The Good Shepherd

16 Aralık 2010 Perşembe

The Good Shepherd


Uzun bir aradan sonra Ukde Sineması'nda tekrar film izleme vakti bulabildim. Bu sıralar biraz yoğundum, yoğunum. Sinema zevki pek tabii kesintiye uğramaması gereken bir şey: kabul, fakat kimi zaman insanın elini kaldıracak hali olmuyor. Havalar mı acaba buna sebep?

"Bakıyorum da misafir olmadığı zaman film izletmiyorsun hiç...", diyen babama inat, zevkli olacağını düşündüğüm "babam tarzı" (bu tarzın ne olduğunu the untouchables yazımda ifade etmiştim) bir film koydum "play" e bastım.

Akşamüstü mate içmiş olduğumdan pek uykum gelmez diyordum, ama filmin Hollywood filmi olmasına rağmen ağır temposu hem beni, hem babamı yordu. Öyle ki bir çok yeri ya o kaçırdı ben ona anlattım, ya ben takip edemedim o bana anlattı. "Peki ya ikinizin de aynı anda kaçırmış olduğunuz yerler?" diyen olursa da cevap oldukça naif: "o yerlerden haberimiz yok, huzurumuzu bozmadık..."

Filmin konusundan bahsettiğim zaman birçok kimse "e, iyi de, bu film nasıl ağır olabilir? Bir sinemasever bu filmde nasıl mayışabilir?" diye düşünecektir. Haklıdır da... Ancak dediğim gibi; son dönemlerde, genel olarak hayatımın her dalında bir mayışıklık, ayağa kalkacak hali olmama durumu mevcut. Üzücü tabii... (Ya da değil, neden üzücü olsun ki!)

Yeri gelmişken, geçen gün uzun metrajlı tarih programlarımızdan birisinin konuğu Prof.Dr.İlber ORTAYLI'ydı. Seyirciler mail yoluyla sorular soruyorlar, adam da gayet içtenlikle, hafif de seyirciyi aşağılar biçimde cevap veriyordu. Neden bilmem bu durum pek hoşuma gitti. Acaba Yeraltından Notlar'ı taze okumuşluğun bunda bir etkisi var mıdır? Her neyse. Adama şöyle bir soru geldi: "hocam! Günde kaç saat uyumak gerekir?". Adam hiç düşünmeden, aynı kalkık kaşların verdiği bilmiş ifadeyle "beş buçuk saat. Akşam beş saat, öğleden sonra da yarım saat siesta", dedi. Düşündüm de, bu benim için herhalde hiçbir zaman geçerli olamayacak...

Uyuşukluktan gelelim filmin konusuna.

Bahía de Cochinos'u bilirsiniz. Hani şu Küba'nın güneyinde yer alan "Domuzlar Körfezi".Castro başa geldikten sonra, devrimini yaptıktan sonra gayet nazik bir biçimde Kübalılara sorar: "biz komünizmi getirdik, bu dakikadan sonra gümrüklerimizi, dış ilişkilerimizi ona göre düzenleyeceğiz, eğer bu fikre karşıysanız, buyurun kapı açık". Kimi Kübalılar da bunun üzerine ülkelerinden ayrılmayı tercih ederler. Her şey normal gibi durur, fakat 1961 yılında, sürgündeki Kübalılar, ABD'nin de desteğini alarak Küba'ya çıkarma yapmaya kalkışırlar. Fakat bu işgal girişimi, başarısızlıkla sonuçlanır.

İşte The Good Shepherd'in konusu, bu işgal girişiminden temelleniyor. İşgal girişimini yönetenler arasında Edward Wilson (Matt Damon) var ve kendisi, hem özel hayatında, hem de profesyonel yaşamında hep soğuk, kendine güveni son derece yüksek birisi. Buna rağmen işini iyi yapıyor. Etrafındaki çalışanlarıyla arası kötü, daha doğrusu "seviyeli". Onlara karşı burnu kalkık bir hava sergiliyor. Belki bu sebepten, belki başka bir sebepten huylanıp -hikayelerin sonunu vermemeyi kendime adet edindiğimden net cevap vermeyeceğim- araştırma yaparak, ekibinin içerisinde bir casus olduğunu, Küba'ya haber taşıdığını fark ediyor. Film de bunu Bahía de Cochinos çıkarmasının başarısız oluş sebebi olarak gösteriyor. Bu konuda yorum yapmak istemiyorum, çünkü doğrusu nedir bilebilecek bir konumda değilim.

Castro'nun çıkarmadan haberi olduğunu, birilerinin Castro'ya  casusluk ettiğini anladıktan sonra Wilson, bir yandan bu muhbiri ararken öte yandan da kimi geri dönüşler yaşıyor; babasının intiharına, Yale Üniversitesi'nde eğitim aldığı günlere, hızlı gelişen evliliğine, oğluyla arasında doğan haklı mesafeye dönüyor.

Biz de tüm bu geri dönüşlere tanık olarak, Wilson'un güncel zamanda yaptıklarının, tüm eylemlerinin sebeplerini irdeleme fırsatı buluyoruz.

Film bu açıdan gerçekten hoş. Ben de bugün insanlara tokat atmaktan zevk alanların, geçmişlerinde mutlaka çok tokat yemiş olduklarına inananlardanım. Bu yüzden Wilson gibi soğuk ve kimi hareketlerini anlamakta güçlük çektiğimiz insanların davranışlarını izlerken, bir yandan geçmişini öğrenmek, güne bir nevi ışık tutuyor.

Film bir savaş filmi asla değil. Soğuk savaş dönemlerini yaşayan, yöneten veya yalnızca maşa olan insanların psikolojilerini anlatıyor denilebilir. Ve belki de son cümle, Wilson'ın tüm ailesini kimi zaman işi uğruna karşısına aldığı gerçeği üzerine edilecek olursa şöyle olurdu; bir insanın, sevdiği ülkesi için neleri karşısına alabileceğini görmek istiyorsanız, bu filmi izleyin... Ki, bu da hiç benlik bir kapanış cümlesi olmadı.

Hele oturup filmin ismiyle ilgili konuşmaya başlarsam, ya da burada vatan millet sakarya! naraları atarsam, hiç olmaz. En iyisi burada kesmek. De NIRO'nun filmi yönettiğinden bahsetmedim. Bahsetmek de istemiyorum. "Görmemiş olayım" deyip, De NIRO sevgime devam etmek istiyorum...

Bu arada, Joe PESCI'yi yıllar sonra, De NIRO'nun yönettiği bir projede görmek çok hoştu. Devamı gelsin!


Son olarak bir keşke: "keşke bu filmi daha ayık olduğum ve zihnimin daha açık olduğu bir zaman izleseydim. Belki izlerim de..."

0 yorum :

Yorum Gönder