Mystic River
Sinemanın en sevdiğim yönlerinden biri; “Fellini’nin yönetmenliğini beğenmiyorum!” gibi iddialı bir söz söylediğinizde, kimsenin size “sen nereden bilirsin, yaşın tutmaz bir kere!” tarzı bir çıkışta bulunmasına fırsat vermemesi. Gelişen teknoloji sayesinde “le voyage dans la lune-1902” filmini bile izleyip yorum yapabilirsiniz. Sinemada yaştan çok ilgi, bitmeyen bir merak ve çeşitlilik ön plana çıkar, yaş değil… Nitekim eminim ki ben dedelerimden çok daha fazla Bergman filmi izlemişimdir. Yaşım tutmuyor diye yorum yapamayacağım konulardan değil, aksine, kimi büyüklerimin dönüp beni oldukça ciddi bir biçimde dinlediği bir konudur, konuştuğumda, sinema.
Bu bakış açısından yola çıkarak, dört defa Akademi Ödülü kazanmış ve bu ödüllerin hepsini yönetmen olarak almış Clint Eastwood’un ne oyuncu, ne de yönetmen olarak beş para etmediği kanısındayım. Hep aynı bakış –en sevdiğim filmlerden olan The Bridges of Madison County-1995’de dahi-, hep benzer mimikler ve dolayısıyla sıradan bir oyunculuk. Yönetmenliğe gelince daha elle tutulur örnekler vereceğim taa ki Ukde Sineması’ndan bir başka Eastwood filmi geçene dek…
Takriben iki hafta evvel izlediğim ve Blog’uma yazmayı unuttuğum bir film; Mystic River-2003. Eastwood filmi olduğunu biliyordum. Bunu bilerek izledim. Önyargılarım vardı çünkü başka Eastwood filmleri de izlemiştim… “Her önyargıyı kıracağız diye bir şey yok, ama denemekten de zarar gelmez” bakış açısıyla incelediğimde filmi, gördüm ki: Akademi Ödülleri Jürisi tamamen sinema dışında bir takım gerçekleri göz önünde bulunduruyorlar, ödül sahibini belirlerken.
Sıradan bir çekim, aynı tip kamera kullanışı, muhteşem bir senaryoyu tam anlamıyla coşturabilecekken, son anda bir Sean Penn sevişme sahnesinde hafif bir uyanış ve ilginç bir perspektif katış dışında hiçbir şey yok… Bomboş. Sokaktaki Sinan Efendiye de verselerdi senaryoyu, büyük ihtimalle Eastwood versiyonundan başka bir yere gidemezdi film. O denli boş yani.
Üstelik 2003 senesine döndüğümüz vakit –Clint Eastwood’un Mystic River’la aday olduğu fakat çok şükür ki alamadığı Akademi Ödülü senesi- 23 Grams gibi bir yönetmenlik harikası filmin de piyasada olduğunu ve bir, iki adaylık dışında tamamen görmezden gelindiğini görüyoruz… Utanç, elbette.
Fazla Eastwood üzerine varmadan babamla baş başa izlediğim bu filmde muhteşem iki oyunculuk ve “izlettiren” bir senaryo olduğunu söyleyebilirim. Sean Penn zaten alıştığımız aktör. Metot Oyunculuk nedir, gayet iyi gösteriyor. Özel hayatında “bildiğimiz kadarıyla” pek bir dağınık olan bu adamın, filmlerde bu denli disiplinli bir çalışma çıkarması da genç aktörlere nasihat gibi…
Filmin ikinci sürprizi ise Tim Robbins, hani şu The Shawshank Redemption-1994’ten tanıdığımız yetenekli adam. Bu film de yine muhteşem bir performans… İzleyince daha iyi görülüyor; bu adam işini biliyor. O şüpheli tavırları, emniyetsiz hayatı, gizli kompleksleri… tam anlamıyla beyaz perdeye yansıtabiliyor.
İyi bir filmdi, ama Akademi Ödüllerine kendini, yönetmeniyle temsil ettirmemeliydi. Tim Robbins gibi muhteşem bir aktör sahada iken hem de…
0 yorum :
Yorum Gönder