Lost in Translation

31 Ekim 2010 Pazar

Lost in Translation


Ukde Sineması'nı yarattığım için, bu tip "altın" zamanlarda, kendimle daha bir gurur duyuyorum. Bu gece, izlediğim Lost in Translation/Bir Konuşabilse hayatımda izlediğim en güzel aşk filmiydi. Gecenin bir vakti, herkesin hoşuna gidebilecek bir film arayışındaydım. Uyku sersemi bir kadını (annemi) ve heyecanlı -bir çok aksiyon içeren- bir film olmadığı zaman çabuk pes eden bir adamı (babamı) memnun etmek zorundaydım. Yoksa kalkıp giderlerdi. Tek başıma film izlemekten zevk almadığım için değil, paylaşmanın izlenen filmin sokağını değiştirebileceğini düşündüğüm için...

Konu İtibariyle Zengin
Lost in Translation filmi, konu itibariyle pek zengin. Yirmi yedi günde yapılmış bir film. Sofia Copolla ile gurur duymak gerekir ve biraz çekinerek de olsa "Amerika'yla da"... Her açıdan eleştirilebilir ama sinemaya verdikleri değere diyecek söz yok... Neyse... Çok güçlü adaylarla çekişmese bile yine de Akademi Ödülü sahibi bir senaryosu var. Sofia Copolla ( Nicolas Cage'in kuzini ve efsane yönetmen Francis Ford Copolla'nın kızı), kendisi hakkında oluşabilecek ön yargıları adeta parçalamış bu filmle. Kendisini ayrıca The Godfather Part III'te, Mary Corleone olarak da hatırlayabiliriz.

Bob Harris (Bill Murray) modası geçmiş bir Amerikalı aktördür. Tokyo'ya bir viski markasının reklam filmlerinde oynamak üzere iki milyon dolar karşılığında gider. ("pek de modası geçmemiş!" dediğinizi duyar gibiyim) Tokyo'da kaldığı otelde, bir gezgin fotoğrafçının karısı olan Charlotte'la (Scarlett Johansson) tanışır. Her ikisi de, bu dopdolu ülkede ve etraflarında gelişen bir çok hareketli olaylar (filmi izleyenler bu kısmı doldururlar) karşısında büyük bir yalnızlık çekmektedirler. Bob Harris, hem mesleğindeki geldiği nokta, hem de eşiyle yaşadığı sıkıntılarla boğuşmaktadır. Biraz bıkkındır.
Charlotte ise, eşini kimi zaman sığ bulmaktadır ve ona yeterince bağlı olamamanın eksikliğini hissetmektedir. Sonuçta o da son derece yalnızdır.
Nitekim, bu iki insan arasında fevkalade sıcak bir yakınlık başlar.

Issız Adam ve Notting Hill gibi filmlerden bu filmi ayıran nokta!
İşte film, tam bu esnada bir çok klişeden kendisini soyutlayıverir. Film boyunca bu aşka dair bir iki ufak belirti görüyoruz. Bir iki öpüşme (filmin sonlarına doğru), bir iki temas... Hepsi bu. Fakat, bu aşk o kadar kendini belli ediyor ki... Tüm bu yoksunluğa rağmen. Aynı yatakta yattıkları bile oluyor. Birlikte sarhoş oldukları, birlikte yemeğe çıktıkları... Fakat asla bir cinsel ilişki olmuyor. Her şey çok dozunda. Bir çok şeyin farkındalar. Her ikisi de evli, her şeyden evvel bunun farkındalar. Bunu bilmek insana acı veriyor. İzleyici bunu hissediyor. İşin zor kısmı zaten burada. Büyük oyunculuk, ince senaryo kendisini burada belli ediyor. Bu kadar az imkana rağmen, öyle bir bakış, ufak bir diyalog belki bin kere "sana aşığım!" diye bağırıyor. Hiç bir abartı yok. Sekiz yüz elli çeşit garnitürün içerisinden filmi seçmek zorunda kalmıyorsunuz; film orada, sadece kendisinin kollarına bırakıyorsunuz kendinizi.

Romantik salon müzikleri. Viski. Değişik sigaralar ve o yoğun Tokyo'da iki yalnız insan. Muhteşem bir aşk. İmkansız ve imkansızlığın kabul edildiği bir aşk. Gerçek hayatta olabileceği gibi, olduğu gibi.

Yeşilçam'a Sitem!
Biz Türkler, maalesef Yeşilçam denen o furyanın içinde büyüdük. Bu sebepten Issız Adam tarzı "aman Allah'ım aşkımdan ölüyorum!" tarzı naralar atan filmleri severiz. Ama bir yandan da biliriz ki bu gerçek hayatta olmaz. Kör kız ile, zengin gencin aşkı, zengin fabrikatör kızıyla fakir ama aşık şoför... Hep bunları izledik. Ama neden gerçekçi olup biraz bu işin böyle olmadığını kabul etmiyoruz? Sinema bize istediğimizi mi vermek zorunda? "İnşallah kavuşurlar" diye kenetleniriz birbirimize ve kavuşurlar. Oysa ki kavuşmama ihtimalleri daha yüksektir. "Bir kapıdan girişi, bin farklı şekilde oynayabilirim" der Marlon Brando. Evet çoğumuz normal bir kapıdan giriş bekleriz, ama gerçekçi olalım; kimi kapıdan girişlerde tökezleyiverir insan. Bunu beyaz perdede görmeye neden tahammülümüz yok?

Notting Hill'de mesela. O muhteşem müzik başlar. Bir taksiye cümbür cemaat atlarız ve dostumuz Grant'ı, kaybetmek üzere olduğu sevgilisine yetiştiririz. Peki yetiştirmesek olmaz mı? Umursamasak? Ya da yetiştirsek ama sevgilisi onu hiç umursamasa? Hatta tanımasa?...

Ya da Issız Adam'da bir çok hemşehrim kızın öteye beriye, oraya buraya yazdığı o güzel sözler: "uyuyorum zannediyorsun ama aslında donuyorsun, ölüyorsun haberin yok!"... Ya da öyle bir şeydi işte. Yahu Allah aşkına, kaçımız sevgilimize böyle bir cümle kurduk. Kaçımıza bu cümle kuruldu sevgilimiz tarafından? Kurulduysa bile kaçımız "peh!" deyip kıkır kıkır gülmedi?

Gerçekçi olalım. Sinema hayal edileni vermez. Olanı verir. Duvar yazıları güzeldir, ama bir de bu yazıların hayatımıza girişi vardır. Falım sakızından çıkmış bir hayat yaşanmadığı gibi, Falım sakızından çıkan fala göre hayatını şekillendirmiş filmler de olmamalıdır.

Bu dediklerimi filmi izlerseniz ya da izleyenler daha iyi anlarlar. Yaşanabilecek bir aşk.


Oyunculuğa Bir Parantez!
Meşhur ağlayan palyaço hikayesi dilimize pelesenk olmuştur. Bizi güldürenlerin ağlamasını sevmeyiz. Dikkat edin; sınıfınızda habire ağlak takılan insanların ağlaması çok canımızı yakmaz, ama çok neşeli insanların ağlayışları bizim canımızı fena halde yakar. Bill Murray hayatımda gördüğüm en iyi komedi film aktörüdür. Bunu daha evvel bir başka blog yazımda belirtmiştim. Efsanedir. Durağan komedi nedir en iyi bilenlerdendir. Jim Carrey yavşağı gibi ağız yüz bükerek değil, bir bakışıyla, bir duruşuyla, pek azımızın yaptığından emin olduğumuz bir mimiğiyle insanı güldürür. İşte bu yetidir. Ve işte o adam, bu filmde fena halde aşık... Öyle aşık ki, onun üzülmesini istemiyoruz. Bir kaç Bill Murray filmini yakın zamanda izledikten sonra bu filmi izleyen takipçiler, demek istediklerimi anlayacaklardır. İstemedim ya, gerçekten istemedim ağlasın.
Ama az evvel de dediğim gibi; hayat gibi film de istediğini vermez, yaşanacağı verir.

Bu filmi Copolla Bill Murray'i düşünerek yazmış ve eğer Bill Murray oynamayı kabul etmeseymiş, film yapılmayacakmış... Kim bilir böyle kaç film kaçırıyoruz yılda...

Bill Murray çoğu sahneyi doğaçlama oynamış. Yetenek abidesi bir insanı zaten yazılı bir iki cümle tutamaz.

Oscar adayı olmuş ama Sean Penn (Mystic River) ödülü kapmış. Yazık olmuş. Kaldı ki ben o filmi de, hatta Ukde Sineması'nda izledim. O zamanki görüşlerimi hatırlamıyorum ama bu "efsane" performanstan sonra Bill Murray bu ödülü almalıymış.

Kendisini tarzı dışında bir rolde daha kanıtlamış oldu böylece Bill Murray, galiba en beğendiğim aktörler sıralamasında bir değişikliğe gitmem gerekecek.

O güzel ve gerçekçi (gerçekçi olduğu için güzel) uyuma sahnesi
Bir de Scarlett JohanssonMeryl Streep buna iyi bir örnektir.

Sandra Bullock falan hikaye.

Hele bir yatağa gömülüşü var ki... O suratın, öyle gülümseyerek, öyle gözlerini kapaması... O kadar gerçekçiydi ki. Hani şu "ben bu sahneyi daha evvelden görmüştüm!" durumu...

Kısacası olağanüstü oyunculuklar ve film. Mutlaka ama mutlaka izleyiniz...



Muhteşem Birkaç Diyalog

Bob: Ne iş yapıyorsun?
Charlotte: Kocam fotoğrafçı. Burada işi vardı, ben de ona eşlik edeyim dedim.
Bob: Peki ne iş yapıyorsun?
Charlotte: Aslında henüz emin değilim...

...

Charlotte: Haydi bir daha asla buraya gelmeyelim; çünkü bir daha asla buradan bugün almış olduğumuz zevki alamayacağız.

...

Bob: Gitmek istemiyorum...
Charlotte: Gitme... Burada, benimle kal. Bir Jazz grubu kurarız!

...

Bob: Çocuğun olduğu zaman, her şey fevkalade karmaşıklaşıyor.
Charlotte: Bu ürkütücü.
Bob: İlkinin doğduğu gün, hayatının en berbat günü oluveriyor.
Charlotte: Oysa kimse böyle demez.
Bob: Bildiğin hayatın, bir anda uçup gidiyor... Hiç bir şekilde geri dönmemek üzere. Ama sonra nasıl yürünür, nasıl konuşulur öğreniyorlar... Ve sen onlarla birlikte olmak istiyorsun. Sonra biranda hayatında tanıdığın en iyi ve şeker insanlar oluveriyorlar. 
Charlotte: Çok şeker.


Filmin sonuna dair konuşmak hoşuma gitmez. Kimi sinemaseverler filmlerin sonuna çok önem verirler. Bu onlar için her şey demektir. Fakat haklı olarak akıllara bir soru gelecek filmin son sahnesinden sonra. Bu sahneden sonra çok canınız sıkılacak hatta yönetmene ya da oyunculara bir mail atmayı bile düşüneceksiniz. Benden size tavsiye, hiç zorlamayın Fellini'den Dolce Vita'yı izleyin. Demek istediğimi anlayacaksınız.







 Son Söz

Film dört milyon dolara yapılmış ve 119 milyon dolarlık bir getirisi olmuş. Başka da bir şey yazmıyorum zaten. İddiadan hesaplı değil mi Türk gençleri? Bir düşünün isterseniz...

0 yorum :

Yorum Gönder