Kasım 2014

20 Kasım 2014 Perşembe

American Beauty


American Beauty - 2011 - Sam Mendes
Her ne kadar ABD'den nefret edersek edelim, her ne kadar ABD'lilerin zalim olduğunu düşünürsek düşünelim, bir gerçeği gözardı edemeyiz: Eleştiri konusunda hala dünyada 1. sıradalar. 

Geçtiğimiz yıllarda dünya sinemasının birçok eleştirel yapıdaki örneğiyle haşır neşir oldum. Arjantin, Brezilya, Almanya ve hatta Romanya'dan çok enteresan emsaller şu anda gözlerimin önünde. Ülkesini; içinde ezelden beri yaşananlarıyla (örneğin ülkenin zamanında gerçekleştirmiş olduğu bir soykırım) ve hala yaşanmakta olanlarıyla (örneğin dönemsel hükumet politikaları) beraber eleştiren bir sinema, evet, dünyada var. 

Peki ABD'yi bu konuda ön plana çıkaran ne öyleyse?.. Hiç kuşkusuz; çok daha fazla seyirciye ulaşması ve türünün az da olsa örneklerini fevkalade gerçekçi yansıtabilmesi.

***

Gelelim American Beauty filmine. 

***

Hiçbir zaman "Çok fazla film izledim", "İzlemediğim film yoktur!" gibi iddialı cümlelerim olmadı. Elime geçen her filmi de izlemem, seçerim. Yalan yok. 

American Beauty de, işte öyle, biraz atladığım bir filmdi diyebilirim. 

Yayınlandığı 1999 yılından beri birçok kez, başından sonundan izlemiştim bu filmi. Türkiye'de olmadık kanallarda, olmadık anlarda, olmadık filmlerle karşılaşma imkanımızın olduğu doğru. Ancak ben, iyi bir filmle televizyonda karşılaştığında, "Kapatalım; başını kaçırdım, başka zaman tümünü izlerim" diyen kesime mensubum...

American Beauty de o hesap. Hep karşıma çıktı, hep refüze ettim izlemeyi: "Bu iyi film bu, başından izlemek lazım..."

Nitekim de öyle oldu.

Birkaç gün önce, Ukde Sineması'nın perdesine yansıttım filmi ve izlemeye koyuldum.

Bittiğinde koltuğuma çakılı kaldığım filmi izlerken, şöyle düşündüm: "İyi ki bunca yıl izlememişim..."

Bunun sebebi gayet net: American Beauty gibi filmleri, sinema bilgisine biraz daha vakıfken, biraz daha roman okumuş ve anlatım teknikleri üzerine düşünmüş olarak izlemek, her zaman için daha iyidir. 

***

Şöyle bir düşündüğümde, öyle zannediyorum ki izlediğim en iyi 10 ABD filmi listesine kıyısından köşesinden bir yerlerinden sokarım American Beauty'yi. 

Neden mi? 

Şöyle:

***
Mükemmel Aile?!

Lester ve Carolyn Burnham'ın hikayesine konuk oluyoruz filmde. Kevin Spacey ve Annette Bening can veriyor bu iki role...

Lester ve Carolyn, kızları Jane (Thora Birch) ile birlikte, ABD'nin güzel bir şehrinin, temiz, elit bir semtinde, tamamen "örnek teşkil edebilecek" bir ailenin fertleri. 

Lester Burnham (Baba), Media Monthly Magazine diye bir dergide çalışıyor; Carolyn Burnham (Anne) emlakçı ve Jane de (Kızları) hatırı sayılır bir lisede öğrenci. 

Dışarıdan bakıldığında her şey güzel yani, her şey yolunda...

Ancak o güzel Amerikan Ailesi'nin içerisine kamera sokulduğunda görüyoruz ki; aslında aile öyle bir hale gelmiş ki, neresinden tutsan elinde kalıyor!

Lester mesela... 14 yıldır çalıştığı dergiden, bir bütçe daralması gerekçesiyle kovuluyor. 

Carolyn'e baktığımızda o şık kıyafetler içerisindeki kadının aslında hiç de öyle gözüktüğü kadar başarılı olmadığını görüyoruz. 

Jane, babasından ve genel olarak ailesinden nefret ediyor ve sorumsuz bir profil çiziyor. 

Bunlara ek olarak bir de hikayenin yan aksları var. 

Mesela Burnham Ailesi'nin komşuları: Fitts Ailesi.

Baba (Chris Cooper) albay emeklisi bir otorite, disiplin manyağı; homofobik, faşist. Anne; babanın bu baskıcı rejiminden dolayı olsa gerek, kafayı yemiş. Oğul desen, Ricky Fitts (Wes Bentley), uyuşturucu bağımlısı ve satıcısı...

***

Hikayeye dair söylenebilecek en değerli söz, belki de filmin henüz başında Albay emeklisinin, sabah gazetesini okurken ağzından çıkıyor: "This country is going straight to hell!" ("Bu ülke, dosdoğru cehenneme gidiyor!")

Gerçekten de öyle. Ama işin püf noktası da zaten burada. Karakterlerin neredeyse hepsinin izleyiciyi ters köşe yapması!

Buna Karakterlerin Üç Boyutluluğu da diyebiliriz.

Sapık bir karakter, aslında fevkalade düzgün çıkabiliyor ya da en naif gözüken karakter tam bir baş belası. 

Kevin Spacey ve Chris Cooper

Yukarıdaki sözün homofobik bir adamın ağzından çıktığını düşünecek olursak, filmin sonunda adamın başına neler geldiğini hayal etmek o kadar da zor olmasa gerek...

Sünepe gözüken Lester Burnham, öyle bir anasının gözü çıkıyor ki... Kendisini 14 yıllık işinden atmak isteyen patronuna: "Tamam, beni işten çıkarabilirsin, ama 1 yıllık maaşımı tazminat olarak peşin alırım... Vermezsen de şirkette olup biten tüm pislikleri rakip firmalara ve basına sızdırırım. Üstelik beni bu odaya kilitlediğini ve işimi korumam için sana oral seks yapmamı istediğini bağıra çağıra önüme gelen herkese söylerim...

Aynı "anasının gözü" ve emellerine ulaşmak pahasına harcayamayacağı değeri kalmamış adamın, Lester Burnham'ın filmin sonunda, filmin başından beri arzuladığı kızının en yakın arkadaşını iğfal edebilecekken kızın bakire olduğunu öğrenip bir anda insafa geliyor ve kızla birlikte olmayabiliyor oluşu da, yine bu Karakterin Üç Boyutluluğu dediğim meseleye götürüyor bizi...

"Lester you are going to spill beer on the couch!"

Anne Carolyn Burnham... Güçlü olmak istiyor. Daha fazla ev satmak, daha çok para kazanmak istiyor... Peki bu uğurda neler yapıyor? Mesela zengin bir emlakçının aftosu oluyor... Kızını boşluyor, kocasını ikinci plana atıyor.

(Tam kocası Lester'la sevişecekken, bir anda Lester'ın elindeki biranın kanepeye döküleceğinden korkup "Dur Lester, biran dökülecek!" demesi, zaten ABD'deki iş hırsının, vahşi kapitalizmin, liberal illetin insan hayatını mahvetmesinin harika bir gösterimi değil mi?)
Ricky Fitts (Wes Bentley)

Bir de Ricky karakteri var. İtiraf etmek gerekirse, biz de bu elinde 7/24 handycam'le dolaşan çocuğu görsek, korkarız. Ancak çocuk başka bir şeyin peşinde. 

Garip garip şeyler videolarını çeken bu çocuk, felsefesini şu cümlelerle açıklıyor, rüzgarda başıboş sallanan bir beyaz torba görüntüsüne bakarak: "Bazen o kadar çok güzellik olduğunu fark ediyorum ki dünyada, bu kadarına dayanamayacağımı hissediyorum..."

O garip, hatta karşıdan geldiğini görsek yolumuzu değiştireceğimizi bildiğimiz çocuk, filmin aslında en düzgün tipi oluveriyor bir anda...

***

Uzatmaya gerek yok. Aslında yazılacak çok şey var ama belki de en iyisi filmi izlemek.

***

Teknik açıdan da olağanüstü bir film American Beauty. Lens tercihleri, açı seçimleri, sahne kurulumları... Mesela gül kırmızısı. Lester Burnham'ın postmodern hayatını, cinselliğini anlatmak için film boyunca başvurulmuş harika bir renk... 

Six Feet Under ve True Blood gibi dizilerin yapımcısı Alan Ball, American Beauty'nin senaristi. Filmin yönetmeni ise The Road to Perdition, Skyfall ve Revolutionary Road gibi yapımlardan hatırladığımız Sam Mendes...

Zaten bu isimler, iyi bir filmin habercisi olmaya yeter de artar.

Uzun lafın kısası, vizyona girmesinden tam 15 yıl sonra izlediğim bu film, son yıllarda izlediğim en iyi filmdi hiç kuşkusuz. 

Bir komik olay da şu... Bu film En İyi Film dalında Oscar almış. Bu da demek oluyor ki, bozuk saat bile hakikaten günde iki kere doğruyu gösterirmiş.