Eylül 2012

15 Eylül 2012 Cumartesi

La femme du Vème


Dünyanın bütün bunalımlı edebiyatçılarını toplayan ülke Fransa olmayabilir ama şehir kesinlikle Paris'tir. La femme du Vème de bu tezi kanıtlar nitelikte.

Douglas Kennedy-The Woman in the Fifth

Tom Ricks -Ethan Hawke- yalnızca bir tane roman yazmış  ve belli sanat çevrelerince tanınan bir ABD'li yazardır. Filmin henüz ilk sahnelerinden de anlaşılacağı gibi sorunludur ve gerilime meyyaldir. Geçmişte şiddet uyguladığı, çocuğunun annesi Fransız karısının peşinden Paris'e gider ve çocuğunun peşine düşer. Yasal olarak bu mümkün değildir; Avrupa'da ve genel olarak Batılı ülkelerde pek meşhur olan "bilmem kime, bilmem kaç metreden fazla yaklaşamazsın" kararı çıkmıştır hakkında ve buna göre ayağını denk alması gerekmektedir. Fakat, nasıl diyelim, hayat onu birazcık zorlar. Daha ilk günden bavulunu, içindeki tüm parasıyla birlikte çaldırır. Tipik bir yazar gibi bunalımlı bir şekilde "pekala, ben de bir süre bulduğum ilk işte çalışır, para kazanırım öyleyse" der ve bu gayesine Paris'in "banlieue"lerinden birinde ulaşır. Mustafa adlı bir Müslümanın pek de tekin olmayan otelinde kalmaya, karşılığında da Mustafa'nın isteği üzerine ne idüğü belirsiz bir yeraltı deposunda, kamera görüntülerinden ön kapıya kimlerin geldiğini izlemeye başlar.

Mustafa, Tom'u, otelde bedavaya kalması karşılığında çalışacağı yere, loş bir depoya götürür, bir küçük odaya sokar ve deponun kapılarına konulmuş kameralardan gelen görüntülerin oynatıldığı televizyonların önüne oturtur, ardından kapıyı arkalarından kilitler. Ve Mustafa, Tom'a şöyle der:

-"Çok basit bir iş aslında... Her gece saat on'da buraya geleceksin ve kapıyı kilitleyeceksin... Kapıyı kilitledikten sonra buraya oturacaksın ve altı saat boyunca ne istersen yapacaksın... Ama gözünü ekrandan bir saniye olsun ayırmayacaksın... Eğer ekranda tehlikeli birini görürsen 4-5 tuşlarına basacaksın. (Önündeki kumandayı işaret ederek) Böylece yan odadakileri uyarmış olacaksın... Eğer birisi kapıyı çalacak olursa 2-3 tuşlarına basacaksın, ardından 'evet?' diyeceksin... Eğer kapıdaki tanıdığımız biriyse sana 'Bay Monde'u görmeye geldim' diyecek, sen de kapıyı açacaksın... İşte bu kadar basit! Ve bu iş için gecede elli euro alacaksın..."


Çaresizlik içinde işi kabul eden Tom Ricks, anlatılanlardaki kör noktaları aydınlatmaya çalışır soru sorarak, ancak Mustafa onu asla yanıtlamaz. Sadece ona "bu seni ilgilendirmez, eğer otelde bedavaya kalmak istiyorsan ve gecede elli euro kazanmak istiyorsan bu işi yapmalısın ve asla geri kalanını merak etmemelisin. Kapıyı açıp dışarı çıkacak, burada olup biteni anlamaya çalışacak olursan sonun kötü olur. Bunu ikimiz de istemeyiz" der, kendinden emin bir tonla. 

Tom işe başlar. Arda kalan zamanında da yazı yazar ve küçük kızını görmeye çalışır. Zaman böyle geçer. Ancak Tom'un içindeki şiddet yavaş yavaş uyanacaktır ve hikaye bambaşka noktalara, bambaşka mecralara yönelecektir.


'Notlar...'

-İtiraf edelim: film bir parça yavaş ilerliyor. Eğer bu tip Avrupai filmleri seviyorsanız sorun yok, ama şayet sürekli gerilim, heyecan, entrika bekliyorsanız, şimdilik filmi düzgün bir rafta bekletin.

-Ethan Hawke gerçekten şaşırtıcı bir aktör. Hep farklı şeyler deniyor ve belli ki Avrupa'yı çok seviyor. Avrupa'da geçen birkaç tane filmini sayabilirim. Üstelik Fransızca'yı da bir ABD'liye göre hiç de fena konuşmuyor. Dolayısıyla "saygı." Ayrıca... 42 yaşındaki bu aktörün Uma Thurman'ın eski kocası olduğunu öğrenmek beni hiç şaşırtmadı. 

-Filmin konusu her yöne çekilebilecek türden. Tamamen bir gerilim, tamamen bir aşk, tamamen bir psikolojik  eser yaratılabilirdi bu metinden. Oysa Polonyalı yönetmen bu filmi edebiyatseverler için yapmış adeta. Metnin edebi yönüne tamamen sadık kalmış gibi görünüyor. Pawel Pawlikiowski'nin edebiyat sevdiğini 1992 yılında çektiği belgesel film Dostoevsky's Travels'tan da anlayabiliriz.

-Evet, Paris bu! Bulutlu, yağmur yağdıracağım fake'leri atan ve sürekli olumsuz... Sevenlerine selam olsun, sevmeyenler bendensiniz!..

14 Eylül 2012 Cuma

Les Infidèles


'Jean Dujardin' ve 'Gilles Lellouche'

Geçen kış küçük bir Fransız şehrinden Paris’e doğru trenle yola çıkacaktım. Elimde ufak bir el... Biletimi önceden almıştım ve tren garına tam vaktinde varmıştım. Aklımdakine göre trenim kalkacaktı ve Paris-Paris Austerlitz tren garına inecektim. Oradan da yalnızca bir kez yeraltı treni değiştirerek şehrin kuzeyine, Charles de Gaulle havaalanına varacaktım. Yetişmeye çalıştığım uçak 18.15’te kalkıyordu ve benim en geç yarım saat evvelinden havaalanında hazır beklemem gerekiyordu. Bu sebepten küçük Fransız şehrinin tren garına erken geldiğim, biletimi erken bir saate aldığım ve Paris’e erken varacağım için seviniyordum. Erkenciydim yani... Fakat bilmediğim; Fransa toprağına ufacık bir kar tanesinin düşmesiyle tüm taşıtların kalkış saatlerinin şaştığıydı… 

Sonuç: trenim üç saat rötar yemişti ve güneyime gidecek, kuzeyden kalkacak uçağa yetişme ihtimalim neredeyse kalmamıştı… 

Biraz bıkkın, bir eski bankın üzerine oturdum. Hava çok soğuktu. Kabanımın cebine ellerimi soktum ve içimdeki sese kulak verdim. Çok garipti. Açıklayamayacağım bir sebepten trenimin kalkmasını istemiyor gibiydim. Bu his beni ayılttı, sanki bir anda görünmez iki el yüzüme soğuk su çarpmıştı ve ben işte öyle doğruldum. Düşündüm sonra: “bu uçağın kalkmasını neden istemiyorum?” diye… Bilemiyordum. Cevap bulamıyordum. Ama içimdeki şeytani haylaz hazza da kulak tıkayamıyordum. 

Bu çok aptalca, dedim sonra ve kafamı dağıtmak için bir gazete bayisine girdim. Karşıma ilk çıkan dergiyi cebimdeki bozukluklarla aldım ve az evvel oturuyor olduğum banka geri döndüm. Derginin kapağına baktım ve bir sinema dergisini elimde tutuyor olduğumu fark ettim. “Güzel” dedim, ‘Cahiers du Cinema’dan sonra ilk defa bir popüler Fransız sinema dergisi okuyacağım, bu kafamı dağıtır zannedersem…” 

Öyle de oldu. Derginin kapağında iki tane zıpır adam vardı, smokinler içinde ve çapkın oldukları her hallerinden belli. Filmin ismi de ‘Les Infidèles’; yani ‘Sadakatsizler’. İlginç olmalı, diye iç geçirdim, muhakkak bir gün izlerim.” 

Paris’e gittim, kuzeye geçtim, uçak kalktı, ben ağladım, aylar sonra Türkiye’ye geldim ve ‘Les Infidèles’ isimli filmi edindim. Sonuç? İyilik sağlık…

***

2012 yapımı Fransız filmi 'Les Infidèles', en iyi erkek oyuncu dalında Akademi ödülü sahibi (2011) Jean Dujardin ile Gilles Lellouche'un hem yazıp, hem yönetip, hem de oynadığı matrak bir film. 

İsminin de gayet iyi anlattığı gibi günümüzde yaşanan türlü türlü aldatma ve çapkınlık hikayelerini konu alan bu Fransız filminin en önemli yanı; toplamda yedi ayrı yönetmenin elinden, farklı farklı bölümler halinde çıkması. Yani 1 saat 43 dakikalık bu film aslında tek bir hikayeyi değil, birçok hikaye üzerinden tek bir konuyu anlatıyor. Küçük küçük skeçlerle, aslında tek bir film oluşturulması gibi düşünülebilir. Bir skecin bir sonrakiyle anlatmak istenilen dışında hiçbir ortak noktası yok. Tamamen birbirinden ayrı ilerleyen küçük hikayecikler, bir araya geliyorlar ve işte 'Les Infidèles'...

'Filmin hikayesi.'

'Gilles Lellouche' kendisini iş üstünde basan karısına
 suçsuz olduğunu ve bu kadının buraya nereden geldiğini
 bilmediğini söylerken.
Jean Dujardin bundan iki yıl evvel Gilles Lellouche'u aramış ve ona aklındaki bu projeden bahsetmiş. Fikre tapan Gilles Lellouche ile Dujardin bir araya gelmişler ve henüz küçük bir fikir halinde olan projeyi olgunlaştırmışlar. 

Dujardin filmi oluştururken 63 yapımı İtalyan filmi I Mostri'den feyz almış. Bu film de tıpkı 'Les Infidèles' gibi skeçlerden oluşuyor ve yapım tarihi de göz önünde bulundurulursa kendi türünün ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçiyor. 

'Notlar...'

-Fransız sineması küçük hikayelerin bir araya gelmesiyle oluşan 'omnibus film' ya da 'antoloji filmi' diye isimlendirilen filmlere havuzunda yer vermeyi sever. Zira 2006 yılında çekilen Paris, Je t'aime de işte böyle bir filmdi. Ama sadece Fransız sinemasıyla sınırlandırmayalım bu omnibus film anlayışını.  Öyle ki, üç meşhur yönetmen Michelangelo Antonioni, Steven Soderbergh, Wong Kar-Wai'nin Eros üçlemesi de bir omnibus film olarak değerlendirilebilir. 2004 yılında çekilmiş bu filmin içerisindeki üç bölüm yönetmenlere taksim edilerek çekilmiş ve film böyle oluşmuş: 

Michelangelo Antonioni - The Dangerous Thread of Things; Steven Soderberg - Equilibrium ve Wong Kar-Wai - The Hand... 

Fakat omnibus filmlerin bir sıkıntısı var: hikayeler kimi zaman birbirinden kopuk olabiliyor. Öyle olunca da film dağınık oluyor. Les Infidèles'de böyle bir sorun yok; ancak burada da hep aynı sözü, farklı farklı hikayelerle söylemek var. Böyle olunca da ister istemez hikaye kabak tadı veriyor...

-Filmde yalnızca iki skeçte görünen Guillaume Canet, hayranları için güzel bir sürpriz.

-Filmdeki kimi espriler, insanın karnına ağrılar sokabilecek düzeydeyken, kimi espriler sadece insanı 'gülümsetiyor' ve içten içe insana "pekala, sanırım daha düzeyi yüksek bir mizah anlayışı aranabilirdi" dedirtiyor... Sanırım yelpaze geniş tutulmak istenmiş.

-Jean Dujardin ile Giles Lellouche'un oyunculukları bence fevkalade iyi. Hele ki Brice de Nice (2005) filminden sonra Jean Dujardin'in geçirdiği evrime tanıklık etmek benim açımdan hayretler uyandırıcı düzeyde şaşırtıcı ve tabii kendine hayran bırakıcı... 

Utangaç Gilles Lellouche ve Jean Dujardin ABD'de bir otelde...
-Jean Dujardin'in ülkemizde de pek meşhur olan 'Bir Kadın Bir Erkek' dizisinin Fransız versiyonunda rol aldığını biliyor muydunuz? Merak edenler için "Un Gars, Une Fille"...

-Jean Dujardin'in en iyi erkek oyuncu Oscar'ını almasını benim ve sinemayla ilgili bir Fransız'ın üzerinde yarattığı etkiyi merak eden Türk, Şafak Sezer'in yarın Oscar aldığını hayal etsin yeter...

-Gilles Lellouche, Jean Dujardin, Guillaume Canet, Romain Duris, Marion Cotillard, Audrey Tautou, François Damiens, François Cluzet son dönem Fransız sinemasının önde gelen ve sinemayı ileriye taşıyan isimleridir. Bu oyuncuların filmlerini kaçırmayın. O veya bu şekilde size dokunur. 

-Bir öneri: izlemeyenlere 'Les Petits Mouchoirs' 2010 filmi şiddetle tavsiye edilir. 

'Son cümle...'

Les Infidèles filminden büyük bir cevap beklememek lazım; gitmek, izlemek, kafa dağıtmak lazım.


State of Play


"Sen yalnızca gerçeğin peşindesin. Gerçeği bulana kadar benimle işin. Buna engel olamıyorsun; çünkü sen busun. İkiyüzlünün tekisin. Benimle ilgilendiğin falan yok. Buraya gelişindeki tek amaç, haberinin eksik kısımlarını tamamlamak istemen. Sana güvendim. Sen benim arkadaşımsın! Ya da arkadaşım olmalıydın..."

(Amerikan Kongresi üyesi Stephen Collins, ülkenin gündeminde olan ve birinci dereceden ilgisinin bulunduğu bir konu hakkında üniversiteden arkadaşı deneyimli gazeteci Cal McAfrey'e çatıyor...)


2009 Amerikan-İngiliz-Fransız ortak yapımı State of Play, her şeyden önce gazetecilerin hayatlarını nasıl tamamıyla mesleklerine adadıklarını, bir nevi meslekleri olup çıktıklarını ve geride kalan ne var ne yoksa yakıp yıktıklarını, doğru düzgün bir hayatları dahi olmadıklarını anlatıyor. Sonra tabii bir de hikaye var. Ama nedense filmin o kısmı benim pek ilgimi çekmedi.

'İlgilenenler için... Ufak bir künye.'

İsim? State of Play... 

Yönetmen? Kevin Mcdonald... 

Kendisini nereden tanıyoruz? The Last King of Scotland (2006), Touching the Void (2003), The Eagle (2011) gibi meşhur filmlerin 28 Ekim 2967, İskoçya doğumlu yönetmeni. Ayrıca One Day in September (1999) belgesel filmiyle de Akademi Ödülü kazanmış.

Başrollerde kimler var? Russel Crowe, Rachel Adams ve Ben Affleck ilk göze çarpanlar ama tabii beri yandan Hellen Mirren ve Jeff Daniels'ı da unutmamalı...

Ne anlatıyor peki film? ABD'nin gelecek başkanlarının neredeyse yıllar öncesinden bilindiği ve ülkenin belli kimselerinin bu 'geleceğin başkanlarını' yetiştirdiği, göreve hazırladığı söylenir. Bunun birçok ABD filminin konusu olduğunu dikkatli sinemasever şıp diye fark edecektir. İşte bu filmin de bir 'geleceğin başkanı' adayı var: Amerikan Kongre Üyesi genç, eli-yüzü düzgün ve zeki Stephen Collins. (Karakteri Ben Affleck'in canlandırıyor olması, verdiğim tüm o sıfatlarla her ne kadar ters düşse de, benim suçum değil...) 

Her şey olağan seyrindeyken, bir gece hırsızlık yapan bir berduş başından vurularak öldürülür; aynı gece Stephen Collins'in metresi 've' asistanı Sonia Baker da metro istasyonunda tam tren gelecekken raylara itilir ve o da feci bir biçimde can verir. Bu iki cinayetin önce birbiriyle bir ilişkisi olduğu düşünülmemektedir. Zira basının ilgisini de bu cinayetlerden çok bir Demokrat Parti'nin geleceği olarak bakılan bir kongre üyesinin karısını aldatması daha çok çeker.

Bu iki cinayet arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarmak ve böylece ABD seçim sistemindeki aksaklıkları göz önüne sermek de tamamen Cal McAffrey'e, yani Russel Crowe'a düşer. 


'Oyunculuklar ve Filme Genel Bakış...'


Film bir BBC dizisinden beyaz perdeye uyarlanmış. Bu diziyi izlemeden Russel Crowe'un doğrudan kötü bir performans sergilediğini söyleyemeyeceğim. Bence kötü; çünkü birçok filmde gördüğümüz Russel Crowe'dan pek bir farkı yok... Ama yine de sanırım eğer diziyi de izlersem, daha gönlü ferah bir biçimde karar vermiş olurum; çünkü metin hakkında daha çok bilgiye sahip olurum. 

Hellen Mirren zaten iyi bir oyuncu, kendisini zorlayacak bir karakteri de canlandırmıyor. Orta şekerli diyebilirim...

Ben Affleck... Tam anlamıyla bir vasatlık abidesi. Zaten oldum olası kanımın ısınamadığı aktörlerin başında gelir, bu filmde de karakterine ne fiziki açıdan uyuyor, ne de hal-tavır, oyunculuk kalitesi olarak.

Ama tekrar ediyorum: metne tam anlamıyla hakim değilim. Filmin bana hissettiklerinden yola çıkarak yazıyorum.

Russel Crowe'un rolü için önce Brad Pitt ile anlaşılmış, ancak sonra Brad Pitt bir takım senaryo uyuşmazlıklarını ileri sürerek projeden çekilmiş. Böyle olup da filmin çekim tarihleri aksayınca, bu sefer Ben Affleck yerine anlaşılan Edward Norton da başka bir yönetmene bu aksaklıklardan doğan yeni çekim tarihi için söz verdiğinden kadrodan ayrılmak zorunda kalmış ve onun yerinde Affleck'le anlaşılmış...

Kim bilir, belki de Norton ve Pitt bu filme bambaşka bir heyecan katabilirlerdi...


Bir de tabii: hepimizin 'salak ile avanak' olarak bildiği 1994- Dumb and Dumber'dan sonra büyük bir evrim geçirerek The Newsroom dizinde başrol oynayan Jeff Daniels için "nasıl oluyor da böyle ciddi bir yapımda kendisine iş buluyor?" sorusunu soran herkese bu filmi izlemelerini öneririm. Bazı taşların yerli yerine oturması için sanırım bu gerekli...

'Neden State of Play?'

Birkaç ay evvelin Milliyet Sanat'ında "gazeteciliğe dair filmler' diye bir haber okudum. Sekiz-on filmlik bir liste vermişlerdi. Üzerine hiç düşmediğim, hiç ilgilenmediğim ve kendisine hiç destek olmadığım bir tanıdığıma sürpriz olsun diye bu filmlerin hepsini edindim ve bu tanıdığıma özel bir Ukde Sineması arşivi yaptım. Onu bir şekilde yakalayabilirsem, bu filmleri kendisine izletecektim... Bu 'gazeteciliğe dair filmler' serisinin ilk filmini kendisiyle izleme fırsatı bulamadım ne var ki, geri kalanını da kendisiyle birlikte izleyeceğimi zannetmiyorum. Olsun...