Şubat 2011

24 Şubat 2011 Perşembe

The King's Speech


Libya lideri Kaddafi, sallanmakta olan koltuğundan bugün yaptığı halka seslenişte, uzun süren iktidarlık yıllarına sinirlenenlere İngiliz Kraliçesi II. Elizabeth örneğini verdi. Bu açıklamalara gülen dünya, bence Kaddafi'ye The King's Speech filmini derhal izlemesini önerebilir. Çünkü bu film Birleşik Krallık için tahtın ne gibi bir önemi olduğunu açık bir biçimde gözler önüne seriyor.







Konusunu yaşanmış bir olaydan alan The King's Speech, tahta geçmek üzere olan VI. George'un hayatının bir dönemine ışık tutarak, Birleşik Krallık'taki "taht kavramını" inceliyor.

VI. George; tahtın, ağabeyinden sonraki varisidir. Babası ölüm döşeğindedir ve yaklaşmakta olan bir savaş vardır: II. Dünya Savaşı. Babasının beklenen ölümünün gerçekleşmesi ve ağabeyinin de bir kadını tahta tercih etmesi sebebiyle krallık sıradaki varise, yani VI. George'a kalmıştır. Fakat VI. George'ta, Kralın en önemli görevlerinden olan -belki de tek görevi- halka seslenişi yapamama gibi bir durum vardır. Ve bu duruma sebep de: VI. George'un kekeme oluşudur.

Tahta geçmeden evvel bir çok kıdemli doktorla bu özrü üzerine çalışan VI. George, olumlu bir sonuç alamayınca, karısının de önermesiyle konuşma terapisti Lionel Louge ile temasa geçer.

İkinci dünya savaşının başlaması ve ağabeyinin gidişiyle tahta oturan VI. George, acaba kekemeliğini dizginleyip, savaş öncesi morale ihtiyacı olan halkına düzgün bir İngilizce'yle seslenebilecek midir?

"Film daha fazlasını anlatıyor..."

Konusu itibariyle film belki yukarıdaki gibi özetlenebilir. Fakat film, kendi içinde birçok dala ayrılarak, çok farklı konulara da temas ediyor. Krallık kavramı her şeyden evvel filmde tartışmaya açılıyor. Filmin bir yerinde VI. George: "benim nerem kral? Ya da kralın ne önemi var ki? Ne vergi koyabiliyorum, ne de yasayı
belirleyebiliyorum... Hüküm veremeyen bir krala, söyler misiniz, ne ihtiyaç var?" gibi acıklı bir cümleyle, Birleşik Krallık'taki monarşinin sadece sembolik bir yanı olduğunu vurguluyor.

Filmin alt metniyle gizliden gizliye bir baskıcı rejim hikayesi de anlatılıyor. Yalnız bu öyle bildiğimiz baskıcı rejimlerden değil! The King's Speech'te bize anlatılan baskıcı rejim; tahtın son varisinin, günümüz Kraliçesi II.Elizabeth'in babasının, yaşam boyu önce babasından, sonra da ağabeyinden gördüğü baskıcı rejim... Solak olmanın o dönem asalet kaybı olarak kabul edilmesi sebebiyle; solak doğan VI. George'un babası tarafından sağ elini kullanmak zorunda bırakılması, ağabeyinin VI. George'a karşı olan otoriter yaklaşımı... gibi tutumlar VI. George'un kekeme olmasına yol açıyor.

Yani baskıcılık içinde baskıcılık diyebiliriz.




"Film başarıda kollektiviteye de göz kırpıyor"

"Bir kral hata yapmaz, çünkü dini arkasına almıştır. Yaptığı her hareket, attığı her adım, sanki Tanrı'nın gölgesindedir ve bu onun hata yapma payını sıfıra düşürür." Böyle baktığınız zaman cümle inandırıcı gelebilir. Ama bu filmde bir kralın zaafları gözler önüne seriliyor. Hayır, katil oluşu sebebiyle, günahlardan günah beğenmesi sebebiyle değil; son derece insani ve herkeste olabilecek zaaflardan söz ediyorum. Kekemelik, aile baskısı, sorumluluk almak da bir tercih meselesi olmasına rağmen bunun anlaşılmaması gibi...

"Hiçbir kralın böyle derdi olmaz" düşüncesini yalanlar biçimde VI. George, filmde konuşacak birisine ihtiyaç duyuyor. Ve bu dertli halinde onun yanında olan bir karısı-çocukları, bir de Avustralya asıllı terapisti var. Film, kralın bile tek başına olamayacağını, mutlaka birileriyle ortak hareket etmesi gerektiğini açık bir biçimde gözler önüne seriyor.

Demokrasi adına ve yaklaşan tehlikelerin farkında olabilmek adına (Hitler'in gelişine dünyanın fazlasıyla seyirci kalması gibi...)önemli mesajlar barındıran bu film: Colin Firth (VI. George), Helena Bonham Carter (Kraliçe Elizabeth) ve Geoffrey Rush'ın (Lionel Louge) muhteşem performanslarıyla dolu dolu iki saat geçirttiriyor izleyiciye.

Fragmanlarından hissettiğim The King's Speech'in bir komedi filmi olduğuydu, fakat tam tersi, otoritenin ve kuvvetin verdiği yalnızlığın en soft biçimde ifadesi The King's Speech.

Tanınmamış bir yönetmen, tanınmamış senaristlerin elinden çıkma bu filmle ilgili en önemli sorum şu:
"acaba Kaddafi'nin bugünkü seslenişi The King's Speech'e Oscar'ı getirir mi?"


The Social Network


Michael Jackson'ın Thriller albümü dünya çapında 46 milyon sattı... Sallinger'ın Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı yayınlandığı 1951 tarihinden beri 60 milyon okuyucuya ulaştı... Avatar, dünya genelinde 1 milyar üzerinde gelir elde etti... Peki ya Facebook?.. Facebook'un 207 ülkede 500 milyon üyesi var -hala artmakta olan-, şu anki değeri ise 25 milyar dolar. Onun sayesinde ülkeler devriliyor, kimileri onun sayesinde yuva kuruyor, kimileriyse kızlarının adını Facebook koyacak kadar ona önem veriyor. İşte bu "olgunun" belgesel kıvamında filmi: The Social Network.

Facebook
The Social Network filminin konusuyla ilgili pahalı cümleler kurabilir, bir fikir verebilirdim. Ancak konu Facebook olduğunda pek fazla giriş cümlesine gerek yok gibi geliyor. Ne kadar kendinizi "sosyal paylaşım sitelerinden" korursanız koruyun, Facebook hayatınızın bir köşesine muhakkak bulaşıyor ve sizin ondan habersiz olmak gibi ayrıcalığınız yok.

Sizin Facebook hesabınız yoksa annenizin, annenizin yoksa babanızın, ailenizde kimsenin yoksa komşunuzun, haydi o da mı yok; o zaman devlet büyüklerinizin var. Karşı cinsinizin ilişkilerini, tanıdıklarınızın hangi dine mensup olduğunu, kimin hangi partinin sempatizanı olduğunu hep oradan takip edebiliyorsunuz ve bu konuda en muhafazakar olanın dahi, mevcut koşullarda aslında ne kadar şeffaf bir hayata sahip olmak zorunda kaldığını "biraz ürkerek de olsa" kabul ediyorsunuz.

"Birkaç Düşman Edinmeden 500 Milyon Arkadaş Kazanamazsınız"

İşte bu cümle, sanırım filme David Fincher'ın bakış açısının kattığı değerin en açık ifadesi. Seven ve Fight Club gibi iki önemli filmle Oscar'a -adaylık mertebesinde de olsa- yeterli görülmemiş David Fincher; eğer bir film yapacaksa, bu o kadar da "lay lay lom", baştan sona her şey güllük gülistanlık olmaz.

Her başarının tartışılması gereken noktaları muhakkak olacağı gibi, Facebook'un kuruluş aşamasında da bugüne dek bilmediğimiz kimi alicengiz oyunları döndüğünü sinemasever bu filmle anlayabiliyor. Kaldı ki dünyanın en genç milyarderi olma ünvanı da, öyle kolay erişilebilinecek bir mertebe olsaydı; bu öyle yalnızca bir kişiye nasip olmazdı.

Mark Zuckerberg'i başarıyla yorumlayan Jesse Eisenberg
The Social Network'le David Fincher bu noktaya parmak basıyor. Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in bu muhteşem sosyal paylaşım sitesini kurarken; kimilerini saf dışı bırakmak, kimilerini kullanıp bir kenara atmak, kimileriyle dostluğunu bitirmek zorunda kalmak gibi bir takım alırken "herkesin yüreğinin el vermeyeceği" kararı gözler önüne seriyor ve sanki filmin sonunda "peki dünyanın en genç milyarderi olma uğruna bu kadar zevale değer miydi?" gibi bir soruyu bilinçli seyirciye soruyor. Nitekim filmin en son sahnesinde, Mark Zuckerberg'in tek başına, davanın görüşüldüğü odada bilgisyarında açık Facebook sayfasından son beklentisinin harap ettiği kız arkadaşına gönderdiği arkadaşlık teklifini kabul etmesini beklemesi; bence malum sorunun soru işaretini ekrana yazmaktan farksız...

(Filmin sonuna dair verdiğim bu bilginin, filmi izlemeyenler için tat kaçırıcı bir bilgi olmadığını düşünüyor; aksi takdirde de izleyiciden özür diliyorum. İzlemiş olanlar bana hak vereceklerdir.)

"David Fincher'ı Anlamak"

Kimi aktörler bilinçli olarak kendilerine en yakışmayacak, o güne dek oynadıkları tüm rollerin yansıttığının aksini anlatan bir rolde oynamak isterler. Mafya babasını oynayan aktörün, bir de kadın rolünde beyaz perdede kendisini ispatlamaya çalışma çabası gibi. Çünkü bu; iyi oyunculuğun kanıtıdır kimilerine göre. Hep aynı role sıkışmış kalmış aktörler, hiçbir zaman kendilerini iyi hissetmezler: kendilerini hep farklı alanlarda da sınamanın peşinde koşarlar.

David Fincher da böyle düşünmüş olmalı.

Bugüne dek sistem eleştrisini hep kurgusal olaylardan yola çıkarak yapan Ficher, The Social Network'te gerçek ve bir o kadar da "popüler" -ki bu kısım beni çok şaşırtıyor- bir olayın üzeriden yapıyor eleştrisini. İşin tadını kaçırmıyor. Popülere hizmet etmek gibi gayreti yok. Tek yaptığı konusunun kıvamını değiştirmek, yoksa değinmek istediği nokta yine hep aynı: yani "farklı".

Oscar şansını yorumlamayacağım ama tek düşündüğüm; geçen sene The Curious Case of Benjamin Button'la olmayanın, bu sene The Social Network'le de olmaması halinde David Fincher'ın zerre kadar üzülmeyeceğidir.

Justin Timberlake

Justin Timberlake, pek etliye sütlüye karışmıyor

Bir aktör, geçen sene verdiği bir röportajda, Oscar Gabourey Sidibe'yi kastederek: "Oscar adayı olmak bu kadar kolay olmamalı. İnsanlar düne kadar şarkıcıyken bir anda gelen bir film teklifiyle Oscar adayı oluyorlar. Ben bugün şarkı söylesem, acaba bana Grammy verirler mi?" diye bir tespitte bulunmuş/mantıklı bir soru sormuştu. Bu görüşün tamamen arkasındayım. Ben bugün bir kitap yazsam ve hemen ardından Nobel alsam, nerede kalır Nobel Edebiyat Ödülü'nün Nobel Edebiyat Ödüllüğü?

O yüzden Justin Timberlake'e çok büyük bir dikkatle bakmak istemiyorum. Zaten iki saatlik filmin ilk bir saati hiç görünmüyor. Gözüktüğü son dakikalarda da öyle ciddi bir yükün altına girmiyor. Bu yüzden pek etliye sütlüye bulaşmamış denebilir.

Yalnızca oynadığı Sean Parker karakterinin bir iki videosunu izlersek, ya da yalnızca fotoğraflarına bir göz gezdirsek; asla Justin Timberlake gibi "gösterişli" bir tip olmadığını görürüz. Gözümü tek tırmalayan bu oldu.


***

The Social Network, yakın dönemimizin en önemli olgusunu incelemek ve kafamızdaki bazı sorulara cevap bulmak için izlenebilecek, hızlı akan bir film. Hepsi bu.

22 Şubat 2011 Salı

The Fighter


"Her başarılı erkeğin arkasında mutlaka bir kadın vardır", "cennet annenin ayakları altındadır" ya da "kardeşine güven!" gibi basmakalıplaşmış maço cümlelerin pençesinde kıvranan topluma tek cevap: The Fighter.



Son yıllarda izlediğim belki de en güzel Oscar adayı filmdi The Fighter. Hem de David O Russell diye pek de tanımadığım -bu benim eksiğim- bir yönetmenin elinden çıkmış olmasına rağmen... Son derece sürükleyici, kimi zaman hareketli konusuna rağmen durağanlık izleri taşısa da kendini toparlamasını iyi bilen, iki saatin nasıl geçtiğini izleyiciye hissettirmeyecek kadar misafirperver, sert bir film.

Hayata dair belki de bir başkaldırı. Tabuları yıkma yönünde atılmış bir adım. İşin aile olmaktan çok; "iyi" aile olmaktan geçtiğinin vurgulandığı bir manifesto. Doğrularınız uğruna ve varoluşunuzu savunmak adına karşınıza, eğer şartlar bunu gerektiriyorsa; aileniz de olsa almanız gerektiği gerçeğinin beyaz perdeye yansıtılmışı...

Peki bir soru? Bugün bir film festivaine gidiyorsunuz ve yalnızca bir tane film izleme hakkınız var. Önünüze on filmlik bir katalog koyuyorlar ve sizden detaylı bir okuma yapıp o gideceğiniz filme karar vermenizi bekliyorlar. Kataloğu aralayıp teker teker filmleri inceliyorsunuz: konusu neymiş, kim yönetmiş, senaristi kim, oyuncular kim vs... Dokuz filmin detaylarını inceledikten sonra karşınıza The Fighter çıkıyor. Bakıyorsunuz...

Konu:
Micky Ward (Mark Wahlberg) genç ve yetenekli bir boksör fakat kalitesine rağmen çıktığı çoğu maçı kaybediyor, bir türlü beklenen sıçramayı yapamıyor. Bunun başlıca sorumlusu ağabeyi Dicky Eklund (Christian Bale). Dicky eski bir "yerel" şampiyon. Ona bu ünvanı getirense üzerinde şaibe taşıyan bir boks maçı -rakibinin ayağının kaymasının nakavt oluşunda büyük etkisi olduğu söyleniyor...-

Dicky, eski boksör olduğundan kardeşini müsabakalara hazırlıyor, antrenör olarak kardeşini çalıştırıyor. Fakat gerek disiplinsizliğiyle, gerekse uyuşturucu bağımlılığıyla kardeşine hep destekten çok köstek oluyor. Kardeşinin kilosunda olmayan rakiplerle mücadeler ayarlıyor ve parlamaya hazır bir yeteneği köreltip duruyor.

Micky'ninse karşısındaki tek ayakbağı ayabeyi değil: menejerliğini yapan annesi, işi bilmeyen ve dolduruşa gelmeye pek müsait kardeş-teyze-halaları...

Ardarda maçlar kaybederken Micky, biraz da çok sevdiği ve onun gerçekten iyiliğini isteyen babası sayesinde bir kızla tanışıyor: Charlene (Amy Adams). Bu kız Micky'nin etrafında olup biteni çok rahat bir şekilde fark edip, Micky'nin bazı radikal kararlar alması yönünde Micky'yi teşvik ediyor.

Kardeşinin işlediği bir suç nedeniyle hapse girmesiyle başı rahatlayan Micky de, doğru bir çalışma ve özveriyle, babası dışında tüm ailesinden gelen tepkilere ve caydırıcı eğilimlere rağmen aradığı/beklediği başarıyı yavaş yavaş elde ediyor.

Gelgelelim ki şampiyonluk müsabakası gelip çattığında ağabeyi Dicky serbest kalıyor ve başına tekrar "musallat" oluyor.

Yaşanmış bir hikayeden temellenen bu filmde Micky'nin şampiyonluk mücadelesinden çok; insanoğlunun başarıya giden yoldaki dış etmenlerle mücadelesi gözler önüne seriliyor.

Yönetmen:

David O Russell. 
I Heart Huckabees, Flirting with Disaster ve Three Kings başlıca çalışmaları. Bilindik ödüllerden hiçbirine ulaşmışlığı yok. Adaylıkları da filmografisi kadar kısıtlı.

Senaristler:

1-Scott Silver. 
 Pek bilindik bir metne imza atmışlığı yok. 8 Mile'ın senaristi. (bu iyiye işaret mi bilemiyorum)

2-Paul Tamasy.
Bir zamanlar pek meşhur olan kahraman köpek filmlerinin çoğunun altında bu senaristin imzası var. Yine pek çekici bir repütasyona sahip olduğunu söyleyemeyeceğim...

3-Eric Johnson.
The Fighter ilk deneyimi.

4-Keith Dorrington.
The Merger diye adını hiç duymadığım bir filmin senaristi. Bunun dışında tek deneyimi The Fighter.


Başrol Oyuncuları:

Mark Wahlberg:
The Italian Job, The Departed, Max Payne, Invincible ve Boogie Nights'tan tanıdığımız bir aktör. Başrol oynamak için yeterli mi?

Christian Bale:
Hangi rollerde, ne kadar büyük bir başarıyla oynadığını söylemeye gerek yok. Bu zaten fazlasıyla aşikar. Yalnız belki bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: "Bu kadar iyi bir aktör, nasıl olurda bir filmde yan rolde oynar? Bu filmin o denli iyi olduğunun mu, yoksa ne yaptığını bilmeyenlerin işi olduğunun bir çeşit kanıtı mı?"

***
Yukarıda yazanları katalogtan okuduğunuzu düşünerek The Fighter'ı katalogta yazan diğer filmlerden ayrı tutup, tek bilet hakkınızı bu filme mi harcarsınız? (Soruyu; diğer filmlerin arasında Oscar adayı yapımların olduğunu gözeterek soruyorum)

İşte tüm bunları düşünerek, belki de biraz ön yargıyla başladım The Fighter'ı izlemeye ve film bittiğinde karar verdim: sorumun sadece son kısmında bir değişiklik yapmam gerekiyordu. "Harcarsınız" kelimesi yerine "değerlendirirsiniz" sanırım daha doğru olurdu... The Fighter başlıbaşına bir film ve eminim ki hangi katalogta yer alırsa alsın; güvenilmesi, mutlaka görülmesi gereken bir film.

Demek ki izlenecek olan filmin kapağına bakmak yetmiyormuş. Nasıl ki Robert De Niro ve Al Pacino bir filmde oynayıp, ortaya vasat bir iş çıkarabiliyorlarsa; yepyeni tipler çıkıp başdöndürücü yapımlara imza atabiliyorlarmış... Ne yapalım, öyleymiş...

Peki ya adaylıklar?

The Fighter'ın Oscar yolunda ne yapacağı hakkındaki yorumumu aday tüm filmleri izledikten sonra yapacağım. Yalnız Christian Bale'in muheşem yorumunu Oscar jurisinin gözden kaçıracağını "hiç" zannetmiyorum.

Bir de ilginç detay: Akademi Ödülleri'nin boks filmlerini çok sevdiğini hepimiz biliriz. Million Dollar Baby ve Raging Bull (en azından De Niro açısından) bunlardan sadece iki tanesi. Bence bu seneki Oscar'lar hakkında tahminde bulunurken bu küçük bilgiyi mutlaka akılda tutmak gerekir.

10...9...8...7...6...5...4...3...2...1..
NAKAVT!

Inception


"Yeni yazmaya başladığım sıralarda baya bir itina gösterirdim rüyalara. Ama sonradan hayatın kendisinin en büyük esin kaynağı olduğunu gördüm ve hayat dediğimiz koca denizin sadece küçük bir parçası rüyalar. Gerçek hayat çok daha zengin ya da belki benim rüyalarım çok renksiz."

G.G.MARQUEZ

Tam sekiz dalda Oscar adaylığı bulunan Christopher Nolan'ın Inception filmi acaba gerçek hayatta var olsaydı Marquez'in bu problemine çare bulabilir miydi? Çünkü konu tam bu! 

Cobb (Leonardo DiCaprio), teknolojinin insan hayatına bir nevi hükmettiği dünyada insanların rüyalarına girip oradan biri veya birileri adına bilgi çalan bir çeşit "hırsız". Küçük bir ekibi var ve her şey onun istediği gibi gelişiyor. Fakat filmin de film olabilmesi için şartları biraz zorlamak gerek değil mi? İşte tam bu aşamada devreye Bay Saito (Ken Watanabe) giriyor. Kendisi kendi alanında dünya zenginlerinden. Rekabette olduğu şirketin yaşlı sahibi ölüm döşeğinde ve öldüğü takdirde yerine geçecek oğluna birilerinin fikrini değiştirtmesi gerekiyor. Çünkü eğer şirketin yakın gelecekteki varisi işleri devralmayı reddederse, Bay Saito rakipsiz kalacak. Bay Saito bu iş için Cobb'a güveniyor. 

Yani özetle: insanların rüyalarına sızarak oralardan bir şeyler eksilten/aşıran Cobb'tan bu sefer beyne bir şeyler eklemesi, bir şeyler ekmesi bekleniyor. Görev işte bu. 

İşi bilenlere imkansız gibi gözüken bu olay, Cobb'a hiç de öyle gözükmüyor. Çünkü Cobb bunu daha evvelden de yapmış...

Cobb'un bu görevi tamamlayıp tamamlayamayacağı, filmi heyecan dolu kılıyor. Sekiz dalda Oscar adaylığı bulunan Inception filminin çoğu adaylığı zaten görsel dallarda... Yani böylesine heyecan dolu bir konunun bir de muhteşem görsel efektlerle donatıldığını düşünsenize!

Made in Dreams

Çoğumuz şimdi şu arabaların hepsini fırlatıp atsam da önümdeki trafik açılıverse, ya da keşke zamanı durdursam ve bu an hiç bitmese... gibi mevcut dünyada imkansız duran hayaller kurmuşuzdur. İşte bence sırf bu yüzden Inception filminin en az iki kere izlenmesi gerekiyor. Çünkü hayalgücünün esiri olmuş ve bundan pek de şikayetçi olmayan benim gibi seyirciler, filmi ilk izleyişlerinde gördükleri imkansızlıkların görsel efektlerle imkanlı hale getirilmesi olayına pek bir ağızlarının suları akarak bakıyorlar. Ve zaten sinema bunun için. Bir fikrin propagandasını yapmak, bir markanın adını seyircinin gözlerine sokarak reklamcılık becerileri sergilemek sinemanın "asıl" işi değil. Maalesef günümüz dünyasında sinema bu iki olgu sayesinde ayakta durabiliyor o ayrı. 

Benim değinmek istediğimse; seyircinin filmde kendini kaybetme, filmden yola çıkarak bir yandan kendi kafasında filmin başrol oyuncusu oluverme çabasının masumiyeti. Bunu çocuklar ve çocuksu yönlerini muhafaza etmekte başarıya ulaşmış olanlar pek iyi yaparlar farkında olmadan. İşte Inception bu açıdan güzel bir film. İnsana hayallerine ulaşması için güzel bir sırt sıvazlaması veriyor. Hepimizin buna ihtiyacı var.

İşin kötü yanıysa; seyirci "vay anasını, keşke ben de şu binaları yerinden oynatabilsem, kaybettiğim yakınlarıma bu kadar rahat ulaşabilsem" derken maalesef filmi kaçırıyor. İşte sırf bu yüzden film en az iki kere izlenmeli bence. (Bu cümleler de güzel hayallerin bir çekimlik fotoğraf makinelerinden farksız olduklarının kanıtı. Sadece bir fırt, sadece bir kafaya dikiş...) 

Filmin karışık olduğunu düşünenlere saygım sonsuz. Haklı da buluyorum kendilerini. Ama filmin karışıklığı konusu değil. Gayet basit bir konu anlatılıyor aslında... Filmin karışıklığının asıl sebebi; izleyiciye sınırsız düşünme ve hayallere dalgalanma imkanı vermesi. Dolayısıyla seyirci kendi rüyalarından kurtulamıyor ve filmi kaçırıveriyor. Bu da filmi karışık kılıyor.

Christopher Nolan klasiği!

Genellikle Batman serilerinden tanıyoruz Christopher Nolan'ı ama bir yanda da muhteşem Memento filmi var ki, bu filmin Inception ile aynı kanatlarda yer aldığını söyleyebiliriz. Hafızası belli süre aralıklarında yenilenen bir adam ve yine hafıza-beyin-rüyalar üçgeninde dolaşan büyük bir proje... Benzerlikler mevcut. Ama Memento'nun prodüksiyonu ile Inception'ın prodüksiyonu tabii ki aynı değil. 

İzlediğim en güzel Batman filmlerinden olan The Dark Knight'a can vermiş Christopher Nolan şimdilerde Batman serisine bir yenisini ekleme çabalarında: The Dark Knight Rises. Heyecan dolu bir bekleyiş başlamıştır benim için.

Cast açısından da başarılı bulduğum yönetmenler arasında Christopher Nolan. Neredeyse her filminde Michael Caine'i görüyoruz. Inception'da da bence genç yetenekler arasında en parlaklarından olan Cillian Murphy'yi kullanmış. Kendisiyle daha evvel Batman Begins ve The Dark Knight olmak üzere iki filmde çalışmıştı. 

Unutmamak gerekir ki Heath Ledger gibi bir genç ustayı yaratan da yine Nolan'ın kendisi. Her ne kadar Ledger'ı Oscar'lı yapımlarda izlemiş olsak da; asıl patlamasını, hafızalardan gitmeyecek yorumunu The Dark Knight'ta sergilemiş olduğunu gözden kaçırmamak gerek...

"Non, je ne regrette rien!"

Son zamanlarda Hollywood'ta bir Edith Piaf aşkı başlamış herhalde. Nereye baksak, hangi filmi izlesek bir "Non, rien de rien! Non, je ne regrette rien"... ezgileri çalınıyor kulağımıza. Frankofon olarak şunu söylüyorum ki Edith Piaf'ın şu meşhur şarkısından çok daha güzel Fransız şarkıları var. Haydi diyelim kıyıdan fazla uzaklaşmak istemiyorlar, bari yine Edith Piaf'tan daha güzel şarkılar bulsalar. Buyurun benden bir küçük liste: Padam... Padam... , Milord, La Foule... (Bunlar basmakalıplığa bağımlı Amerikalıları bir süre -yirmi yıl kadar- idare eder zannediyorum)

Son Söz:

Inception; Freud'un Irma'sına, rüyaların en gizemli yönlerine ve mümkün gözükmeyen her şeyin mümkünlüğüne göz kırpıyor. Ya en güvendiğimiz kasamız olan zihnimizin bilmediğimiz bir açık kapısı varsa?

Unutmayalım ki, bizler rüyalarda yaşamaya alışmış ve gerçek hayatlar yüzleştiğimizde karaya vurmuş balık misali çıldıran yaratıklarız. Her anımızla, her hareketimizle "sahteyiz". En gerçeğimizin bile ensesinde "Made in Dreams" yazıyor.


21 Şubat 2011 Pazartesi

127 Hours









17 Ağustos depreminden sonra bir kısım muhafazakar kesim "bu bize Allah'ın bir mesajı, neden hala  akıllanmıyoruz!" diye şeriatister sloganlar atarak yürüyüşler yaptı ve bilimsellikten uzak bir bakış açısı sundu topluma. Peki ya o korkunç depremi, biz insanoğlunun doğaya verdiği zararların bir çeşit faturası olarak algılamak gerekiyorsa?


Transpotting, The Beach ve Slumdog Millionaire filmlerinin yönetmeni Danny Boyle ile yolum tekrar "hazır Akademi Ödülleri'ne bir hafta gibi bir süre kalmışken tüm aday filmleri kendi sinemam olan Ukde Sineması'nda izlesem ve ödül sahiplerini kendim belirlesem fena olmaz mı?" diye düşünürken kesişti!

Ukde Sineması yoğun bir haftaya, Aslı ile birlikte verilen bir "kendi ödüllerini, kendin belirle!" kararıyla başladı. Hafta boyu Oscar'a aday gösterilmiş tüm filmler izlenecek ve ödüllerin "bizce" sahipleri belirlenecek. Bu sayede Aslı "X" der, ben "Y" dersem ve eğer "Y" kazanırsa Aslı bana; "X" kazanırsa ben Aslı'ya bir şeyler ya ısmarlayacak, ya alacağım -henüz iddianın ne üzerine olduğunu belirlemedik...

Bu bağlamda ilk film 127 Hours idi. Elbette bu filmin seçilmesinde filmi beraber izlediğim babamın büyük etkisi vardı. Nerede bilmiyorum, ama bir yerlerde Nasuh Mahruki'nin bu filmi çok beğendiğini ve mutlaka izlenilmesi gerektiğini belirttiğini okumuştu: onu kıramadım -zaten hafta içinde bir gün izleyecektim...

127 Hours; yaşanmış bir olaydan uyarlama bir macera -dağcılık- filmi. 

Aron Ralston (James Franco) bir kanyonda çeşitli tırmanışlar yaparken bir kaza geçirir ve hiç akla hayale gelmeyecek bir şekilde sağ kolu bir kayaya sıkışır. Kolunun üzerine düşen ve oraya adeta yapışan kaya bir türlü hareket etmez ve Aron Ralston kendisini bir anda doğanın kucağında bulur. Ralston'ın önünde iki seçenek vardır; ya büyük bir yürekle, sıkıştığı yerden kurtulabilmek için kolundan vazgeçecek, ya da hayata veda edecektir.

127 Hours, bir çeşit doğayla mücadelenin filmi. Doğayla mücadelenin imkansızlığının, doğa ile mücadelenin gereksizliğinin filmi. Bir çeşit asıl hükmedenin kim olduğunun farkındalığına varma gerekliliğinin filmi... 

İki dev kaya kütlesinin arasında kaldığı zaman ağlamaya başlayan, bir damla suya muhtaç olduğunda sidiğini içen, suratına tırmanan karıncalara karşı aciz kalan ve kalmaya mahkum olan insanoğlunun filmi.

Film bu yanlarıyla çok güzel. Fakat maalesef bir de Danny Boyle'un, aslen İngiliz olmasına rağmen ABD film endüstrisine bağımlılığı var ki, sormayın gitsin... İki dev kaya kütlesi arasında mahsur, tek elini kesme olasılığıyla karşı karşıya kalmış; her an ölecekmiş gibi yaşayan James Franco (Ralston demiyorum çünkü onun böyle yapmamış olma ihtimaline daha çok inanıyorum), o zor anlarında meşhur, kofti Amerikan partilerini, seksi ve ailesini düşünüyor... Peki yahu madem bu adam bu hayatı bu kadar seviyordu, bırakın bu maceraya kalkışırken geride bıraktıklarını haberdar etmeyi, yanına bir telefon olsun almaz mıydı? (uyanıklık edip telefonun o bölgede çekmediğini ve Franco'nun yanına bu sebepten telefonunu almadığını söylemeyin çünkü filmde dediğimi destekleyici ve benim buradan söyleyerek izlemeyenler için büyüyü bozmaya yeltenmeyeceğim kanıtlar mevcut)

Sürekli markası gözüken kameradan, ya da meşhur spor markasının adını bas bas bağıran kol saatinden bahsetmeye lüzum var mı?

Keşke doğanın önemini anlatmaya çok uygun bir yapısı olan bu güzel hikaye, şu meşhur Amerikan Rüyası'nın eline düşmeseymiş...

James Franco'ya ayrı bir parantez açmak gerekir sanırım. Milk ve Spider Man serisi, Franco'nun kariyerindeki belki de en önemli beyaz perde deneyimleri ama ilk defa kendisini ağır ve takip edilme garantisi olan bir yapımda görüyoruz. Bilhassa bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı sahnelerde, bu zor rolün altından kalkabilmek için kullandığı teknikler muhteşem -ezber kağıtlarını sette kaybetmek ve o klostrofobik havaya tamamen girmeye olabildiğince gayret etmek gibi... Kısacası Franco'nun performansı göz kamaştırıcı ve yaşı için de Oscar adaylığı umut ve güven verici olmalı.


Uzun lafın kısası: 127 Hours, içi pek dolu bir hikayenin Holywood süzgecinde kaybolup gitmesidir... O güzel çekimler, canım konu çöpe gitmiştir. Fakat tabii bu filmi ABD sinemasının nasıl bağrına basacağı da ayrı bir merak konusu...