Malena

17 Aralık 2010 Cuma

Malena


Bana dünya üzerinde gördüğün en güzel kadınları say deseler, Monica BELLUCI herhalde ilk beş içerisinde yer alır. Zannedersem bir çok erkek de benimle bu konuda hemfikirdir. Sinemada da pek tabii, çirkin ama yetenekli oyunculara ihtiyaç olduğu gibi; güzel ama pek de yetenekli olmayan oyunculara da ihtiyaç vardır. İnsan -kadın, erkek diye ayırmıyorum- sinemaya girdiği vakit, kimi zaman beyaz perdede temiz-pak, sanki kalemle özene bezene çizilmiş gibi insanlar görmek ister. Bu hepimizin başına gelir.

Oceans serisinde beyaz perdede eli yüzü düzgün adamlar görmek, güzel kıyafetler içinde, şık arabalar kullanırlarken onları izlemek... nasıl diyelim: rahatlatır insanı. Temiz bir odaya girmek gibidir bu durum, ya da yepyeni bir silgi alıp kullanmaya, onu kirletmeye bir türlü kıyamamak gibi... Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan nokta, sinemanın bu güzel insanlara ihtiyacı olmasıdır. Çok iyi olmayan oyunculuklarını kimi zaman güzellikleriyle kompanse eder bu oyuncular. Zaten roller de genelde onların bu özelliklerine göre gelir kendilerine...

Dikkat edince mesela bir dönem Brad PITT'in, oynadığı tüm filmlerde vücudunu sergilediğini -kendisi kesinlikle kötü oyuncu değildir-, Monica BELLUCI'ninse neredeyse her filminde bir kez seviştiğini, ya da göğüslerini gördüğümüzü söyleyebiliriz. Bu gayet normaldir. Çünkü çoğumuz Robert DE NIRO'nun vücudunu pek etkileyici bulmayız; ya da biz erkekler için Meryl STREEP'in göğüslerini görmenin pek de cazip olmayışı örnek verilebilir tabii...

İşte bu durum; kimi zaman filmin altında yatan mesajın, aktör/aktrisin fazlasıyla, görsel anlamda mükemmele yakın oluşu yüzünden kaybolmasına yol açar. Yani seyirci -erkekse- beyaz perdedeki güzeller güzeli kadının göğüslerine öylesine odaklanır, -kadınsa- erkeğin kaslarını öylesine baş döndürücü bulur ki, filmin anlatmaya çalıştığı şey kaybolur gider. Bu Cem YILMAZ'ın oynadığı bir reklamı izleyip, saatlerce gülüp, etraftaki herkese espriyi anlatıp, sonunda "hangi ürünün reklamıydı peki?" diye sorulduğunda geveleme durumuna benzetilebilir. Buna reklamcılıkta "oyuncunun, ürünün önüne geçmesi durumu" denir.

Aynı bağlamda filme, Malena'ya bakalım...

Bin dokuz yüz kırk yılında, İtalya Mussolini önderliğinde ikinci dünya savaşına dahil olduğu zaman; filmin başrol oyuncularından on iki yaşındaki Renato'nun hayatına iki yeni şey girer:
1-Yeni bir bisiklet,
2-Kocası Afrika'ya savaşa giden dünyalar güzeli kadın Malena...

Burada dikkatle bakıldığı zaman, aslında kadını bir "mal" gibi gösterme durumu var mı, bilemiyorum. Ama bunun bir dönem filmi olduğunu ve kadınlara karşı bugün bile mükemmel olmayan yaklaşımların, o zaman daha bir tüyler ürpertici olabileceği gerçeğini gözardı etmemek gerek.

Malena, Sicilya'ya (film Sicilya'da geçiyor) sırf kocasının yanında olabilmek için gelmiştir. Sevdiği adamın peşinden geldiği bu şehirde ise, maalesef kocasının savaşın başlamasıyla orduya katılışı yüzünden yalnız kalmıştır.

İşte film aslında bu noktada başlar. Bu ancak bizim ülkemizde olur, dediğimiz şeyler İtalya'nın güneyinde Sicilya'da da Malena'nın başına gelmeye başlar. Malena güzelliğinin cezasını çekmektedir. Herkes onu bir seks objesi olarak değerlendirir. Erkeklerin hepsi, evli olanları da dahil Malena'ya aşık olurlar ve ona karşı önlenemez bir cinsel istek beslerler. Bu durum erkekler arasında, bir çeşit soğuk savaş başlatır; tıpkı ikinci dünya savaşından sonra A.B.D ile Sovyet Rusya arasında başladığı gibi... Kadınlar ise erkeklerini kaptırmamak için yavaş yavaş Malena'ya antipati beslerler. Bu antipati önce nefret, sonra ardı arkası gelmez dedikodulara, en sonunda da Malena'ya bitmek tükenmek bilmez hainlikler yapmaya kadar gider...

Buna rağmen herkesin durmayı bildiği bir nokta vardır; çünkü Malena netice itibariyle evli bir kadındır ve kocası günün birinde savaştan dönecektir.

Fakat Melena'nın kocasının ölüm haberiyle, Sicilyalı erkekler artık sınır tanımazlar ve açık seçik Malena'yı taciz ederler. Tüm bu olanlara karşı Malena duruşunu bozmaz ve kaybettiği kocasına olan sadakatini uzun bir süre korur. Fakat Sicilyalı erkekler onun yakasını bırakmayacaklardır...

Tüm bu olaylar olurken Renato AMOROSO (çok uygun bir soyad; "aşk dolu" demek İtalyanca) ilk aşkını çoktan bulmuştur; Malena... Fakat Renato'nun beslediği aşk, tıpkı yaşı gibi çok naif bir aşktır. Kasabanın diğer erkeklerininki gibi hayvani değil; daha çok içinde yaşadığı, yalnızca kalbinde hissettiği bir aşktır. Elbette cinsel bir yönü vardır. Ama bu cinsel yön, Malena'ya hiçbir zaman acı çektirme eğilimi gütmeyen bir cinsel yöndür. Kendisi sadece aşıktır... Gerçek anlamda aşık.


Film, bir kadının erkeksiz kaldığı zaman; hem hemcinslerince, hem de karşıt cinslerince ne kadar büyük zarar görebileceğini anlatan bir bakış açısına sahip. Bu bakış açısı elbette cehaletten temellenen bir bakış açısı. Cehalet, basitlik, yabani... nasıl adlandırırsanız.

İkinci dünya savaşını anlatan onlarca filmin yanında bence güzel bir renk olmuş. Bu filmi izleyerek pek tabii ikinci dünya savaşını ve zararlarını anlamak mümkün değil. Ama toplumsal zararlar dışında bireysel zararları yok muydu bu savaşın, diyenler için de güzel bir örnek Malena.

Başta da söylediğim gibi, keşke oyuncunun güzelliği biraz daha örtülseydi. Monica BELLUCI'yi baştan aşağı anadan doğma görmek, elbette ki gözlerimi şenlendiren bir durum oldu; ama gönül isterdi ki bu kadar filmin önüne geçmeseydi bu nahoş sahneler. Konunun derinliğine sanki biraz hakaret gibi olmuş...


Filmin bir de harika bir patlama şarkısı var. Zaten bu soundtrack'le de Oscar adaylığına layık görülmüz film. "Ma l'amore no." "Ama aşkım hayır", demek sanırım. Eğer öyleyse, filmle uygunluğunu tartışmak mümkün değil, on numara olmuş denilebilir...


Filmin en sonundaki konuşma, sanırım Renato'nun Malena'ya ne kadar büyük bir aşk beslediğinin, gerçek aşkın aslında asla sahip olamadığımız, olamayacağımız; yalnızca kalbimizde, zihnimizde, hayallerimizde yaşattığımız aşk olduğunun en büyük ifadesi:

"Çevirebildiğim kadar hızlı çevirdim pedalları... Sanki özlem dolu dakikalarımdan, masumiyetimden, 'ondan' kaçıyormuşum gibi... Çok zaman geçti üzerinden ve ben birçok kadını sevdim. Yakınlaştığımız vakitlerde bana 'günün birinde onları hatırlayıp hatırlamayacağımı' sorarlardı ve ben de onlara hep yalan söyler 'evet, hatırlayacağım' derdim. Ama aslında tek hatırladığım kadın, bana bu soruları hiçbir zaman sormamış olan kadın oldu..."

"Gerçek olan aşk; karşılıksız olandır... Ne kadar ayrı kalırsak, aşkım o kadar büyür..."

Son söz: Lütfen bu filmi bir porno olarak değil, bir ikinci dünya savaşı aşk filmi olarak değerlendirin. Bir de elbette filmin konusundaki "Fatmagül'ün Suçu ne?" benzerliği el yakıyor. Böylesine içler acısı bir durumu keşke vaktinde biz film yapabilseymişiz, belki o zaman ilk defa bir Türk filmi Oscar adayı olmayı başarırdı. Konu bizim, ekmeğini başkaları yiyor. Olur iş mi?

0 yorum :

Yorum Gönder