Cuore Sacro

2 Ekim 2011 Pazar

Cuore Sacro


Barbora Babulova


Ferzan Özpetek 2005 yapımı Cuore Sacro filmi için çok net bir açıklama yapmış: "kariyerimin en zor filmiydi." Hakikaten de diğer Ferzan Özpetek filmlerinden ayrılan bir yanı var Cuore Sacro'nun. Edebi olarak da "yüksek bir anlam" taşıyan film, öyle gözüküyor ki uzun süre de Özpetek filmografisinde apayrı bir yere sahip olacak.


***


Oyuncak bebekleri sevmedim çok
Evcilik oynamayı
Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı

Alkışı sevdim
Bıçak sırtlarında dolaşmayı
Tehlikeli sularda seyredip pupa yelken
Geçici emniyetlere ulaşmayı

Kadınları, erkekleri, romanları
Hele başkaldıranları

Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım, evet
Hayat sana teşekkür ederim

Acılarım oldu herkes gibi elbet
Herkese kısmet olmayan sevinçlerim
Unutulmayı da göze aldım, evet
Hayat sana teşekkür ederim

Sezen Aksu'yu pek sevmem. Tamamen duygusal olduğu için belki de. Ama Ferzan Özpetek onu çok seviyor ve çoğu filminin bir yerlerine yüreğe dokunmayı belli oranda başaran şarkılarından birini ustaca yerleştiriyor. 

İsterim ki bu şarkının sözlerini aklımızda tutarak bakalım filme. 
***
Resim yazısı ekle
Evler, bildiğimiz gibi, bizim kültürümüzde dünyadakine nazaran çok daha derin bir yer tutar. Yabancı -"yabancı"yla kastettiğim daha çok batılılar- evlerine pek de öyle düşkün değillerdir. Paris'teki en büyük apartman daireleri, bizim orta büyüklükteki apartman dairelerine anca tekabül eder. Onlar hayatlarını daha çok dışarıda geçirmeye çalıştıklarından belki de, bu ev işine pek öyle özen göstermezler. Bizdeyse durum tamamen farklıdır. Evin en iyisini alıp, dekorasyonuna para saçmaktır maharet. Siz hiç bir batılının Türkiye'ye gelip de "yahu Kapalı Çarşı'ya geldik, şuradan evime bir vazo alayım!" dediğine şahit oldunuz mu? Zordur. Onların çoğu için ev, başını sokacağı bir çatıdır. Bu yüzdendir ki, bizim gösterdiğimiz önemin onda birini göstermezler evlerine; ayakkabılarıyla salonlara kadar girer, dairelerini pek benimseyemezler.


***
Cuore Sacro'da karşımıza çıkan bir İtalyan iş kadını var. Başına kimi kötü olaylar gelmiş. Bunların üstesinden gelmeye çalışırken, bir olaylar silsilesi onu kendisiyle yüzleşmeye itiyor.

Küçükken kaybettiği annesinin, otuz yıldır uğramadığı dev evine gidiyor Irene -Barbora Bobulova. Sebebiyse; kimsenin kullanmadığı bu evin satış emrini çıkarmak ve son kez annesinin yaşadığı evi ziyaret etmek. Ev satıldıktan sonra da, para zaten gittikçe büyüyen şirketine kalacak. 

Annesiyle kopuk bir ilişkisi olmuş Irene'nin. Onunla küçükken bir sebepten kavga etmişler ve o günden beri de hiç görüşmemişler. Annesi ölmüş sonra. Irene de büyümüş. Hem yaşça, hem de maddi bakımdan.

***

Yıllar sonra annesinin evine gittiği vakit karşılaştığı manzara karşısında şaşırıyor tabii Irene. Her şey, sanki el değmemiş gibi evde. İnanılmaz bir hava var. İnsanın ruhunu yumuşatan, garip bir mistik yanı var bu evin! Eşyalar, duvarlar, tablolar (!) ve her şeyiyle ev, Irene'nin benliğine bir yolculuk yapmasına yol açıyor. Bir çeşit iç hesaplaşma da denebilir buna. 

Herkesin kendine giden bir yol vardır tabii. Çetin bir yoldur bu. Bir kez girdin mi de o yola, bir daha hayatta çıkamazsın. Öyle bir şeydir ki bu: girdiğin yoldan geri dönmek ne kadar zorsa, o yolun sonunu görmek de işte o kadar zordur.
 
"Yalnızca büyük romancılar" el atmışlardır bu konuya, büyük şairler de. "Bir ben var benden içeri," demiş Yunus Emre. Ya da Hermann Hesse, Demian kitabına şöyle başlamış: 
"İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı,
ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca.
Neden böylesine güçtü bu?" 
Aynı büyük yazar, Demian kitabının 62. sayfasında (Can Yayınları) şöyle der: "Ah, bugün biliyorum ki, insanın kendini kendisine götüren yolu izlemesi kadar dünyada nefret ettiği başka bir şey daha yoktur."

Bunların hepsi, büyük yazarların, büyük şairlerin yalnızca birkaçının konuya yaklaşımı. 

İşte Irene için de benzer bir zavallılıktan söz edebiliriz. Irene, bir şekilde küçüklüğünün geçtiği evi görüyor ve kendi iç hesaplaşmasına gidiyor. En derinine, dibine giriyor kendisinin.

***
Peder Carras (Massimo Poggio)
Bu bağlamda filmin içine dini bir yan da giriyor. Irene'nin gezdiği annesine ait odada, duvarların baştan aşağı kimsenin anlayamadığı bir dilde yazılarla dolu olduğu görülüyor -bu yazıların dini bir içeriğe sahip olduğunu Benny'den öğreneceğiz. Bu kısım Özpetek için çok önemli. Filmde, işin bu yönüne çok önemli bir paye biçiyor Türk asıllı İtalyan yönetmen. Öyle ki, filmin bu sahnelerinde vermek istediğiyle, İtalya'da bir çok entelektüel kesimin dikkatini çekiyor ve hakkında makaleler yazılıyor, konferanslar veriliyor. 


***
Bu anlattıklarım filmin mekanlarla olan ilişkisiydi. Mekanlardan doğan gerçekçi kısmıydı. Bir de insan ilişkileri var tabii.
Benny (Camille Dugay Comencini), Peder Carras (Massimo Poggio) ve Elenora(Lisa Gastoni). İyinin içine hangi oranda kötünün, kötünün içineyse ne kadar iyilik girebileceğinin kanıtı karakterler. 

Benny (Camille Dugay Comencini)
Benny, Irene'nin annesinin evinin bulunduğu muhite gittiği zaman karşılaştığı on küsur yaşında bir hırsız kız. Çok ciddi suçları olmasına rağmen, filmin birçok yerinde de açıklandığı gibi, Benny aslında yaptığı hırsızlıkları hep birilerine iyilik yapabilmek için yapıyor. Yani çaldığı paralarla fakirleri doyuran bir modern Robin Hood da denebilir onun için.

Peder Carras, peder olması sebebiyle de zaten aslında iyi görünümlü bir insan. Ancak o da tıpkı Elenora gibi -Irene'nin akıl danışmanı ve Irene'nin sahip olduğu şirketi her türlü zalimliği göze alarak büyütmesinden yana- genelde iyi ama karanlık yönleri de bulunan bir karakter. 

Tüm bu karakterlerle Ferzan Özpetek izleyiciye iyilik ile kötülüğün aslında ne kadar göreceli kavramlar olduğunu ve ne kadar iç içe olduğunu kanıtlıyor. 

Buradan kendi içimizdeki bizin, dışımızdaki bizden farklı olabileceği varsayımına varabilir miyiz?

***
Esrarengiz onca olayla örülü bu filmi izlemeye başlamadan evvel biraz okuma yapmak belki doğru olabilir. Bu sayede evin en alt katındaki karanlık bodrum; o bodrumun niçin filme eklendiği belki biraz daha açığa çıkabilir. "Niçin o bodrum oradaydı?", "Hadi oradaydı, niçin karanlıktı?" gibi sorularla yola çıkılırsa, belki de o bodrum katının neyi sembolize ettiği daha rahat anlaşılabilir.

Filmin sonunda da öyle büyük bir patlama beklemesin kimse. Ya da belki de bana öyle geldi, ama filmin sonunda öyle ağızları açık bırakacak bir akıl oyunu yok. Her şey gayet açık.

***
  1. Irene'nin varını yoğunu fakir insanlara adaması ve hayatta para kazanmaktan daha önemli şeylerin de olduğunu kavraması, bu uğurda kimseye kulak asmamasındaki eşitlikçi yan çok hoşuma gitti.
  2. Benny, ismiyle yalnızca Türkçe bilen kimselere yollanan mesajı alabilmiş olmak, çok hoşuma gitti.
  3. Ferzan Özpetek'in, Fatih Akın'a nazaran daha edebi ve sanatsal bir dil araması çok hoşuma gitti.
  4. Filmde Türkiye'ye dair Sezen Aksu şarkısından başka bir de Mevlevi bir bakış açısının yer alması çok hoşuma gitti.
  5. Ferzan Özpetek'in en azından bir filmini homoseksüeliteyle harmanlamamış oluşunu görmek çok hoşuma gitti.
  6. Filmdeki Peder Carras'ın "biri eğer sizden bir ekmek istiyorsa ona on ekmek vermeyin; çünkü aç olan dokuz kişi daha var" sözü çok hoşuma gitti.
***
Yazıyı Ferzan Özpetek'in ağzından filmin ilk akla düşüş hikayesiyle bitirelim:

Çok sevdiğim bir arkadaşımı kaybettim. Aradan altı ay geçtiğinde ona çok benzeyen bir kadınla karşılaştım. Tüylerim diken diken olmuştu. Ama baktım ki, kesinlikle alakası olan bir insan değildi. Bunun dışında çevreme baktığımda kendimi maddi ve manevi açıdan çok şanslı bir insan olarak görüyorum. Böyle olunca bir süre sonra sizin kadar şanslı olmayanları düşünüyorsunuz. Hindistan’da 1,5 ay kadar kaldıktan sonra İtalya’ya döndüğümde durup dururken ağlıyordum. Bu duygularımı anlatmak istedim filmde. 
 

0 yorum :

Yorum Gönder