo performans gerçekleştirmesi gerekiyor? Tüm bunların tarihle olan sıkı-fıkı ilişkisi ne?

İşte tüm bu soruların cevabını "Va, Vis et Deviens (2005)" ve "Train de Vie (1998)" gibi filmleriyle sinemaseveri mest eden yönetmen Radu Mihaileanu müthiş akıcı bir anlatımla veriyor. Yeryüzündeki çoğu insanın korktuğu iki önemli konuyu, "klasik müzik" ve "komünizm"i bu denli akıcı bir dille anlatabilmek çok güç bir iş ve Mihaileanu'da bu işin altından başarılı bir biçimde kalkıyor. Muhakkak bunda babasının etkisi olmuştur. Mihaileanu'nun babası "Un Eté Inoubliable (1994)" gibi önemli filmlere imza atmış Lucian Pintilie gibi önemli bir yönetmen için senaryolar yazan, komünist Yahudi bir gazeteci imiş. Bu hem anlatımı kuvvetlidir, hem komünizmi bilir demektir ki, filmde bu temalardan sıkça bahsedilmektedir.

Bilmiyorum yıllar evvel yaşadığım o anekdotla bir alakası var mıydı filmin, ama var olduğunu düşünmesi bile hoşuma gidiyor.