Eylül 2013

6 Eylül 2013 Cuma

Following


Following-1998 (Christopher Nolan)

Memento (2000), Insomnia (2002), The Prestige (2006), Inception (2010) ve son üç Batman filminin yönetmeni Christopher Nolan bir gün dairesine döndüğünde birilerinin evine girmiş olduğunu fark eder... O gün, 28 yaşındaki genç İngiliz yönetmenin aklına bir soru düşer: "Evlerine gizlice girilen insanlar, ne hissederler?" 1998 yapımı Following, işte bu hissin peşinde koşan bir "ilk" film.

Christopher Nolan ismini duymamış olmak, bir eksikliktir. Lise yıllarımda bilhassa Memento'suyla kazınmıştı ismi kulağımıza. Her yerde bu filmi arıyorduk. Öyle bir senaryosu vardır ki bu filmin, "nasıl olabilir?" diye sora sora, şaşkın şaşkın ortalarda dolanıp duruyorduk. David Fincher'ın 1995 yapımı "Se7en"ı ve Christopher Nolan'ın "Memento"sunu izleyen arkadaşlarımız karizmatik, entelektüel, zamane tabiriyle "cool" oluyorlardı. Sert, garip ve zekice yazılmış senaryolara sahip bu iki film, bizim neslin kült filmleriydi belki de.

Christopher Nolan'ın filmografisine baktığımızda, bilmediğimiz hiçbir filmi yok gibi. Bir kısa filmi var Doodlebug diye, 1997 yılında çektiği, geri kalan tüm filmleri biliyoruz. İzlememiş olsak bile, muhakkak duymuşuzdur. 

The Prestige mesela. İzlemeyen, izlemeli. Sırf senaryosu ve sürükleyiciliği için bile izlenir.

Insomnia, Al Pacino'nun dedektifi, Robin Williams'ınsa katili oynadığı bir film. Kaçar mı? (Bonus: Hilary Swank)

Memento, dediğim gibi; ve sonra Nolan'ın büyük bütçeli filmleri geliyor. Batman serisi (Batman Begins -2005-, The Dark Knight -2008-, The Dark Knight Rises -2012-) ve Leo Di Caprio'nun oynadığı Inception...

Memento'yu bilmeyenler, büyük ihtimalle Christopher Nolan'ı hep büyük bütçeli filmlerin yönetmeni olarak tanırlar. (Birçoğumu eminim, Nolan'ı ABD'li biliriz. Ama o bir İngiliz.) Memento'yu bilenler ise, Following'i izledikleri zaman asla yadırgamazlar. Çünkü Nolan, büyük olduğu kadar sınırlı bütçelerin de yönetmeni. Ne istediğini biliyor, elindekiyle neler yapılabileceğini de.

***

1 saat 9 dakikalık bir film Following. Nolan'ın diğer filmlerine nazaran çok ama çok daha kısa. Daha uzun olsaymış basit bir Doğu Avrupa filmi olabilirmiş. Ama dedik ya, Nolan elindekiyle neler yapabileceğini çok iyi biliyor.

***

Baştan sona siyah-beyaz çekilmiş film. Ama o dandik siyah-beyazlardan değil. Çok natürel, çok inandırıcı. Fotoğrafları gördüğü zaman insan, Nolan'ın epey eski bir kamera kullandığına rahatlıkla inanıyor. 16 mm film kullanmış Nolan bu projesi için. En hesaplısı budur çünkü. 


Filmin dört prodüktöründen biri Nolan, senaristi Nolan, kameramanı Nolan, ışıklandırma sistemleri için bütçesi elvermediğinden doğal, sahne çekilirken hangi ışık düşüyorsa sete, o ışığı kullanmaya karar veren Nolan... Filminin her şeyiyle baştan aşağı meşgul olmuş, o özgürlükte bile harikalar yaratmış bir Nolan.

***

Filmin aktörlerinin başka işlerde çalışıyor olmalarından ve filmin çekimlerine yalnızca cumartesileri, o da 15 dakikacık ayırabilecek olmalarından dolayı Nolan, 3-4 ay boyunca her cumartesi, yalnızca 15 dakika boyunca çekim yaparak filmini tamamlamış... 

Bunun gibi birçok veriyi paylaşabilirim buradan. Nolan'ın filmin çekimi için eşinin dostunun evlerini kullanması falan gibi... Ama gerek yok; ne kadar amatör bir ruhla çekildiğini filmin, anlamak yeterli olacaktır. 

***

Bu kadar yazmışsın, hala filmin konusuna gelememişsin, diyenler için şunu söyleyebilirim; filmin konusu gayet basit, bu yüzden ilgimi daha çok çeken kısmı işin, yukarıda yazdıklarım.

Ama konuya da değinelim tabii:

Bill (Jeremy Theobald), Londra sokaklarında boş boş insanları takip eder. İnsanları takip edişindeki yegane mantık; yazar olmak istemesi ve yazdığı hikayelere yedireceği karakterleri yaratabilmek için, gözlem yapmaktır. Birkaç tane kuralı vardır yalnız. Bunlardan birincisi, asla ama asla aynı kişiyi iki kere takip etme. 

Genç adam kuralını ihlal eder bir gün. Ve daha önceden de izlediği bir adamı, tekrar izlemeye kalkar. Adamın girdiği kafeye dalar ve ondan birkaç metre ötedeki masaya oturur. Belli etmemeye çalışarak adamı izler, ancak adam durumu fark eder ve olduğu yerden kalkıp bu genç adamın masasına oturur. 

"Merhaba ben Cobb, beni neden takip ediyorsun?"

Cobb, yani Alex Haw, insanların evlerine giren bir hırsızdır. Aslında onun durumu bildiğimiz hırsızlardan bir parça farklı. Evlere giriyor, ancak pek bir şey çalmıyor; yalnızca evdeki eşyaların yerlerini değiştiriyor. Bunu yapışındaki amaç da, Cobb'un bir görüşünden geliyor:

"Eşyalarına bakarak insanlar hakkında pek çok şey öğrenebilirsin. İşte bir kutu (etrafta bulduğu kutuyu eline alır)... Her erkeğin bir kutusu vardır mesela; içinde fotoğraflar, mektuplar, Noelden kalma ufak tefek şeyler bulunur... Fark etmeden yapılan bir koleksiyon gibi... Bir sergi... Benim yaptığım ise, insanlara ait bu kutuları, eşyaları bulup onların yerlerini değiştirmek; çünkü insanlar özeller yaratırlar ama bir yandan başkalarının, kendi özellerine burunlarını sokmalarını da severler. Günlük tutmak gibi, yazarsın ve bir yandan da birilerinin bu yazdıklarını okuyacağını bilirsin."

Sonra işler karışıyor tabii. Çünkü işin içine bir kadın giriyor. 

Fransızların meşhur "cherchez la femme!"ını bilirsiniz. Kadını arayın, demektir. Eğer bir yerde bir sorun varsa, cherchez la femme, kadını arayın, soruna ulaşırsınız.

Seksist, maço bir yaklaşım olabilir. Ama içinde biraz olsun haklılık payı yok mu?..

***

Following, Nolan'ın ilk uzun metrajlı filmi. Yönetmenin bu yapımdan Inception'a uzanan yolculuğunu anlamak için bile sırf, izlenir. 

The Great Gatsby


The Great Gatsby-2013 (Baz Luhrmann)


"Babam birçok konuda eğitim almamı sağladı; salon dansından resme, komando eğitiminden tiyatro ve sihre kadar... Vietnam'da savaş fotoğrafçılığı yaptığı için çok küçük yaşta ben de fotoğrafçılığı öğrendim. Hikaye anlatmam ve onları sergilemem çok doğal bir şekilde gerçekleşti."

Baz Luhrmann

Edebiyat eserlerinin beyaz perdeye aktarımıyla ilgili sorunlar sık sık sinema eleştirmenlerinin kalemine yansır. İnsanlar bu konu üzerinde düşünürler. Sıradan bir sinema seyircisi bile sevdiği ya da en azından okumuş olduğu edebiyat eserinin sinemadaki uyarlamasına dair bir görüş bildirmek ister. "Güzel olmuş" ya da "olmamış"tan ziyade doğru yorum bence "farklı olmuş"tur. Çünkü edebiyat eseri okunduğu zaman okuyucunun kafasında bir şekle bürünür; izlendiği zaman ise, yönetmenin-senaristin kafasındaki hali ortaya çıkar. Şayet okuyucunun kafasındakiyle, yönetmen-senaristin kafasındaki örtüşmüyorsa problemler başlar.

Bence okuyucu açısından işin püf noktası;  uyarlama eseri izlerken, eserin kafasındaki halinden kurtulması, sanki o güne kadar hiç bir bilgisi olmadığı herhangi filmi izliyormuş gibi esere yaklaşmasıdır. Yönetmen açısından ise başarı; okuyucunun kafasındaki aramaktan ziyade, "bu eser sinema için yazılmış olsaydı, nasıl olurdu?" sorusuna cevap aramasında yatar. 

Baz Luhrmann bence, edebiyat dünyasının başyapıtlarından olan bu eseri, işte bu soruyu sorarak çekmiş: "The Great Gatsby, sinema için yazılmış olsaydı nasıl olurdu?"

***

Biraz Zweig'vari bir üslubu var eserin yazarı Francis Scott Key Fitzgerald'ın. Avusturyalı yazar Stefan Zweig'ın çoğu eserinde olduğu gibi; bir adam, bir başka adam ile tanışır ve o "başka adamın" hikayesini anlatır. Satranç, Amok Koşucusu... hep böyledir.

***
Nick Carraway (Tobey Maguire)


1922 yazında, ABD'deyiz. Lüks yaşantılara, asalete, şana ve şöhrete açılan bir rüyalar kapısından geçiyoruz ve Nick Carraway ile tanışıyoruz. Şu Zweig'ın çoğu zaman sesi olan anlatıcılarından bahsettim ya; The Great Gatsby'nin de "anlatıcısı" Nick Carraway (Tobey Maguire). Bir adamla tanışıyor ve onun hikayesini anlatıyor.

New York, Long Island'ta masallardan kaçıp gelmiş, devasa bir konak-köşkün dibinde, küçücük, bahçeli bir evde oturuyor Nick. Tam deniz kıyısında.

Konak, dedik; köşk, dedik ama bence Carraway'in dibinde oturduğu o jigantesk yapı tam bir kâşâne. Farsçadan gelen bu kelime, onca isim arasından bence Carraway'in tam yanında yaşadığı o yapıyı en başarılı tasvir edeni, anlamı şu; büyük, süslü köşk, saray gibi yapı.

***
Daisy Buchanan (Carey Mulligan)

Sahneler ilerledikçe görüyoruz ki, Carraway'in oturduğu kıyının tam karşısında, devasa bir kâşâne daha var ve bu kâşânede Carraway'in kuzeni Daisy (Carey Mulligan), eşiyle beraber yaşıyor. Lüks bir hayat, yüksek standartlar, para, para ve para...

Daisy'nin eşi, yani Carraway'in "eniştesi" (?) Tom Buchanan (Joel Edgerton), Nick ile eğitim hayatlarından arkadaşlar. Tabii Tom o zamanki Tom değil. Vaktiyle sporla ilgilenen bu zengin adam, kendisine kalan mirastan sonra, artık bambaşka bir adam olmuş. Spor onun için biraz zayıflık. Sporla ilgilenir, ama ancak mühim maçlara en pahalı yerlerden bilet alıp onları izlemeye giderek. Yoksa gençliğindeki gibi bir spor sevdası, onun mertebesinde bir zengin için "gülünç".

Tom, Nick'i çok sever. Beraber takılırlar. Bir gün Nick, Tom'un karısını, yani Nick'in kuzinini aldattığını görür. Bu durum hiç hoşuna gitmez, ama ses de edemez.

Dedik ya, Nick bu hikayenin anlatıcısı. Ses eder de kötü gidişata son verirse, hikayesi yarım kalır, anlatacak bir şeyi kalmaz...

***

Günün birinde Nick'in yanı başındaki kâşânede verilen olağanüstü partiler, harcanan bunca para, ihtişam, görkem... ilgisini çeker ve sormaya başlar: "Acaba komşum Jay Gatsby kim?.."

Kısa zaman sonra kendisine bir davet gelir. Jay Gatsby denen bu esrarengiz adam, Nick'i partilerinden birine davet eder. Nick, Gatsby'nin davetine icabet ettiğinde, Gatsby hakkında herkesin atıp tuttuğunu ama aslında bu adam hakkında kimsenin en ufak bir fikri dahi olmadığını fark eder. İçindeki merak, bu adama karşı, arttıkça artar.

Bu merak uzun zaman geçmeden dizginlenecektir; Jay Gatsby bir gün Nick'in karşısına çıkar. Bu gencecik ve bir o kadar yakışıklı adamın tek bir beklentisi vardır; Nick'in kuzini Daisy'yi yıllar sonra tekrar, ama bu sefer zengin ve asil bir adam olarak görmek ve içinde bu sarışın kadına karşı muhafaza etmeyi başardığı aşkı, bir kere de gerçek sahibine, Daisy'ye sunabilmek...


***

Hikayenin sonunu vermemek için özeti burada keselim ve filme dair tuttuğum notlara bakalım:



Tom Buchanan (Joel Edgerton) ve Daisy (Carey Mulligan)
  1. The Great; yani "Muhteşem" Gatsby, bence çok güzel bir film olmuş. Bu filmi izleyen çoğu tanıdığım bana çok sıkıcı olduğunu söylemişti. İzlerken ben, bu eleştiriye anlam veremedim. Belli ki bu tanıdıklarım 1974 yapımı Francis Ford Coppola'nın Gatsby'sini izlememişler. 74' yapımı Gatsby 144 dakika, 13' yapımı olan ise 143. Yani süreleri aşağı yukarı aynı, ama bir tanesi (74'yapımı olan) ilerlemezken, 13' yapımı olan bence akıyor. 
  2. Film için "güzel olmuş" dememin başlıca sebebi, ben de romanı okurken, tıpkı filmin yönetmeni Baz Luhrmann gibi daha müzikal bir eser hayal etmiştim. Danslar, güzel müzikler, daha müzikal tadında diyaloglar... Hepsi vardı filmde. Üstelik anlattığı konunun sertliğini bozmayacak şekilde, inandırıcı ve muhteşem oyunculuklarla bezenmiş...
  3. The American Dream, Amerikan Rüyası; çok çalışma ile hem başarının, hem şöhretin, hem de paranın elde edilebileceğini savunan bir düşünce biçimi, geleneğidir özetle. Ne var ki bu gelenek 19. yüzyılda bir parça değişikliğe uğramış, yerini "çabuk çabuk zengin olmanın" mümkün olduğu bir ABD'ye bırakmıştır. Fitzgerald'ın da eserinde anlatmak, eleştirmek istediği bu "Amerikan Rüyası" muhabbetiydi. I. Dünya Savaşı sonrası ABD'si, o dönemde peyda olan Afroamerikan müzikleri, hep Fitzgerald'ın ilgisini çekti. Bu yüzden kitabında anlattığı çağa "Caz Devri" demeyi tercih etti... Renkli, paranın bol olduğu, rüya gibi; sahte ama daha efsunlu bir devri kaleme almak istemişti Fitzgerald. Luhrmann da Fitzgerald'ın bu gayesine saygı duymuş, bu erekten kopmamış. Film müzikal tadında. 
  4. Filmin müzikal tadında olmasına şaşırıyor muyuz? Hayır; çünkü Romeo + Juliet (1996), Moulin Rouge! (2001) hep bu Avusturalyalı yönetmenin, müzikal bir üslupla beyaz perdeye taşıdığı hikayeler... Doğrusu da bu bence. Bu eserin en iyi çekilebileceği üslup hakikaten de müzikal biçem.
  5. Daisy Buchanan rolü için Carey Mulligan, hiç iyi bir tercih değil. Daisy'nin daha seksi, daha masum ve daha "güzel" olması lazım bence. Ya da ben kitabı okurken öyle hissettim de, ondan böyle söylüyorum. (Bunun bir beklenti hatası olduğunu vurgulamıştım yazının başında.) Ama dediğimi destekler bir bilgi vereyim: Daisy rolü için düşünülmüş isimlerin küçük bir listesi: Amanda Seyfried, Rebecca Hall, Rachel McAdams, Keira Knightley, Blake Lively, Abbie Cornish, Michelle Williams, Natalie Portman, Eva Green, Anne Hathaway, Olivia Wilde,Jessica Alba ve Scarlett Johansson... Yani Carey Mulligan ha deyince kapmamış rolü... Peki benim adayım? Tabii ki Scarlett Johansson.
  6. Aynı şeyi Tom Buchanan rolü için de söyleyebiliriz. Yani birçok kişi düşünülmüş bu rol için. Bradley Cooper, Luke Evans hatta Ben Affleck... Ama bence Joel Edgerton iyi bir tercih olmuş.
  7. Di Caprio için de bir şeyler söyleyelim. The Great Gatsby'nin fragmanları dönmeye başladığı zaman etrafta, Gatsby rolünü Di Caprio'nun oynadığını öğrendiğimde birazcık üzülmüştüm. Bu rol için Brad Pitt'i daha uygun buluyordum. Sonra dedim ki, bir önceki Gatsby'yi oynayan Robert Redford ile Brad Pitt arasında büyük bir fiziksel benzerlik var, belki de yönetmenin "başka bir şey" araması daha iyi olur... Şimdi diyorum ki; tamam, Leonardo Di Caprio büyük oyuncu ama ben hala Brad Pitt'te diretiyorum. 

Güzel bir film ama son noktayı bu sefer filmin müzikleriyle koyalım. Harikalar! Son dönem meşhur olmuş birçok şarkıyı, dönemin müziğine dönüştürmüşler. Hep birer şaheser. Favorim ise "A Little Party Never Kill Nobody (All We Got)" ve Lana Del Rey'den "Young and Beautiful"...

Edininiz old sport'lar!

4 Eylül 2013 Çarşamba

Holy Motors


Holy Motors-2012 (Leos Carax)

1951 yılından beri evrensel anlamda en çok güvenilen sinema dergilerinden biri olan Fransız Cahiers du Cinéma'nın okuyucuları, 2012'nin filmi olarak Holy Motors'u belirlediler. Derginin şubat sayısında yer alan habere göre Holy Motors, 2011'de yılın filmi ödülünü %61.4 ortalamasıyla alan Melancholia'dan daha fazla beğenilmiş, tutulmuş. Holy Motors'a yağan oy sayısının yüzdelik hesapta karşılığı %69.7...

Kendi halinde bir sinemasever olarak Cahiers du Cinéma'da böyle bir haberle karşılaşınca insan, bir an evvel filmi edinip izlemek istiyor. Tıpkı benim yaptığım gibi...

***

Bazı filmleri anlatmak çok zor. Saatlerce düşünüyorsun üzerinde, ne yazabilirim diye kendi kendine dön dolaş soruyorsun... Bir ağbim bana, düşünceleri dile getirmenin aslında düşünceleri kafese hapsetmek olduğunu söylemişti. Çok doğru. Bazen aklımızdan birçok düşünce geçer, dile getirmeye çalıştığımızdaysa düşüncelerimizi, tıkanır kalırız, elimize yüzümüze bulaştırırız bu işi. Anlatma kabiliyetin ne kadar yüksek  olursa olsun, hep bir şeyler eksik kalır. Demek istediğin bambaşka bir anlam kazanır; kazanmasa bile kafandaki halinden hep bir parça uzaktır. 
Holy Motors, insana birçok şey düşündürüyor. İçin doluyor bir dizi farklı his ve düşünceyle, ne var ki bu düşünceler ve hisler, bir türlü dile gelmiyor. Konuşursam, diyorsun, her şey mahvolur, bir türlü çıkamam işin içinden.

Böyle bir ruh haliyle başlıyorum yazmaya. Makalelerden ve şuradan buradan yardım alacağımı şimdiden itiraf edeyim.

***
imdb-Holy Motors-cast
Monsieur Oscar'ın karanlık ve yapayalnız hayatındayız. Yukarıdaki fotoğraf zaten çok fazla şey ifade ediyor. Monsieur Oscar (Denis Lavant), bir gününü farklı farklı roller oynayarak geçiren bir adam... 

Nasıl yani?.. Ne demek farklı farklı roller? 

Şöyle; Monsieur Oscar bir sabah, yine yüzünde makyajı, bir beyaz limuzine biniyor ve "bugün kaç toplantım var?" diye soruyor... Sadık şoförü Céline (Edith Scob) hemen patronuna bir dosya ulaştırıyor ve Monsieur Oscar'a ilk toplantısının detaylarının bu dosyada anlatıldığını söylüyor. 

Monsieur Oscar dosyayı inceliyor ve bu içi "kulis" gibi olan limuzinde hemen makyaj işlemlerine başlıyor. Giyim kuşam, yüz makyajı, replikler... her şey tamam; bir de bakmışız ki Monsieur Oscar gitmiş, yerine yaşlı mı yaşlı bir teyze gelmiş. 
Limuzin bir sapa bölgesinde Paris'in duruyor -film Paris'te geçiyor- ve Monsieur Oscar, kostümü ve makyajıyla, korumalarının da yardımıyla arabadan iniyor. Güçlükle hareket edebilen bu yaşlı "kadın", sanki Monsieur Oscar değilmiş gibi...

Bomboş yürüyor ve bir süre sonra sahne bitiyor. 

Yeni sahnede Monsieur Oscar tekrar limuzinin içinde ve yine soruyor: "Yeni randevum nerede?"

Aldığı ikinci dosyada, Monsieur Oscar'ın yeni rolü yazılı. Bu sefer "bilim-kurgu" türünde bir filmin sahnesinde. Savaşıyor, dövüşüyor, akıl almaz bir biçimde -izleyenler ne demek istediğimi anlar- sevişiyor. 

Sonra üçüncü rol geliyor. Yine başka bir makyaj ve giyim kuşam, repliklerini ezberlemiş bir Monsieur Oscar; limuzininden iniyor ve sıradaki rolü oynuyor.

Toplamda 9 rol, 9 farklı karakter, 9 farklı hikaye. 

Tüm Paris de, Monsieur Oscar'ın performansına dahil. Yani bir kafede meşhur bir bankacıyı öldürecek mesela Monsieur Oscar, kafedeki herkes, sanki orada oynanan, bir oyun değilmiş gibi olaya dahil oluyorlar.

Özetle: film boyunca Monsieur Oscar'ın bir bütün gün boyunca oynadığı rolleri izliyoruz. Ve bir süre gerçekten, hayaller aleminde, fazlasıyla "yeraltı" bir ortamda kendimizi buluyoruz. Anlamlandıramamak, anlam kazanıyor. Biz de filmin sanki bir parçası oluveriyoruz.

Ve biliyoruz ki, bütün gününü başka başka filmlerden, başka başka karakterlere can veren Monsieur Oscar, aslında Denis Lavant ve o da bu filmde, tek bir karakteri canlandırıyor. 
***

Filme dair notlar:


  1. "Oynat" tuşuna bastığınız zaman, gerçeküstü bir dünyaya geçiş yapıyorsunuz. Alışmamış popoda don mu durur, bir hayli yadırgıyorsunuz. "Bu nasıl film! Saçmalık!" falan diyorsunuz. Hatta eminim filmi yarıda bırakanlar bile vardır, "zaman kaybı!" bahanesiyle... Doğrudur. Belki insanı kolaylıkla içine alan bir film değil Holy Motors. Biraz kopuk kopuk ilerliyor. Arada bir iki açıklayıcı diyalog görsek, belki filme daha çabuk ısınırız. Ama olmuyor... Yönetmen sanki "ben anlatırım, anlayan anlar, anlamayanın canı cehenneme!" cool'luğunda... 
  2. İçinde yaşadığımız dünya, hayatımız ne kadar gerçek bilemiyorum; ama şayet gerçekse, onu biz gerçek kıldık. Biz hayatımızın gerçek olduğuna inandığımız anda hayatımız gerçek oldu. Şimdi dibine kadar battığımız hayatımızın dışında bir hayatın var olabileceğine inanmak, elbet güç. En insancıl fikirler bile kulağımıza "iyi olurdu tabii, ama rica ederim hayalci olma..." dilekleriyle birlikte geliyor. "Para denen pisliği çıkaralım hayatımızdan, lügatımızı baştan yazalım! Savaşlar bitsin, kardeş olalım!" dediğimizde, insanlar bizimle dalga geçiyor... Kimileri nihilizm ideasına ait bir söz olarak biliyor, kimileri ise James John Davis söylemiştir diyor... Her kim söylediyse haklı gibi: "Sizler bana farklı olduğum için gülüyorsunuz, ben ise size birbirinizin aynı olduğunuz için..."
  3. Denis Lavant, başrolde. Zor bir rol; çünkü rol içinde roller var. Adını kaç kere duydunuz? O beğendiğiniz Hollywood aktörlerinden kaçı bu karaktere hakkıyla can verebilirdi?..
  4. Filmi izlerken şöyle düşündüm; bu filmin senaryosunu ben yazmış olsaydım, projeyi götürdüğüm ilk yönetmen yüzüme gülerdi... Hakikaten anlamıyorum arkadaş, bu kadar uçuk senaryoları nasıl filmleştirebiliyorlar?.. Kim inanıyor bu "farklı" senaristlere?.. Gerçi filmin yönetmeni ile senaristi aynı: Leos Carax ama olsun. Netice itibariyle ikna etmesi gereken bir prodüktör olmamış mı yani? Ya da Kylie Minogue mesela, nasıl ikna olur? Haydi onu geçtim, filmdeki rolü gereği Denis Lavant tarafından deliler gibi hırpalanan Eva Mendes, nasıl olur da kabul eder bu filmde oynamayı!.. Aklım sahiden almıyor. 
  5. Filmin yönetmeni Leos Carax verdiği bir röportajda şöyle diyor: "Bana göre bir filmin çekilebilmesi için dört temel unsur var: sıhhat, ortak, para, oyuncu. Bendeyse sürekli olarak en az ikisi bulunmuyordu." (Röportajın tamamı için bakınız: http://www.sinemazingo.com/leos-carax-roportaji)
  6. Başta da söylediğim gibi; anlaması güç, düşündürücü bir film. Anlatması da anlaması kadar güç, hatta belki de daha zor. Filmi tam anlamıyla anladığımı iddia etmiyorum, ne var ki benim zaten hiçbir zaman böyle bir beklentim, iddiam, gayretim de olmadı.