Ağustos 2010

1 Ağustos 2010 Pazar

Je Vais Bien, Ne T'En Fais Pas



- ... les autres, c’est clochard dealer ou pute qu’ils finissent (Paul)
- Ben voila je ferais pute. (Lili)
Franko-Türk bir liseden mezun olmam ve Fransızca Mütercim Tercümanlık okuyor olmama rağmen, Ukde Sineması’nda ilk defa bir Fransız filmi izledim. Sebebini inanın ben de bilmiyorum.
Bu film bana Fransız bir arkadaşımın önerisi olan Je vais bien, Ne t’en fais pas(merak etme, ben iyiyim).
Film, ilk anından beri sizi içine almayı biliyor. Son yıllarda parlayan ve daha da parlamasını beklediğim bir aktris başrol oynuyor: Mélanie Laurent. Soysuzlar Çetesi filminde de oynayan Fransız aktris, bence Marion Cotillard’a göre daha iyi bir aktris. Yani Paz Vega’nın, artık Almodovar’ın gözdesi olmamasından mıdır nedir?, Penelope Cruz’un arkasında kalıyor oluşu gibi bir şey. Cruz, Vega’dan iyidir, kötüdür bilemem ama izlediğim kadarıyla Vega’nın da Cruz’dan aşağı kalır bir yanı yok.

Neyse, konumuza dönelim.
Eğer erkek evladıysanız ve babanızla tartışmışsanız, babanıza mutlaka izletmeniz gereken bir film. Sonu belki biraz ağır olabilir ama inanın iyi hissetmenizi sağlıyor.
Bunun dışında bir iki söz de Kad Merad için.
Filmde sevimsiz ve soğuk babayı canlandırıyor. Kad Merad’ın birçok komedi filmini görmüştüm. Bienvenue chez les Ch'tis(2008) ve Un ticket pour l'espace(2006) bunlardan bazıları. İnanın, bu filmleri izleseniz, “bu adam başka bir rolde oynayamaz” dersiniz. O kadar uyuyor komedi filmlerine. Ama Ukde Sineması’nda izlediğim Je vais bien, Ne t’en fais pas adlı filmde ağzımı açık bıraktıracak bir performans sergiliyor. Bir oyuncu bu kadar mı şanssız olur denilecek adamlardan. Şanssız çünkü Fransız… Şanslı çünkü Türkiye’de çalışmıyor… Neyse.
Zaten, muhteşem performansını Cesar ödülüyle süslemiş. Ne diyelim. Nice filmlere.
Son nokta filme dair: eşsiz bir soundtrack.
A Clockwork Orange kıvamında bir soundtrack. Yanlış anlaşılmasın. Birçok filmin çok güzel soundtrackleri var. Ama benim için soundtrack filmle uyumlu olmalı. Bu filmin soundtracki tam filmi tamamlar durumda.

İlgilenenler için: Aaron diye bir gruptan Lili adlı şarkı.
Özetle, bir ilk için güzel bir Fransız filmiydi. İzleyiniz.

Ultimo Tango a Parigi



“That's your happiness and my hap-penis.”
Eşini kaybetmiş bir adamın Paris’te yaşadığı bir çılgınlığı konu alıyor film. Aslında bu cümleyi okuyunca insan çok hareketli bir film bekliyor, doğrudur. Ama film hiç öyle değil.

Bir Bertolucci filmi. Tıpkı The Dreamers (2003-Bertolucci) gibi cinsellik bazlı ama anlatacakları çok daha derin olan bir film. Aynalar, her Bertolucci filmindeki gibi çok önemli bir yer tutuyor filmde. Paris birçok filmde gözüktüğünden çok daha hüzünlü, çünkü çok daha sepya…
Bu tip bir analize devam edebilirim. Ama asıl istediğim filmin çok daha içine girmek. Filmin içeriğine dair birkaç bilgi vermek.
Filmin başrol oyuncusu Marlon Brando. Kadın oyuncu ise Maria Schneider. Brando için görüşümü bildirmeden evvel Schneider hakkında bir-iki şey söylemek istiyorum.
Filmi birlikte izlediğim bir kız arkadaşım bana kadının bu önemli rol için hafif kaldığını söyledi. İlk bakışta gerçekten haklıydı. Brando gibi bir dev oyuncuya eşlik edebilecek –ne demeli?- seksapele sahip bir kadın değil Schneider. Onun yerine Sofia Loren ya da Bardot nasıl olurdu bilemiyorum, ancak sanki sanırım bir nebze daha oturaklı olurdu, bu tercih. En azından filmin ilk dakikalarında, filmin içerisine girme döneminde aklımdan bunlar geçiyordu. Fakat sonra biraz düşündüm. Film bin dokuz yüz yetmiş iki yılında çekilmiş. Yani bu demek oluyor ki The Godfather filmiyle aynı tarihte yapılmış. Bu dönem normal bir dönem değil Brando için. Öyle ki, bu denli usta bir oyuncu The Godfather filminde oynayabilmek için –o dönem de Akademi Ödüllü olduğunu hatırlatmakta yarar var- film denemesine gitmek zorunda kalmış. Normalde bu denli büyük bir oyuncuya “denemeye katılmalısınız!” demek, çok büyük bir hakaret.

Ancak Baba filminin yapımcıları haksız değiller. O döneme dönecek olursak. Marlon Brando iyice ününü kaybetmiş. Yaptığı filmler gişede oldukça başarısız. Başı bin bir belada. Onu böylesine önemli bir senaryoda oynatmak, filmin sonu olabilir. Bu sebepten bir teste ihtiyacı var.

İşte Paris’te Son Tango da, bu döneme tekabül ediyor. Bertolucci, Brando’nun karşında oynayacak olan aktris için belki de bu yüzden çok parlak bir kadın seçmedi ve sıradanla idare etti. Brando’nun önüne geçmesin ve film kaybolmasın diye.

Bu bir fikir elbet!
Öteki teorim ise daha romantik. Bertolucci sinemasını seven bir insan olarak, onun böyle gişesel bir hesap yapmamış olduğunu umuyorum ve ikinci teorimin gönlümde daha ağır bastığını söylüyorum.
Belki de Bertolucci daha gerçekçi olmak istedi! Demek istediğim; boş bir kiralık dairede tanışıp, en ücra cinsel fantezilere götürülebilecek kadın, her halde muhteşem olmasa gerek… Bu filmin gerçekçiliğini kaybettirebilirdi. Hangi erkek Sofia Loren gibi güzel bir kadınla –pek tabii gençliğinden bahsediyorum- bir dairede yaşayıp, her türlü cinsel fanteziyi onunla yaşamak istemez? Hayır, yanıtını verecek bir kimse bulmak zor ihtimal, tıpkı bunun gerçek olma ihtimali gibi.
Bertolucci sanırım bunu düşünmüştür.

Ingmar Bergman bu film için “konu ancak iki erkek arasında geçiyor olsaydı bir anlam ifade ederdi” demiş. Evet, belki daha renkli olabilirdi. Ama onu hayal edene kadar gerçeğinin tadına bakmak daha verimli olur. Bu film bu haliyle de çok güzel.

İlginç bir iki not da şöyle, filme dair:
1-Brando, senaryoyu hiç ama hiç ezberlememiş. Hep doğaçlama oynamış. Öyle ki Schneider onunla oynarken çok zorluk çekmiş. Bir türlü nerede söze girip, nerede susacağını bilememiş. Çıldırıyormuş.
2-Bertolucci filmin senaryosunu yazarken, hiç anlaşamadığı ve kendine sürekli muhalefet bir dostundan yardım almış. Ancak o şekilde mükemmele ulaşacağına ve hiç düşünmediklerini düşünecek oluşuna inanması muhteşem değil mi?
Bir de Gözlem:
Her başarılı aktör, en az bir kere homoseksüeli oynamıştır. İlginç!