2011

5 Ekim 2011 Çarşamba

Elizabeth: The Golden Age


Cate Blachett-Elizabeth: The Golden Age-2007


Ailemin tarihe ilgi duyan fertleri, belki de bugünlerde televizyonlarda dönen yabancı kraliyet dizilerinden dolayı sürekli Kraliyet aileleri ve içinde dönen entrikalar hakkında konuşur oldular. The Other Boleyn Girl gibi filmler, The Tudors gibi diziler ballandırıla ballandırıla anlatılıyorken aile meclislerinde, ben de bir Kraliyet filmini Ukde Sineması'na taşıyayım dedim. Elizabeth: The Golden Age filmi işte böyle yansıdı beyaz perdeye.

Film çok boş geldi bana. Ama bunun hakkında uzun uzadıya yazı yazmak bence hiç benlik bir durum değil; çünkü bu tarz "klasik eserler" pek benim kalemim değil, anlamam hiç. O yüzden daha net gitmek gerekiyor belki de. Yalnızca dört temel başlık altında incelemek lazım gibi geliyor filmi.

İsminden ve afişinde geçen üç üst isimden bahsedelim.

Ama önce genel hatlarıyla konu:

1588'li yıllara dönüyoruz filmde. Papayı arkasına almış bir İspanya Krallığı ve yasak elmanın tohumu Elizabeth önderliğindeki Britanya Krallığı karşı karşıya. (Niçin "yasak elma" diyorum Elizabeth için merak eden varsa, 1998 yapımı Shekar Kapur filmi olan Elizabeth'i izlesin muhakkak veya kendi imkanlarıyla araştırsın tabii.) 

İspanya Kralı Filip, taht konusunda hakkı yendiğini düşünen Mary Stuart ile, ki kendisi Elizabeth'in -Cate Blanchett kuzenidir ve tahtta gözü olduğu için Britanya'nın kuzeyinde ev hapsindedir, bir anlaşma yaparak Elizabeth üzerine ordusunu salar. 

Bir savaş yaşanacaktır.

Beri yandan da Elizabeth ile vatanının denizcisi Sir Walter Raleigh -Clive Owen- arasında bir çeşit duygusal etkileşim başlar. İşin içine entrika sokmamak olmaz, felsefesinden yola çıkılarak bir duygusal etkileşim de yine Sir Walter Raleigh ile Elizabeth'in nedimelerinden Bess Throckmorton -Abbie Cornish- arasında gerçekleşir. 

Böylelikle de bir aşk üçgeni oluşuverir.

'Şimdi gelelim şu dört önemli başlığa!'

1- Elizabeth: 'The Golden Age'

İngiltere tarihini iyi bildiğimden değil ama film boyunca filmin görkemli isminin gerekçesini anlamaya çalışarak izlemeye çalıştım her sahneyi.

Bizde Muhteşem Süleyman durumu vardır. Nedir efendim; Osmanlı topraklarını genişletebildiği kadar genişletimiş, hem denizde hem karada başarılı savaşlar vermiş bir padişahtan bahsediyoruz. Peki, bu başarı, isminin başına Muhteşem lakabını ekletecek kadar büyük bir başarı mıdır? Öyle görünüyor.

Diğer tarafta filmin ismi duruyor gözümün önünde. The Golden Age; Altın Çağ. Peki niçin altın çağ? Bunun onlarca açıklaması olabilir belki. Bu yazıyı okumakta olan ve İngiliz tarihini iyi bilen kimseler belki sinirlenebilirler; çünkü niçin bu döneme Altın Çağ dendiğini biliyorlardır. Ama ben bilmiyorum. Bilsem de, bilmiyormuş gibi izliyorum filmi. Dönüp araştırma yapmak zorunda mıyım? Açıp ansiklopedileri saatlerce okumak zorunda mıyım! Eğer sen bir film yapıyorsan ve eğer ismini THE GOLDEN AGE koyuyorsan, bana bu ismin nereden geldiğini de açıklamak zorundasın. Bana öyle bir izah etmelisin ki hem de bu durumu, ben filmin her saniyesinde "vay be, hakikaten de İngiliz tarihinin en parlak dönemi buymuş!" diyeyim. Ama öyle bir şey yok filmde. Yakınından bile geçmiyor hem de... Yalnızca entrikalar ve bir "görkemsiz" savaş. Hepsi bu...

Bu açıdan film, duvara ilk toslamasını yaşıyor. Yalnızca bunun için hem de!


2-Woman-Kadın

Geoffrey Rush
Bu açıdan diyecek pek bir söz yok. Bir kraliçenin aslında ne kadar yalnız olabileceğini -tıpkı bir kralın olabileceği gibi- film çok iyi anlatıyor. Her şeye sahip bir kadın, ama sevdiği adamı elde edemiyor. Tam elde ettiğini zannederken de, bir anda sevdiği adamın aslında kendinden bir başkasına aşık olduğunu öğreniyor. Sevdiği adamın ve en yakın nedimesinin çocuklarını kendi ellerinde kutsuyor vb. 

Bunlar gerçekten bence filmin en acı ve en "gerçekçi" yanlarıydı. Ama sanki bu da biraz fazla abartılmıştı. Öyle ki, kadının, kraliçenin yalnızlığından bahsedeceğim diye filmin eğilmesi gereken diğer hususlar anlatılamadan kalmıştı. Öyle çok çullanılmıştu ki kraliçenin yalnızlığına, ortada apar topar savaş sahnelerine geçiş ve bir anda aile içi drama yelken açmak gibi saçma sapan bir kopukluk peydahlanmıştı...

İkinci bir duvara toslama anı da işte burada yaşanıyor, ilki kadar vahim değil ama sonuçları...

3-Warrior-Savaşçı

Elizabeth, tahtta gözü olan kuzeninin ihanetini görünce onu idam ettiriyor. Bunun haberini alan Filip de donanmasını hazırlayıp basıyor Manş üzerinden Britanya'ya doğru geçiyor. 

İşte bu sırada muhteşem Elizabeth'i görüyoruz. Cate Blanchett dev bir yer haritasının üzerinde yürüyor. Saçma sapan bakışlar atıyor çenesini kaşıyarak ve sonunda bir karar veriyor. Çok elzem bir karar, aman dikkat! Nedir? Britanya savunulmalıdır. Vay anam vay! Kararın ustalığında bak! Bu zor kararından ötürü, Ukde Sineması'nda o sırada oturan herkes Elizabeth'i alkışladı tabii. Düşünsenize, biri sizin üstünüze doğru koşuyor, size kafa göz dalacak! O sırada büyük bir karar vermek çok zor tabii. Sizlik iş değil bu! İyisi mi siz kararı Elizabeth'e bırakın. "Kendini savunmak" gibi zor bir kararı (!) ancak o alabilir bu dünyada! Çünkü o bir Warrior; o bir savaşçı!

Peki ne oluyor bu büyük savunma hamlesinin ucunda? Elizabeth donanmasını salıyor memleketinin kıyısı olan dibindeki denize. Manş denizi hiç olmadığı kadar dalgalı. İspanya Kraliyet donanması -zaten onca yol yapmış- ilerleyemiyor denizde. Üzerine bir de Elizabeth'in donanmasının saldırısına uğruyor ve İspanyol donanması denizle bir oluyor. 

Ne oldu peki? Elizabeth mi kazandı savaşı, yoksa şansı yaver mi gitti? Resmen denizin çıkarttığı huzursuzluk sayesinde kadın savaş kazanmış; ama büyük İngiliz filmi tabii bunu şöyle yansıtıyor: "bu bir komutan başarısıdır, yaşa Savaşçı Elizabeth!"...

Ne demeli ki?.. 

4-Queen

Kraliçe yani. Kraliçe Elizabeth diye dillere pelesenk olmuş kraliçe bu muymuş, diyorsunuz filmin sonunda. Aşık ama aptal aşık. Film boyunca yemediği hakaret kalmıyor. Herkesle yüz göz. Bekareti hakkında saçma sapan espriler yapıyor. Bir adam seviyor, öpüşüyor, kısa zaman sonra aynı adamın çocuğunu kutsuyor. Kuzeninin ölüm fermanını imzalıyor, idam edileceği sırada kendini yerden yere atıyor üzüntüden.

Bu nasıl bir kuvvet? Her adımı aciz bir kraliçeymiş bu Elizabeth, filme göre.

Bizim Padişahları öp de başına koy bu Kraliçeyi gördükten sonra. Yeri gelmiş kardeşlerini öldürmek zorunda kalmışlar bizimkiler. Kendi elleriyle hem de... Kuzen nedir ki?..


'İşin özeti!'

Clive Owen
Film her açıdan sınıfta kalıyor. Her şey bitip de en azından şunu gördük, şu konuda zihnimiz açıldı diyebileceğimiz hiçbir şey yok filmde. Peki Blue Ray izliyoruz, son model hoparlörlerimiz var görüntüler nasıl derseniz çok net cevap vereyim: berbat! Savaş sahnelerinin bilgisayar yapımı olduğu bu kadar belli olamaz. Son Osmanlı Yandım Ali'nin görüntü yönetmeni veya prodüktörü daha çok çalışmışlardır filmleri için. 

Hiçbir şey alamadım filmden.

Oyunculuklar hakkında olumlu bir şeyler söylemek isterdim. Fakat acaba bir bana ilk izleyişte Geoffrey Rush'ın rolünü açıklayabilir mi? Ben pek anlayamadım da?..

Clive Owen ve Cate Blanchett'a söz yok. Her ikisi de alanlarının teki bence. Ama orada da şöyle bir problem çıkıyor ortaya. Ne kadar tanıyoruz ki biz gerçek Elizabeth'i ya da Clive Owen'ın karakteri Sir Walter Raleigh'i? Kaç videosunu izledik? "0"...

Gerçekte nasıllarmış bilinmez. Ama bir imge yaratıp, onun üzerinden oyunculuklarını sergilemek konusunda her ikisi de hiç fena değil. 

'Filmi En İyi Özetleyen Fıkra!'

Temel gazetedeki roman satış rakamlarını okuyunca bu işte para olduğunu anlamış ve roman yazmaya karar vermiş. Bir randevu koparmış "bestselırımız" Orhan Pamuk'tan ve ona sormuş çayını yudumlarken:

-Yau Oran uşuğum, ha bu nedur la? Nedur la bu işun sırri? Nasıl yazaysun ha uşuğum sen pu romanlari? Ne edeysun da pu kadar satayı ha senın bu romanlar?
-Basit iş Temelciğim!  Aristokrasiyi, seksi ve gizemi içeren bir başlık bul romanına, gerisini boşver! Türk okuyucusu bu üç unsuru içeren kitap isimlerine bayılır, içinde ne var bakmadan hemen kitabını satın alır!

Aylar geçer ve Temel uzun bir uğraş ve didinme sonucu romanını nihayet bitirir. Yine bir randevu koparır Pamuk'tan ve ona romanının ismini bir kalemde okur: "Kontesi Kim Becerdi?"

Orhan Pamuk bayılır bu isme: "Aferim Temelciğim. Kontes ile aristokrasiyi, Kim ve soru işaretiyle ile gizemi, Becerdi kısmıyla da seksi katmışsın, harikulade olmuş!" der ve devam eder, "fakat bir küçük bilgiyi sana aktarmayı unuttum. Eğer şu başlığa bir de dini katarsan, tadından yenmez, hemen sen de benim gibi bestselır olursun!"

Temel evinde döner, birkaç ay daha çalışır ve Orhan Pamuk'un kapısını bir kere daha çalar.

Orhan Pamuk sorar:

-"Ne yaptın? Değiştirdin mi kitabının ismini?"
-"Ha uşuğum, değiştirdim?
-"Oku bakayım, ne koydun ismini?"
-"Allah Allah, Ha Bu Kontesi Kim Becerdu da?"

***
Al sana Elizabeth: The Golden Age filmi: gizem, seks, din ve aristokrasi. Ama hepsi çakma!

2 Ekim 2011 Pazar

Cuore Sacro


Barbora Babulova


Ferzan Özpetek 2005 yapımı Cuore Sacro filmi için çok net bir açıklama yapmış: "kariyerimin en zor filmiydi." Hakikaten de diğer Ferzan Özpetek filmlerinden ayrılan bir yanı var Cuore Sacro'nun. Edebi olarak da "yüksek bir anlam" taşıyan film, öyle gözüküyor ki uzun süre de Özpetek filmografisinde apayrı bir yere sahip olacak.


***


Oyuncak bebekleri sevmedim çok
Evcilik oynamayı
Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı

Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı

Kadınları, erkekleri, romanları
Hele başkaldıranları

Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım, evet
Hayat sana teşekkür ederim

Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım, evet
Hayat sana teşekkür ederim

Sezen Aksu'yu pek sevmem. Tamamen duygusal olduğu için belki de. Ama Ferzan Özpetek onu çok seviyor ve çoğu filminin bir yerlerine yüreğe dokunmayı belli oranda başaran şarkılarından birini ustaca yerleştiriyor. 

İsterim ki bu şarkının sözlerini aklımızda tutarak bakalım filme. 
***
Resim yazısı ekle
Evler, bildiğimiz gibi, bizim kültürümüzde dünyadakine nazaran çok daha derin bir yer tutar. Yabancı -"yabancı"yla kastettiğim daha çok batılılar- evlerine pek de öyle düşkün değillerdir. Paris'teki en büyük apartman daireleri, bizim orta büyüklükteki apartman dairelerine anca tekabül eder. Onlar hayatlarını daha çok dışarıda geçirmeye çalıştıklarından belki de, bu ev işine pek öyle özen göstermezler. Bizdeyse durum tamamen farklıdır. Evin en iyisini alıp, dekorasyonuna para saçmaktır maharet. Siz hiç bir batılının Türkiye'ye gelip de "yahu Kapalı Çarşı'ya geldik, şuradan evime bir vazo alayım!" dediğine şahit oldunuz mu? Zordur. Onların çoğu için ev, başını sokacağı bir çatıdır. Bu yüzdendir ki, bizim gösterdiğimiz önemin onda birini göstermezler evlerine; ayakkabılarıyla salonlara kadar girer, dairelerini pek benimseyemezler.


***
Cuore Sacro'da karşımıza çıkan bir İtalyan iş kadını var. Başına kimi kötü olaylar gelmiş. Bunların üstesinden gelmeye çalışırken, bir olaylar silsilesi onu kendisiyle yüzleşmeye itiyor.

Küçükken kaybettiği annesinin, otuz yıldır uğramadığı dev evine gidiyor Irene -Barbora Bobulova. Sebebiyse; kimsenin kullanmadığı bu evin satış emrini çıkarmak ve son kez annesinin yaşadığı evi ziyaret etmek. Ev satıldıktan sonra da, para zaten gittikçe büyüyen şirketine kalacak. 

Annesiyle kopuk bir ilişkisi olmuş Irene'nin. Onunla küçükken bir sebepten kavga etmişler ve o günden beri de hiç görüşmemişler. Annesi ölmüş sonra. Irene de büyümüş. Hem yaşça, hem de maddi bakımdan.

***

Yıllar sonra annesinin evine gittiği vakit karşılaştığı manzara karşısında şaşırıyor tabii Irene. Her şey, sanki el değmemiş gibi evde. İnanılmaz bir hava var. İnsanın ruhunu yumuşatan, garip bir mistik yanı var bu evin! Eşyalar, duvarlar, tablolar (!) ve her şeyiyle ev, Irene'nin benliğine bir yolculuk yapmasına yol açıyor. Bir çeşit iç hesaplaşma da denebilir buna. 

Herkesin kendine giden bir yol vardır tabii. Çetin bir yoldur bu. Bir kez girdin mi de o yola, bir daha hayatta çıkamazsın. Öyle bir şeydir ki bu: girdiğin yoldan geri dönmek ne kadar zorsa, o yolun sonunu görmek de işte o kadar zordur.
 
"Yalnızca büyük romancılar" el atmışlardır bu konuya, büyük şairler de. "Bir ben var benden içeri," demiş Yunus Emre. Ya da Hermann Hesse, Demian kitabına şöyle başlamış: 
"İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı,
ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca.
Neden böylesine güçtü bu?" 
Aynı büyük yazar, Demian kitabının 62. sayfasında (Can Yayınları) şöyle der: "Ah, bugün biliyorum ki, insanın kendini kendisine götüren yolu izlemesi kadar dünyada nefret ettiği başka bir şey daha yoktur."

Bunların hepsi, büyük yazarların, büyük şairlerin yalnızca birkaçının konuya yaklaşımı. 

İşte Irene için de benzer bir zavallılıktan söz edebiliriz. Irene, bir şekilde küçüklüğünün geçtiği evi görüyor ve kendi iç hesaplaşmasına gidiyor. En derinine, dibine giriyor kendisinin.

***
Peder Carras (Massimo Poggio)
Bu bağlamda filmin içine dini bir yan da giriyor. Irene'nin gezdiği annesine ait odada, duvarların baştan aşağı kimsenin anlayamadığı bir dilde yazılarla dolu olduğu görülüyor -bu yazıların dini bir içeriğe sahip olduğunu Benny'den öğreneceğiz. Bu kısım Özpetek için çok önemli. Filmde, işin bu yönüne çok önemli bir paye biçiyor Türk asıllı İtalyan yönetmen. Öyle ki, filmin bu sahnelerinde vermek istediğiyle, İtalya'da bir çok entelektüel kesimin dikkatini çekiyor ve hakkında makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor. 


***
Bu anlattıklarım filmin mekanlarla olan ilişkisiydi. Mekanlardan doğan gerçekçi kısmıydı. Bir de insan ilişkileri var tabii.
Benny (Camille Dugay Comencini), Peder Carras (Massimo Poggio) ve Elenora(Lisa Gastoni). İyinin içine hangi oranda kötünün, kötünün içineyse ne kadar iyilik girebileceğinin kanıtı karakterler. 

Benny (Camille Dugay Comencini)
Benny, Irene'nin annesinin evinin bulunduğu muhite gittiği zaman karşılaştığı on küsur yaşında bir hırsız kız. Çok ciddi suçları olmasına rağmen, filmin birçok yerinde de açıklandığı gibi, Benny aslında yaptığı hırsızlıkları hep birilerine iyilik yapabilmek için yapıyor. Yani çaldığı paralarla fakirleri doyuran bir modern Robin Hood da denebilir onun için.

Peder Carras, peder olması sebebiyle de zaten aslında iyi görünümlü bir insan. Ancak o da tıpkı Elenora gibi -Irene'nin akıl danışmanı ve Irene'nin sahip olduğu şirketi her türlü zalimliği göze alarak büyütmesinden yana- genelde iyi ama karanlık yönleri de bulunan bir karakter. 

Tüm bu karakterlerle Ferzan Özpetek izleyiciye iyilik ile kötülüğün aslında ne kadar göreceli kavramlar olduğunu ve ne kadar iç içe olduğunu kanıtlıyor. 

Buradan kendi içimizdeki bizin, dışımızdaki bizden farklı olabileceği varsayımına varabilir miyiz?

***
Esrarengiz onca olayla örülü bu filmi izlemeye başlamadan evvel biraz okuma yapmak belki doğru olabilir. Bu sayede evin en alt katındaki karanlık bodrum; o bodrumun niçin filme eklendiği belki biraz daha açığa çıkabilir. "Niçin o bodrum oradaydı?", "Hadi oradaydı, niçin karanlıktı?" gibi sorularla yola çıkılırsa, belki de o bodrum katının neyi sembolize ettiği daha rahat anlaşılabilir.

Filmin sonunda da öyle büyük bir patlama beklemesin kimse. Ya da belki de bana öyle geldi, ama filmin sonunda öyle ağızları açık bırakacak bir akıl oyunu yok. Her şey gayet açık.

***
  1. Irene'nin varını yoğunu fakir insanlara adaması ve hayatta para kazanmaktan daha önemli şeylerin de olduğunu kavraması, bu uğurda kimseye kulak asmamasındaki eşitlikçi yan çok hoşuma gitti.
  2. Benny, ismiyle yalnızca Türkçe bilen kimselere yollanan mesajı alabilmiş olmak, çok hoşuma gitti.
  3. Ferzan Özpetek'in, Fatih Akın'a nazaran daha edebi ve sanatsal bir dil araması çok hoşuma gitti.
  4. Filmde Türkiye'ye dair Sezen Aksu şarkısından başka bir de Mevlevi bir bakış açısının yer alması çok hoşuma gitti.
  5. Ferzan Özpetek'in en azından bir filmini homoseksüeliteyle harmanlamamış oluşunu görmek çok hoşuma gitti.
  6. Filmdeki Peder Carras'ın "biri eğer sizden bir ekmek istiyorsa ona on ekmek vermeyin; çünkü aç olan dokuz kişi daha var" sözü çok hoşuma gitti.
***
Yazıyı Ferzan Özpetek'in ağzından filmin ilk akla düşüş hikayesiyle bitirelim:

Çok sevdiğim bir arkadaşımı kaybettim. Aradan altı ay geçtiğinde ona çok benzeyen bir kadınla karşılaştım. Tüylerim diken diken olmuştu. Ama baktım ki, kesinlikle alakası olan bir insan değildi. Bunun dışında çevreme baktığımda kendimi maddi ve manevi açıdan çok şanslı bir insan olarak görüyorum. Böyle olunca bir süre sonra sizin kadar şanslı olmayanları düşünüyorsunuz. Hindistan’da 1,5 ay kadar kaldıktan sonra İtalya’ya döndüğümde durup dururken ağlıyordum. Bu duygularımı anlatmak istedim filmde. 
 

Eastern Promises


Eastern Promises-2007

Universitat Autònoma de Barcelona'da Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Uluslararası Avrupa Politikası dersinin hocası "doğuyu daha iyi anlamak için, eğer ilginizi çekiyorsa tabii, size önerdiğim ve tahtaya yazdığım şu on üç filmi izleyiniz" demiş, havanın tam olarak renk vermediği bir sonbahar gününde, sınıftaki kafası karışık onlarca öğrencisine. O esnada sınıfta bulunan tüm talebeler tahtada yazan film isimlerini ha bir gayret irili ufaklı, kareli düz çizgili defterlerine geçire dursunlar, aralarından bir tanesi -laf aramızda en güzel ve en tatlı olanı- gözlerini tavana dikmiş ve hocasının verdiği listede on ikinci sırada bulunan filmi izlediği günü hatırlamaya çalışmış. 

Benim aslımı yitirmemden kısa bir süre evvel bu kız, benimle birlikte Ukde Sineması'nda on ikinci sırada bulunan filmi izledi. On ikinci sırada bulunan filmin ismi Eastern Promises idi...

***
Anna -Naomi Watts- genç bir ebe. Londra'da bir hastanede çalışıyor ve günün birinde önüne 14 yaşında hamile bir kız geliyor. Kızcağız bebeğini doğururken can veriyor. Talihsiz olduğu her halinden belli bu kızcağız geriye bir  bebek ve bir de günlük bırakıyor. Bıraktığı günlüğün her satırının Rusça oluşundan anlıyoruz ki kız Rusmuş. 

Anna, bebeğin babasının kim olduğunu bulabilmek için en azından günlüğe el koyuyor ve işte hikaye bir nevi tam bu noktada başlıyor. Anna, ailesinin temelleri Rusya'ya dayanan bir kız. Rus kökenli bir aileden geliyor yani ve amcası Stepan'a -Jerzy Skolimowski- doğum esnasında ölen kızın Rusça tutulmuş günlüğünü götürüyor. 

Amca Stepan günlüğü ayaküstü tercüme ediyor ve kafasını toparladığı zaman da yeğenine bulunduğu tek öneri şu oluyor: "bu günlük, ölen kızla birlikte gömülmeli!" Ortaya çıkıyor ki; tıpkı filmin soundtrack'inde de ölen kızın kendi sesiyle anlattığı gibi, kızcağız hayatının bir kısmını bu günlüğe işlemiş. İngiltere'ye nasıl ve niçin geldiğini, o düştüğü müşkül durumda hangi erkeklerin onu "kullandığını" ve bu erkeklerin ona tam anlamıyla "neler" yaptığını tek tek, kelime kelime, tüm açıklığıyla anlatmış kızcağız günlüğünde.

Ama dediğim gibi amca Stepan günlüğün tercümesi konusunda pek yardımcı olmuyor meraklı Anna'ya. Bu işlere burnunu sokmak istemediğini, yeğeninin de sokmaması gerektiğini ona en açık haliyle anlatıyor. Fakat Anna -belki de bu kısmıyla biraz hocanın söylediği "doğuyu anlamak" konusuyla uyuşuyor film- kendi Avrupai düşüncesiyle, "ne var ki korkulacak, ne olabilir ki? Giderim, kız öldüğünde üstünden çıkan kartvizitin ait olduğu restorana ve restoran sahipleriyle konuyu açık seçik görüşürüm. Bir sıkıntı olursa da polise başvururum!" naifliğiyle düşüyor yollara...

Vincent Cassel&Viggo Mortensen
***

Vory z Zakone, sayıları dünya üzerinde 10.000'i bulan bir Rus mafya örgütü. Bir Türk sinema izleyicisinin daha iyi anlayabilmesi için şöyle diyelim: Vory z Zakone, Godfather'ın Rus versiyonu. Tam tercümesi de, araştırdığım kadarıyla "Hırsızlık Raconuna Uyan Suçlular" gibi bir şey...

***
Tabii Anna, ölen kızın üzerinden çıkan kartvizitin ait olduğu Rus restoranının sahiplerinin Vory z Zakone'nin önderlerinden olduğunu, motosikletiyle ve cebinde günlüğüyle yola düşerken bilemezdi... Ama en azından büyük sözü -amcasının sözünü- dinleyebilirdi.

Anna, restorana vardığı zaman karşısına çıkan üç baş karakterin hepsiyle o veya bu şekilde tanışmak zorunda kalıyor. 

1-Semyon (Armin Mueller-Stahl): Rus restoranın sahibi ve mafya babası. Bebeğini doğururken ölen kızın vaktiyle yanında, restoranında çalıştığını hemen fark ediyor. Kızı hamile bırakanın kim olduğunu da pekala biliyor -ben de biliyorum, filmin heyecanı kaçmasın. Bunun için önlemini alıyor. Anna'ya günlüğü okuyup okumadığını soruyor. Anna da Semyon'u, Rus göçmeni olduğunu fakat Rusça bilmediğini söyleyerek geçiştiriyor. Anna içine düştüğü belanın güç de olsa farkına varıyor ama ne derler: "bir kez mafya işlerine bulaştın mı, bir daha paçayı kurtaramazsın!" Gerçekten de öyle oluyor. Semyon, günlüğü kopyasız haliyle eline geçirmeden Anna'nın peşini bırakmıyor. 

Peki Anna'nın buna verecek bir cevabı var mı?..

2-Kirill (Vincent Cassel): Semyon'un harcıalem oğlu. Mafyanın gelecekteki lideri olacak olmasına rağmen çok yeteneksiz ve tek yaptığı kızlarla düşüp kalkmak, sarhoş olmak ve yeraltı dünyasında olmanın tüm nimetlerinden yararlanmak.

3-Nikolai (Viggo Mortensen): Semyon'un şoförü, aynı zamanda da mafyanın her türlü pis-bela işlerini yapan bir numaralı tetikçisi. Çok kuvvetli, fakat tek dezavantajı "aileden değil". Bu durumu başına iş açacak. 

Bir de tabii Kirill'in en yakın arkadaşı. Zaman zaman aralarındaki ilişki laubaliliğe varsa da, her zaman için Kirill'den emir alan bir köle Nikolai. 

Nikolai'nin Anna'yla da garip bir ilişkisi olacak. Mafyaya yakışmaz, denilebilecek türden bir ilişki. Ama yaşananları tüm detayıyla öğrendikten sonra, aslında mafyaya her şey mübahtır, deyip de çıkılabilinir işin içinden. 

***
Yani özet olarak yolda yürürken bir çanta dolusu eroin bulduğunuzu düşünün. Bu eroinin durduğu çantanın içinden bir de kart çıkıyor şansınıza. Kartın üzerinde bir numara yazılı. Arıyorsunuz salak gibi, telefonun ucunda beliren çatallı ses size şöyle diyor isminizi de vererek: "telefonun artık bende var, polise gidersen ölürsün!"

Eastern Promises, işte böyle bir film.


***
Filmin yönetmeni kanadalı David Cronenberg iyi bir yönetmen olabilir. Herkes ona fevkalade büyük bir saygıyla bakıyor da olabilir, ama bu yine de benim onu beğenmem için bir sebep değil. Şimdiye kadar ilk dönem korku filmlerinden birkaç tanesini izlemeye gayret ettim. Sinemanın içine yaratıkların girmesini zaten hiçbir zaman onaylamadım; çünkü korku filmlerinin gerçekçiliğini kaybetmesi bence bu saçma sapan yaratık filmleriyle başladı. Bir Paranormal Activity bugün en korkutucu filmler arasına liste başından giriyorsa eğer, bunun bir numaralı sebebi Paranormal Activity'de hayatta inanasımızın gelmediği canavarlar görmememizdendir. Ortada bir belanın var olduğunu biliriz, ama bu belaya bir isim bulamayız. İşte film bu yüzden gerçek manada korkutucu olur. Paranormal Activity'de en azından bunu görüyoruz. Ya da The Blair Witch ile başlayan el kamerasıyla korku filmi çekme furyasının temeli de aynı noktaya dayanır. Dikkat eden, bunu rahatlıkla görebilir.

İşte bu yüzden Cronenberg'in ilk dönem filmlerini hiç sevemedim.

Ben aslında Cronenberg'in A History of Violence'ını da hiç sevmemiştim. Ukde Sineması Blog'ta da bunu yazdım zaten. Bence bugüne kadar Ukde Sineması'nda izlediğim en kötü ilk üç filme muhakkak girer A History of Violence...

Eastern Promises'ta da durum farklı değil. Bence güzel bir hikaye, berbat edilmiş. Filmin henüz ilk yirmi dakikasında konusunun nereye gideceğini, kimler arasında kavgalar çıkacağını ve hangi orta karakterlerin hangi saflarda yer alacağını bile çok rahat bir biçimde anlıyoruz. 

Bu yanı, filmi gerçekten rezil etmiş. Ama A History of Violence'takine göre bir nebze daha iyi bir yönetmenlik performansı sergilemiş Cronenberg bu filmde, hakkını yemeyelim.

***
Oyunculuklara geçtiğimizdeyse, ortaya muhteşem profiller çıkıyor. Zaten Vincent Cassel için yorumum hep aynı. Eğer Fransız olmasından kaynaklanan o koyu aksanı olmasaydı, bugün Hollywood'un aranan oyuncusu olurdu. Yine de elinde olanları, en iyi şekilde değerlendirmesini pek iyi biliyor Cassel.

Viggo Mortensen, zaten harikulade. Bu adamın ABD'li olduğuna bir türlü inanasım gelmiyor. Yok efendim Danimarka asıllıymış. Yok efendim bilmem kaç yıl Arjantin'de yaşamış... Hepsi hikaye! Adam İspanyol filminde oynuyor, anadili gibi İspanyolca konuşuyor; yetmiyor, İspanyol aksanıyla İspanyolca konuşuyor. Dönüyor bir başka filmde Rus aksanıyla İngiliz İngilizcesi konuşuyor. Ve yabancı dergilerden okuduğuma göre aksanı muhteşemmiş. 

Sadece aksan değil tabii Viggo Mortensen, çok daha ötesi. Fevkalade cesur ve yetenekli bir aktör. Bu film için uzun bir süre Rusya'da "tercümansız" kalıp, kendi karakterini içine monte etmiş. İyi bir aktörde olması gereken her türlü özellik var onda. Keşke biraz daha rol seçimlerinde dikkatli olsa. Onu iyi bir dramda da görmek zevkli olabilirdi.

Naomi Watts, bence zaten ABD'nin en başarılı aktrislerinden. 21 Grams'teki muhteşem performansı hala gözümün önünden gitmiyor. Eastern Promises'in çekimlerine başladığı zaman hamile olduğunu öğrenmiş ve ilk iki hafta bunu kıyafetleriyle gizlemeye çalışmasına rağmen kostümcü Denise Cronenberg durumu fark etmiş. Hamile bir kadın olarak ebe rolünü oynamak, ilk sahnesinde bebeğini doğururken ölecek olan bir kadını doğurtacak olmak çok enteresan ve bir hayli zor olmalı. 

Naomi Watts da tıpkı rol arkadaşı Viggo Mortensen'in yaptığı gibi oynayacağı rolün içine girmek adına Londra'daki Whittington Hospital'da bir süre gözlemci olarak bulunmuş. 

VE Armin Mueller-Stahl... Bence filmin yaldızlı yıldızı oydu! Uzun süredir sinemayla ilgilenen gençler olarak kendi aramızda ettiğimiz muhabbetlerde "acaba bugün The Godfather serisine bir yenisini ekleyecek olsak, Marlon Brando'nun ilk filmdeki rolünü kim oynardı?", diye sorarız. Sanırım cevabı çıktı ortaya: Armin Mueller-Stahl!!!



***

Birkaç notla toparlayalım yazıyı:

  1. Viggo Mortensen, film için vücuduna yaptırmak zorunda kaldığı dövmelere hayran kalmış. Bir ayak bileğinde "nereye gidiyorsun?", ötekindeyse "sana ne!" -biraz yumuşattım tabii tercüme ederken(!)- yazıyormuş Rusça. Bir tarafın diğerine ibadet etmemesini, muhteşem özgürlük olarak tanımlıyormuş Mortensen. 
  2. Filmin genel anlamda doğuya karşı bir perspektif oluşturabileceği konusunda bir hayli kararsızım. Bir mafya ailesinden ve o ailenin davranışlarından doğuya karşı genel bir hükme varmak bir hayli zor. Ha, kastedilen kimi ailevi buluşmalar, kimi mimik ve hatta jestlerse; işte orasını bilemem... Hatta biraz daha ileri gidelim; batının işini hukuk, adalet sistemiyle çözmeye çalışması, fakat doğunun işini biraz daha "kendi yöntemleriyle" çözmeye gayret etmesiyse mesele... Bence bu biraz zalim bir "genelleme" olurdu, her genellemenin içinde yüksek miktarda zalimlik bulunduğu gibi. 
  3. Vincent Cassel ile Viggo Mortensen'i aynı filmde görmek bana iyi geldi.
  4. Keşke Vincent Cassel'in daha çok sahnesi olsaydı.
  5. Vincent Cassel'in bir sahnede söylediği Rusça şarkıyı bakalım kaç dikkatli izleyici tanıyabilecek?

Önyargılardan ırak izlenmesi gereken hoş bir film Eastern Promises. Her hoş film gibi, meseleden uzak yanları da var tabii. Sonunda batıdan birileri dünyanın en belalı mafyalarının çıktığı Rusya'dan bir mafya filmi yaratmayı akıl etmiş, de denilebilir. Her ne kadar filmin içinde bir tane bile Rus bulunmasa da...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Elegy


Elegy-2008


Oysa ne kadar mutluydum... Hayatımın kendine göre bir düzeni vardı. Bu düzen birçoğuna göre aslında düzensizlik olarak da algılanabilir, ancak düzensizliğe alışmış hayatların da düzeni, yine düzensizliğin kendisidir. Benimki de o hesap.

Sabahları eğer o gün dersim varsa üniversiteye gider, öğrencilerime -pek çoğu benim için bir şey ifade etmez- biraz XX. yüzyıl Fransız Edebiyatından bahsederdim. Derslerim zor olmazdı, belki de bu yüzden öğrenciler dersimden sıkılırlardı... Uyuyan öğrenciler, kendi aralarında şakalaşanlar ve beğendikleri karşı cinslerini -kimi zaman kendi cinslerini de- ağır ağır bakışlarıyla taciz edenler asla, ama asla sinirimi bozmazdı.

Ben KINGSLEY & Dennis HOOPER 
Dersimin olmadığı günlerde -olduğu günlerde de; ders çıkışları olmak üzere- arkadaşım George'la -Dennis Hopper- Squash oynamaya giderdik. George ben yaşlarda tanınmış bir şair olduğundan ve ben de altmışına merdiven dayamış... kimi kandırıyorum ki? Altmışımı geçeli tam üç yıl oldu!.. Her neyse, ikimiz de 'yaşlımsı' entelektüellerdik ve squash oynarken birbirimize hayatlarımızdan bahsederdik...

George, benimkinden farklı bir hayat benimsedi. Bir şair gibi, sürekli mutluluğu aradı bir ömür boyu ve bunu nihayet güzel bir hanımda buldu. Yani en yakın arkadaşım; evli, çoluk çocuk sahibi ve işinde başarılı bir şairdi.

Belki de sırf bu yüzden; hayatının tekdüzeliği yüzünden demek istiyorum, squash oynarken genelde ben konuşurdum, o da benim anlattıklarımı ancak görmüş geçirmiş şairlerde görülecek bir sabır ve soğukkanlılıkla dinler, aklından geçenleri -ruhunu katmadan- söylerdi... Böylelikle ben de, bir yandan squash oynayıp ilerleyen yaşıma temposu uygun sporumla ter atar, beri yandan da herhangi ABD'li psikoloğa saat başı verilecek 100 dolardan kurtulmuş olurdum...

Akşamları eve döndüğümdeyse; kendime dünya mutfağından mümkün olduğunca basit hazırlanan ve kalorisi düşük bir yemek hazırlar -elim dünya yemeğine pek yatkındır-, buz gibi bir bira eşliğinde -keyfime göre iyi bir Fransız şarabı da açtığım olmuştur- yemeğimi ağır ağır yer, ardından da dünyaca ünlü ressamların orijinal tablolarıyla dolu, koyu kırmızı tonlarda dekore ettiğim salonumdaki koca, koyu kahverengi kanepeme uzanarak; özel olarak sipariş ettiğim, Avrupa'nın meşhur kültür dergilerini ağır ağır okur, kısa zaman sonra da olduğum yerde sızdığımı fark edip, yaşlılığıma küfür ede ede yatağıma -pek tabii dişlerimi fırçaladıktan sonra- geçerdim.

***

Bir de Carolyn -Patricia Clarkson- vardı tabii hayatımda... Ondan bahsetmemek benim centilmen tarafıma ters düşerdi...

Carolyn 'Patricia CLARKSON' & David KEPESH 'Ben KINGSLEY'

Carolyn'le yıllar evvel birlikteydik. Sonra ayrıldık. İşlerin ciddiye binmesi beni korkutmuştu. Yedi kez evlenmiş biri olarak bir kez daha böylesi bir mahrumiyet denizine bedenimi daldırmak, öyle kolay iş değildi.

Bereket, Carolyn bu konuda beni anlayışla karşıladı. "Beni aldatmadığın müddetçe," dedi bu gençlere özgü maceraya atılırken, soluklanarak, "her istediğin zaman benimle birlikte olabilirsin!".  Arada bir kapım çalınır, bir de bakardım Carolyn. İşi uzatmadan, aynı samimiyetle onu içeriye buyur ederdim. İtalyanların meşhur Lambrusco şarabını ağır ağır açar, parmaklarımın arasına iki tane kadeh yerleştirir, Carolyn'e odama gelmesini söylerdim...

Carolyn, yaşına göre oldukça ateşli bir kadındı. Bedeninin yaşlanmasına kanıp, şehvetinin alevlerinden feragat edenlerden değildi.

Yaşımız el verdikçe sevişirdik. Sonra Carolyn ağır ağır giyinir, beni her iki yanağımdan -önce-, dudağımdan -sonra- öperek evimden çıkar, arabasına biner ve sokağımı terk ederdi. Ben hala yatakta olurdum bu esnada. Bedenimin yorgun düştüğünü ve böyle maceralara zorlukla dayanabildiğini söylemek her ne kadar ciğerimi yaksa da, maalesef gerçek olan bu.

Carolyn'in arabasının benim sokağımdan alelacele uzaklaşışını dinlerken, "ne kadar uzun kaldı! Niçin daha çabuk terk etmedi evimi!" ile "acaba tekrar ne zaman uğrayacak bana? Arayı çok açmasa bari!.." dilekleriyle karışık dualar ederdim.

Kalabalıktan ürkerdim, ancak yalnız kalamayacak kadar da yaşlıydım...

Yaşlı şair dostum George'un bir şiirinde üstüne basa basa dillendirdiği gibi:

"Bir düğün sabahı dağınık bırakılmış sofralar kadar mahzun,
Buna fazla katlanmak zorunda olmadığım için mutluydum.
Ben yaşlıydım ve mutluydum."

***

Consuela 'Penélope Cruz' & David KEPESH 'Ben KINGSLEY'
Sonra hayatımı darmadağın edecek bir olay yaşadım. Dönemin son dersi, ağzımda üniversiteye gelirken içiyor olduğum sütlü kahvenin tadı, öğrencilerimle vedalaşırken O'nu gördüm... Önce ne yapacağımı bilemedim. Bunca yıllık akademisyen olarak, ne yapacağımı bilemediğim dakikalar bir elin parmakları geçmezdi, eminim. Fakat O, her insan evladına hata yaptırabilecek kadar güzeldi.

"Bu akşam evimde bir yemek veriyorum. Hepinizin muhakkak gelmesini istiyorum...", demiştim bir anda büyük bir panikle. Nereden çıkmıştı şimdi bu?.. Bir şeyler yapmalı, heyecanımı yatıştırmalıydım!..

"Nasılsa dönem bittiğine, hepiniz benim dersimden geçtiğinze göre, artık dostuz değil mi!"...

Cümlemi bitirdikten sonra havada kalan o şapşal gülümsememden daha kötüsü, yalnızca bir iki yavşak öğrencinin beni kırmamak için ıkınarak sırıtması oldu...

***
Hikayemi kısaltarak anlatmak istiyorum...

O'nunla tanışmayı nihayet başarmıştım! Hatta bıyık altından gülümseyerek söylüyorum: birkaç yıl da O'nunla fevkalade ateşli bir birliktelik yaşadım...

Consuela -Penélope Cruz- yirmi dört (24) yaşındaydı. Kübalı bir göçmendi... Aramızdaki yaşın o da, en az benim kadar farkındaydı. O yüzden yaşanmış olanlar için beni sakın suçlamayın. O da, her türlü sonucu göze alarak girdi bu yola. Durabilir miydim? Belki evet!.. Hiç birlikteliğimizin ikimizden birine zarar verebileceğini düşündüm mü? Evet, birçok kez hem de... O zaman?.. Bilemiyorum... Belki doğru, kopmalıydım ondan yol yakınken... Fakat o bana o kadar uyuyordu ki! Onsuz edemezdim. Asl'a. Bunu aklımın ucundan dahi geçiremezdim... Yazık olurdu bana! Çok ıssız kaldırdım... O benim gençlik şurubumdu... O'ndan tadarak gençleştim ben! Hayata farklı gözlerle baktım! Hayatımın üzerindeki kara perdeler kalktı ve uzun yıllardan sonra güneş doğdu ruhumun sahnesine! Nasıl anlatsam bilmiyorum... Keşke şair olan kadim dostum George olmasaydı da, ben olsaydım! Yahut şairlik nezle kadar bulaşıcı olsaydı!..

***
Consuela, beni sevdi. Benim beni sevdiğimden, kainattaki herkesin beni sevebileceğinden çok sevdi beni. Aramızdaki yaş farkı onu rahatsız etmediğinden, beni ailesine tanıştırmaktan da korkmadı. 


"Ben seni kabul ediyorum, artık sen de kendini olduğun gibi kabul et! Yaşın mühim değil..."

İnanıyorum; o benim yaşımda bir gariplik görmüyordu. Ancak ben her şeyin farkındaydım. Hayatının henüz yirmi dördüncü baharını yaşayan bir genç kıza, benim karlı kışlarım çok fazla gelirdi. 

Kaldı ki, günün birinde bu güzel kız da, kendi değerinin farkına varacak ve bu, onun etrafında pervane olan körpe erkekler sayesinde olacak. 

O zaman ben ne olacağım? Külüstür olduğu için araba mezarına yollanmayı bekleyen bir araba veya tedavülden kalkmış bir bozuk para... 

***
Ne ailesiyle tanıştım, ne de Consuela'yla ilişkime devam ettim.

O'na, sevgilime yalan söyledim. Beni ailesiyle tanıştırmak için evine davet ettiğinde, O'na önce geleceğimi söyledim; fakat sonra trafiğe takıldığımı, arabamın bozulduğunu ve gelmemin çok güç olduğunu söyledim. Oysa O'nun kapısının önünde, arabamın içinde, kucağımda çiçekler ağlıyordum o esnada...

Komplekslerim yüzünden bitti ilişkimiz aslı'nda. Ailesinin karşısına 'yaşımdan başımdan utanmadan' (!) nasıl çıkacağımı bilemedim. Babası bana hangi gözlerle bakacaktı?..

İlişkimiz o anda bitti...
***

Sonra birgün bir telefon aldım. Yıllar sonra, yeni yıla saatler kala... Telefonun diğer ucunda Consuela vardı, şöyle söylüyordu:

"David -Sir Ben Kingsley-, sana söylemem gereken çok önemli bir şey var ve bunu benden başkasından duymanı istemiyorum... Evinin yakınlarındayım gelebilir miyim?.."

17 Ağustos 2011 Çarşamba

L'Appartement & Wicker Park


L'Appartement-1996


En beğenmediğim müzik tarzında şarkılar yapar Rihanna. Sözlerini kalbim kabul etmez, melodisini de aklım... Jay-Z desen, durum farklı değil. Birçoğuna göre gelmiş geçmiş en iyi müzisyenlerden biri Jay-Z. Tarzının en iyilerinden veya... Eminim öyledir, pek bilgili olmadığım konularda ahkam kesecek değilim; ancak bu iş de zevk meselesi birader, kabul etmiyor kulağım ne yapalım...

Yukarıdaki cümlelerle başladığım yazıma, "son zamanlarda en çok dinlediğim şarkılar: 'don't stop the music' ve 'empire state of mind'..." diye devam etsem, bir parça ayıp olmaz mı? Zira bu iki şarkıdan ilki Rihanna'ya, ikincisi de Jay-Z'ye ait!..

O zaman şöyle izah edelim: 'don't stop the music' Rihanna'nın 2007 yılında çıkardığı 'good girl gone bad' adlı albümünün üçüncü parçası. Fakat aynı zamanda da İngiliz jazz sanatçısı Jamie Cullum'un 2009 yılında çıkardığı 'The Pursuit' isimli albümünün de altıncı (6.) şarkısı...

L'Appartement-1996

Wicker Park-2004


'Empire state of mind' ise Jay-Z'nin yine 2009 yılında internet üzerinden piyasaya dağıttığı ve Alicia Keys ile beraber söylediği hip/hop formatında bir şarkı. Fakat aynı zamanda altmış dördüncü (64.) Cannes Film Festvali'nin de açılış gecesinde, yine Jamie Cullum'un piyanosuyla Robert de Niro'ya mayhoş mayhoş bakarak çaldığı parça...

(Jamie Cullum'un açılış gecesi için bu şarkıyı hazırlamasındaki muhtemel sebep, jüri başkanının "New Yorklu" Robert de Niro olması ve şarkının New York'u anlatmasının yanı sıra bir de daha henüz başında Robert de Niro'ya göndermede bulunması: "yeah, yeah, I'ma up at Brooklyn, now I'm down in Tribeca / Right next to De Niro, but I'll be hood forever...")

Demek ki benim için bir şarkıyı bir kez dinleyip, beğenmediğim takdirde hemen silmek mümkün değilmiş. Bir zaman sonra bir başka müzisyen aynı şarkıyı kendi tarzında yorumlayıp bana sevdirebilirmiş. Söz konusu; anlamlandıramadığım bir müzik tarzının eseri olan bir parça dahi olsa ('dont stop the music' / 'empire state of mind'), günün birinde bir başka müzisyen (Jamie Cullum) bu anlamsızlığı benim için anlamlı hale getirebilirmiş.

***

Aynı bağlamda sinemaya baktığımız vakit, çok çarpıcı sonuçlar elde ediyoruz. 

***
Et Dieu... créa la femme... Monica Belluci 'Lisa'

Vincent CASSEL kariyerine ya bu saçlarla devam etseydi?

Ağzı açık Hollywood budalaları, süslü püslü evlerinde, kız arkadaşlarıyla sevişmekten fırsat bulup da bir film izlemeye karar verirler ve yoğun istek üzerine, onca filmin arasından -laf aramızda biraz da kızların yoğun baskısını kıramayıp- Josh Hartnett'ın başrolünü oynadığı Wicker Park filmini seçerler. İşin aslı bu filmin ABD'lilerin dediği gibi bir 'chick flick'; yani 'kız filmi' olduğunu bilirler, ancak filmin kadın başrol oyuncusunun Diane Kruger olduğunu fark ederler de pek ses etmezler...


Film başlayınca kızların bir kısmı filme kendilerini hafif kaptırırlar. Diğerleri zaten filmden tamamen kopuk erkeklerle sevişmeye devam etmeyi tercih ederler. Eşlerini Josh Hartnett'a kaptıran erkekler Diane Kruger tarafından reddedilince, hafif hafif iddia tahminlerine ve  içkinin tesirinin artan kudretiyle de Josh Hartnett'a kenetlenmiş partnerlerinin oturunca katlanmış beyaz gömleklerinin arasından zaman zaman uç veren memelerine vermeye başlarlar kendilerini. Bu böyledir.

L'Appartement

Wicker Park-2004


Film biter. 

Kızlar çok etkilenmişlerdir ve kendi aralarında şöyle demeye başlarlar: "ağbiii, çok güzel bir filmdi!"...
Bu anın geleceğini çoktan akıl etmiş kimi uyanık erkekler, sevgilileri filme kaptırmışken kendilerini orijinal dvd'lerinin arkasını okurlar ve şöyle derler: "tabii güzel. Hollywood'un yaptığı en başarılı filmlerden, 2004 yapımı biliyor muydunuz?"...

Kızlar etkilenirler. Sevişme gırla devam eder. Kimsenin bir şeyden haberi olmaz zamanla, kimin eli kimin cebinde belli değildir.

Sabah uyandığında erkek kısmı bilmez kızını masadaki tüm erkeklerle paylaştığını bir gece evvel; başı çok ağrımaktadır, kolay değil, onca votka, onca rakı, onca bira... Hatırlamak kolay değil, bilmek...

Tıpkı bilmedikleri gibi Wicker Park'ın aslında 1996 yılı Fransız yapımı bir filmin 'cover'ı olduğunu -L'Appartement...

***
Haklarında daha çok araştırma yapılsa, birbirleri hakkında ve birbirlerinin arkasından söyledikleri beynelmilel basında daha çok yer alsa; dünyanın en sansasyonel çifti olarak kabul edilmeleri işten bile olmayan yegane aşıklar Monica Belluci ve Vincent Cassel'i tanıştıran filmden bahsediyorum.

***

Vincent CASSEL 'Max' & Romane BOHRINGER 'Alice'
'Külkedisi' hikayesini hatırlayan var mı?
Max (Vincent Cassel) Parisli çapkın bir gençtir; fakat kaderin cilvesi, evlenmeye karar vermiştir. Bir iş görüşmesi için Tokyo'ya gitmezden evvel bir Paris 'café'sinde iş arkadaşlarıyla bir yudum içki içmeye oturur. Kısa bir muhabbetten sonra etmesi gereken bir telefon olduğunu hatırlar ve vaktinin cafélerinde alt katta bulunan telefon kulübelerine iner. Tam bir kabine girmiş, telefon edecekken, yan kabinden gelen ses dikkatini çeker. Max, bu sesi tanıyordur. Yan kabinde hararetli bir telefon görüşmesi yapan Max'ın hayatının aşkı Lisa'dır (Monica Belluci). 

Max bunu fark eder etmez kabininin kapısını açar fakat Lisa çoktan onun kapalı kapısının önünden geçmiştir ve koridorların sonundaki merdivenlerden koşar adım çıkarak restoranı terk etmek üzeredir. Max, Lisa'ya yetişemez fakat evlilik arifesinde yaşadığı bu olayla birlikte pek de emin olmayarak yaşadığı hayatını değiştirmesine ve biraz zorla aldığı bu karardan vazgeçip, hayatını yeniden düzenlemesine yetecek kadar vakit, hala, vardır...

Max her şeyden vazgeçer; sevgilisinden, bir kaç saat içinde Tokyo'ya kalkacak olan uçağından... her şeyden.

Aşkın tutkusunun göstergesi olarak, bir şekilde (?) Lisa'nın nerede yaşadığını bulur Max ve hayatının aşkının evine gizlice girip, dolaba saklanarak birtanesinin eve gelmesini bekler.

"L'Appartement'ın" kapısı açılır ve içeriye Lisa yerine ona son derecede benzeyen bir başka kız girer: Alice (Romane Bohringer)...

Max, karşısında Lisa yerine ona fevkalade benzeyen Alice'yi bulunca; Alice de apartman dairesinde Max'ı bulunca çok şaşırır. 

Bu benzerlikten ateşli bir seks çıkacaktır.

Soru şu: Max, Alice'yi Lisa'ya benzettiği için onunla seks yaptı, Lisa'ya bunca aşıkken... Peki ya Alice niçin Max'ı yatıya davet edip, onunla cinsel ilişkiye girdi?

İşte bu soru, filmin temel noktası ve büyünün kendini belli ettiği yer.

***

Wicker Park'taki kafenin ismi neden Belluci ola ki?
Wicker Park, Ukde Sineması'nın açık havasında izlediğimiz üçüncü filmdi. Wicker Park'ın -2004-, L'Appartement filminin -1996- 'cover'ı olduğunu ben de bilmiyordum. Fakat film biter bitmez ilk yaptığım işlem, L'Appartement filmini edinmek ve en yakın zamanda Ukde Sineması'nda izlemek üzere planlarımı yapmak oldu.

Wicker Park ile L'Appartement filmlerinin birebir aynı olduğunu söylemek güç. Jay-Z'nin 'empire state of mind' şarkısıyla Jamie Cullum'ın versiyonu arasında bariz oranda fark olduğu gibi; bu iki 'aynı' film arasında da 'güzel' farklılıklar var. Avrupa ile ABD arasındaki 'anlayış' farkını görmek eminim sinemasever için de müziksever için de pek zevkli olacaktır. Bilhassa bu iki filmin sonlanış biçimleri karşılaştırıldığında Avrupa sinemasındaki cesaretin, ABD sinemasının dizlerini titretecek boyutta olduğunu görmek, büyük bir sinemasal tatmindir. Lütfen her iki filmi de, ters kronolojik sırayla -önce Wicker Park, sonra L'Appartement olmak üzere- izleyiniz. Bu farkı muhakkak göreceksiniz.

ABD versiyonunu bu kadar ezmeyelim. Sürprizleriyle Wicker Park, L'Appartment'dan bir adım önde. Dediğim gibi, sonlarını bu hesaba katmıyorum...

Diane KRUGER 'Lisa' & Josh HARTNETT 'Matthew'

Sinemada 'cover' meraklısına bir not: Meşhur Vanilla Sky'ın -2001-, İspanyol yetenek Alejandro Amenábar'ın 1997 yılında tamamladığı eseri Abre los Ojos'un 'cover'ı olduğunu biliyor muydunuz?

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Annie Hall


Annie Hall-1977



Şu dünyadaki en ırkçı meslek komedyenlik, en faşist zanaat de mizahtır. Dikkat edin; dünyayı kasıp kavuran komedyenlerin tek kişilik gösterilerine Türk televizyonlarında çok nadir rastlarsınız. Bunun tek sebebi mizahın ırkçı yanıdır. İspanyol'un güldüğüne Türk gülmez, Türk'ün katıla katıla güldüğü nükteyeyse Kanadalı Fransız kalır.


Bunu Woody Allen'ın 1977 yapımı filmi Annie Hall'a bakarak çok rahat bir şekilde anlayabilirsiniz. 


Dünyada en çok tanınan mizahçımız Nasrettin Hoca'dır. İstanbul'un üstü açık "ecnebi elçiliği" olan Sultanahmet'te pasaportunuzu gösterip dolar üzerinden su almak için bir gazete bayiinde durduğunuzda, gazeteliklerde göreceğiniz üç şeyden biridir Nasrettin Hoca'nın yabancı dillere tercüme edilmiş mizah kitapları. Çeşitli dillerde İstanbul haritalarının ve çoğu İstanbullu'nun bilmediği yerlere ait İstanbul görüntüleriyle dolu kartpostallarının hemen arasında...

Nasrettin Hoca'yı bu kadar meşhur eden faktör yalnızca yıllara meydan okuyan mizah anlayışı değildir, hikayelerinin sonunda beliren engin ve ince aforizmalardır. Okuyan bir iki saniye durur ve düşünür. Gülecek gibi olur, tutar kendini ve derin bir iç çeker. Nasrettin Hoca'yı diğerlerinden ayıran özelliği uluslararası oluşuysa, uluslararası oluşunu sağlayan da hikayelerindeki işte bu 'güldürürken düşündüren' yapıdır.



***

Bir rivayete göre; meşhur Charlie Chaplin -öteki adıyla Şarlo- ömründe bir kez Türkiye'ye radyo aracılığıyla seslenme fırsatı bulmuş.

ABD, Pearl Harbor baskınının birinci yılında bir anma töreni düzenleyecektir. Şarlo ile bir Türk röportör, tören ile aynı anlarda bir radyo bağlantısıyla Türkiye'ye naklen yayın yapacaktır. Haber Türkiye'ye varınca, elbette herkes radyosunun başına 'neredeyse günler evvelinden' toplanmış ve pür dikkat Şarlo'ya kulak vermiştir.

Şarlo, "Türkiye'deki hayranlarınıza ne söylemek istersiniz?" sorusuna sımsıcacık bir cevap ile söyleşiye başlar: "onlara, çok yakın bir zamanda yanlarına gelip onlarla birebir tanışmak istediğimi söylemek istiyorum; çünkü benimle bu söyleşiyi gerçekleştiren hanım çok güzel. Bu güzel hanım böyleyse, kim bilir Türkiye'deki diğer hanımlar nasıldır!".

(Şarlo'nun özel hayatında uslanmaz bir çapkın olduğunu ve birden çok evlilik yaptığını şimdiden söyleyelim.)

Türk röportörünün utangaç gülüşmelerinin ardından Şarlo sıranın ciddi bir cevap vermeye geldiğini hisseder ve  akıcı cümlelerini birbiri ardına sıralar:

"Türk dostlarıma duyduğum en güzel hikayelerden birini anlatmak istiyorum; bu bir Nasrettin Hoca hikayesidir...

"Zamanın birinde Nasrettin Hoca evinde oturmuş, kallavi yorgunluk kahvesini içmektedir. O esnada kapısı çalar ve Nasrettin Hoca da kalkıp evinin kapısını açar. Kapıdaki yorgun ve genç bir köylüdür. 'Hoca,' der köylü, 'ormana odun kesmeye gidiyorum, bana şu eşeğini versen de, yükümü hafifletse?'. Nasrettin Hoca şöyle bir düşünür ve ardından da: 'eşeğim yok, çocuk onunla pazara alışverişe gitti...' der.

"Köylü yüzünü ekşitir ve 'peki hoca, haydi sana hayırlı günler', der. Tam hocanın bahçesinden çıkacakken, hocanın ahırından anırma sesleri yükselir. Köylü tabii sinirli, hocaya dönüp söylenir 'hoca şu beyazlamış sakalından utan, niçin bana yalan söylüyorsun; eşeğin bal gibi de ahırda işte!'. Nasrettin Hoca'nın cevabı çok kesindir: 'Sen bana mı inanıyorsun, yoksa eşeğe mi?'.

"İşte, Türk dostlarım... Pearl Harbor baskınının anıldığı bugünde şunu iyi düşünmek lazım: 'insanlara mı inanacağız, yoksa bu eşeklere mi?'."


***
Annie Hall 'Diane Keaton' ve Alvy Singer 'Woody Allen'

Demem o ki mizah sınır kapılarında tutsak yaşamaya mecbur bir alandır. (nadir rastlanan örneklerin dışında tabii)

***

Şimdi tüm bu anlattıklarım çerçevesinde filme bakalım.

Zaten filmin konusundan bahsedince, anlaşılması ne kadar güç bir film olduğunu anlamak pek güç olmayacak:

New Yorklu Yahudi asıllı komedyen Alvy Singer'ın -Woody Allen-, Annie Hall'a -Diane Keaton- aşık olması.

Devamı yok.

İşte filmin özeti bu, nokta!

***
Geri kalanı:
  • Bir aşk.
  • 70'li yıllarda yaşanan bir aşk.
  • İlişkinin çıkmazları.
  • İkinci Dünya Savaşı sonrası, Alvy'nin, kültürüne hakim olmadığı dinine -Yahudiliğe- karşı duyduğu kimi paranoyak hisler. 
  • Alvy'nin komedyen olmasına karşın hissettiği büyük korkular. 
  • Bir komedyenin aslında ciddi korkulara sahip olabileceği gerçeği.
  • Bir komedyenin aslında mutsuz ve takıntılı olabileceği ihtimali.
  • Kadının içindeki vazgeçememe tutkusu.
  • Kadının içindeki büyüme tutkusu.
...

Ve tabii bir de filmin tekniğine yönelik önemli noktalar var. Sinema gişe sırasında beklerken arkasındaki adamın, yanındaki kadına bilmişlik tasladığı sahne ve ondan sonra gelişen olaylar, sanırım "sinema tarihine" geçmiştir. Bu sebepten olanları anlatarak filmi henüz izlememiş olanlara bir bilmişlik de ben taslamak istemem. Fakat izleyenler içlerinden eminim "daha evvel hiç böyle bir şey görmemiştik beyaz perdede", diyeceklerdir.

Bunun dışında sık sık Alvy Singer'ın çocukluğuna dönen başarılı bir kurgu, film akışı var gözlemleyebildiğimiz.

...gibi gibi...

***
En iyi film -Charles H. Joffe-, en iyi yönetmen -Woody Allen-, en iyi kadın oyuncu -Diane Keaton- ve en iyi senaryo -Woody Allen, Marshall Brickman- dallarında Oscar ödüllü bir film Annie Hall.

Diğer aday filmleri izlemediğim için hak edip etmediği hakkında bir şeyler söylemem güç. Tek bildiğim Annie Hall'ın bir 'sinemasal' devrim olduğu ve bu yönüyle Oscar almış olmasının beni şaşırtmış olduğudur.

***
  • Annie Hall rolü bilerek Diane Keaton'a yazılmış. Diane Keaton'ın gerçek soyadı "Hall"dur. Takma ismiyse "Annie".
  • Hissettiklerimi tarif edebilmem için "aşk" kelimesi çok hafif kalır. (Alvy Singer)
  • En iyi film dalında Oscar kazanmış en kısa süreli ikinci film -93 dakika. Birinci 1955 yapımı Marty -91 dakika.
  • "La di da!"
  • Ben de sevgilimle bir film yapmak isterdim. Tıpkı Woody Allen'ın Diane Keaton ile yaptığı gibi...
  • I have no regard for that kind of ceremony. I just don't think they know what they're doing. When you see who wins those things -- or who doesn't win them -- you can see how meaningless this Oscar thing is.

Yazıyı öldüren son sözü usta yönetmen Woody Allen söylesin:

"Ölmekten korkmuyorum. Sadece ölürken orada olmak istemiyorum!"