Antichrist/Deccal

28 Aralık 2010 Salı

Antichrist/Deccal


"Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!"
Friedrich Nietzsche


Dancer in the Dark (2000), Dogville (2003) gibi yaratıcı filmlerden tanıdığımız Danimarkalı yönetmen Lars Von TRIER'in, sinema dünyasına bırakıp kaçtığı son bomba Antichrist/Deccal (2009). Filmin usta Rus "sinemacı" Andrei Tarkovski'ye ithaf edilmiş olması; zannedersem filmin karmaşık olduğunu, bir mesaj taşıdığını ve hiç de boş bir film olmadığını anlamak için yeterli bir sebep olsa gerek. Avatar'ların, Twilight'ların deliler gibi takip edildiği ve bu sayede de "net gişe başarısı" getirdiği göz önüne alınırsa; fikirsiz yavşak yönetmenlerce ardarda bu tarz filmlerin kopyalanıyor oluşuna pek ses edemeyiz. Herkesin bir amacı vardır ve sinemayı cep doldurma sanatı olarak kullanmak da, bu amaçlar silsilesinin bir rafı olabilir. Ama bu bahsettiğim sessizlik; sistemin dışına çıkmış, yaptığı işten ticari gelir beklemeyen ve söyleyecek sözü olan yönetmenleri baş tacı yapıp, onları Dostoyevski, Oğuz Atay... gibi anmayacak oluşumuzu beraberinde getirmez. Piyasa yönetmenlerine ses etmiyor olabiliriz, ama bırakın da onları Tarkovski gibi yönetmenlerle aynı kefeye koymayalım. Koyuyorsak da sinema konuşmayalım...



Tüm bu söylediklerim, elbette Tarkovski içindi. Lars Von Trier belki kariyerinin başında değil ama henüz ölmedi de... Bu; daha yapılmamış filmleri var demek. Belki bundan otuz yıl sonra, eğer kendisi en son filmini yapıp göğsünü gere gere beyaz perdeye aktarırsa, o zaman tüm filmografisini tarar, daha net konuşuruz kendisine dair.

Peki neden tüm bunlardan bahsediyorum? Filmin son sahnesinde "Andrei Tarkovski'ye adanmıştır" yazdığı için mi? Evet, belki bu yüzden. Daha doğrusu; bu sebeplerden yalnızca biri. Giriş cümlesi eğer imkan varsa, varsın Tarkovski'yle ilgili olsun. O ayrı! Ama asıl sebep, Antichrist filmini, iyi anlayabilmek için, artalan bilgi edinmek gerekiyor. Yani filmi yapan sinemacının hayatına şöyle bir bakış atarsak, sanırım filmi daha iyi anlayabiliriz. Aklımızda tuttuğumuz filme dair sonuçlar, yönetmenin hayatıyla farklı anlamlar kazanıyor gibi... En azından bana öyle oldu.

Evvela filmi bir hatırlayalım:

Filmin ilk sahnesi Friedrich Handel'in 'Lascia ch'io pianga'adlı müziğiyle başlıyor. Bir kadın ve bir erkek, apartman dairelerinin bir odasında -önce banyoda, sonra odalarında- seks yapıyorlar. Sahne yavaşlatılmış çekimde, siyah-beyaz gösteriliyor. Muhtemelen bu sahneyi çekerken, bilinçli olarak oyuncular da yavaş oynamışlar. Bunu seks yaparlarken düşürdükleri objelerin düşüş hızlarından anlayabiliriz -sadece bir görüş, belki de çok ileri bir teknikle ayarlanmış olabilir...-

Her neyse adam ve kadın seks yaparlarken, evin diğer odalarından birinde o sırada uyumakta olan bebek ayaklanır, yatağından kalkar -yatağın etrafı demir parmaklıklarla çevrilidir, nasıl olur da o demir parmaklıkları hiç zorluk çekmeden açıverir(?)- ve odalarında sevişen kadın-erkeğin yanına gider. Kadın-erkek son derece şehvetli bir biçimde sevişirlerken, bebek yalnızca onlara soluk bir biçimde bakar ve ardından o sırada açık olan bir pencereden, elindeki ayıcığıyla birlikte kendisini aşağıya atar. Pamuk gibi karla dolu zemine bebeğin düşüşüyle, sevişmekte olan kadının orgazmı aynı ana denk gelir.

Neredeyse saniyenin onda biri kadar minik bir görüntüde, bebek "çitinin kapısını" açarken -adam ile kadının odasındaki bebek walkie-talkie'sinin -ya da ne denirse artık ona- alarm verdiğini fakat sevişmekte olan çiftin bunu duymadıklarını görürüz.

İşte bu filmin açılış sahnesi. Ondan sonra film bölümler halinde ilerler. Dört temel bölüm vardır filmde:

-Prologue (ön söz): Bu kısmı bir "bölüm olarak adlandırmak doğru mu bilemiyorum. Bu kısım, yukarıdaki giriş sahnesinin yer aldığı bir "ön söz" niteliğinde.



1-Grief - Yas



2-Pain - Acı (Chaos Reigns - Kaos Hükümdarlığı)





3-Despair - Umutsuzluk (Gynocide - Kadın Düşmanlığı)



4-The Three Beggars - Üç Dilenci



-Epilogue (Son söz)




Bölümler halinde inceleme:

Filmin bir çok yerinde, mesela: kadının ayaklarının toprağa değdiği anda yanması veya kadının sürekli adamla cinsel ilişki kurmak istemesi veya veya... kadının adamla birlikte olduğu anda bebeğini kaybetmesi... gibi bölümler; çok net bir biçimde dünyaya ilk gelen erkeği -Adem- ve ilk gelen kadını -Havva- düşündürüyor. Üç ana dinde de varolan inanışa göre: Tanrı insanoğlunu evvela cennette yaratır: Adem, fakat sonra yanına bir de dişi gönderir: Havva. Bir elleri yağda, öteki elleri baldayken... yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındayken Tanrı'nın kendilerinden tek ricalarını unutuverirler: "ne yapın yapın, bu ağacın elmasına dokunmayın!" (ya da kimilerine göre kadın, adama bilerek unutturur. Kadın kötüdür)

Kadın adama elmayı ikram eder, adam elmayı yer, büyü bozulur ve Tanrı onları cezalandırmak için dünyayı yaratır, adam ve kadını yeryüzüne yollar. Bu elma hikayesi aslında hepimizin bildiği gibi, cinsel temasın metaforik bir anlatım şeklidir.

İşte filmde de gördüğümüz yukarıda bahsettiğim sahneler, dünyanın varoluş inanışıyla böyle bağdaşır. Filmde de, tıpkı inanışta olduğu gibi: cinsel ilişkide doyum anı, beraberinde bebeğin yitirilmesiyle anlatılır. Bu bir cezadır. Tıpkı cennetten defedilmiş ilk adam ve kadının cezalandırılışı gibi.

Aynı şekilde kadının toprağa her basışında ayağının yanması meselesi de, yeni yaratılmış dünyanın sıcak yüzünde dolaşan ilk kadını hatırlatır bize. Tıpkı inanışa göre elmayı ilk adama zorla yedirten ilk kadının, filmde  sık sık adamla cinsel ilişkiye girmek isteyen bir kadınla anlatılışı gibi...

Dediğim gibi bunlar sadece, heyecan kaçırmamak için onlarcasından eleyip verdiğim bir kaç örnek... Eğer filme bu bakış açısıyla bakacak olursanız, bir sürü uyuşan nokta belirleyebilirsiniz...

1-Grief - Yas

Bebeğin ölümünden sonra adamın tek üzüldüğü sahnenin ilk sahne olduğunu ve ardından film boyunca bir kez olsun ağlamadığını, bırakın ağlamayı üzüntü ibaresi göstermediğini görüyoruz. İşte tam bu noktada belirtmem gerekir ki, filmi izleyen çoğu kişi oyuncuları şöyle tanımlıyor: bir kadın, kocası ve bebek. Fakat söylemeliyim ki, film boyunca, adamın kadının kocası olduğuna dair hiç bir belirti göremedim. Belki de ben atladım, olabilir. Ama sırf bu yüzden ve bir yandan da adamın, bebeğin ölümünden "delicesine" etkilendiğini görmediğimden, adamın kadının kocası olduğunu söyleyemeyeceğim...

Neyse: kadın, bebeğin ölümünden son derece etkilenir ve buna kendisinin sebep olduğunu düşünür. Yanında olan adamsa bir yandan, kadına her açıdan kol kanat gererken, kadını "ben de oradaydım, ben de engel olamadım" diye teselli etmeye çalışır. Tüm bu teselli sahneleri, pek masum algılanmamalıdır. Sahnede yalnızca partnerinin yaralarını iyileştirmeye gayret eden bir adamın masumiyeti yoktur. Yönetmenin film boyu devam eden bu sahnelerle asıl anlatmak istediği: kadının ne kadar aciz bir yaratık olduğu ve erkek olmadan da kendi ayakları üzerinde duramayacağıdır.

Silik bir biçimde psikolog olduğunu öğrendiğimiz adam, gelişen tüm bölümlerde, kadını tıbbın elinden kurtarıp kendisi tedavi etmeye kalkacaktır. Bir psikolog olan adam, kendinden yaşça bir hayli küçük, tezini bir türlü bitirememiş, başarısız kadını adeta kollarına alır ve onun ayakta durmasına çabalar. Adam tüm bu girişimlerinde, rol kayması yaşar ve işinin verdiği ciddiyetle kadına yaklaşır. Adam ciddileştikçe kadın bir o kadar vahşi bir biçimde içindeki bitmek tükenmek bilmez acısını cinselliğe döker. Bu sahnelerle de Von Trier, kadın-erkek arası, duyguların ifade ediliş biçimlerine mercek tutar.

2-Pain - Acı (Chaos Reigns - Kaos Hükümdarlığı)

Birinci bölümün sonunda, kadını tedavi etmeye çalışan adam, kadına en çok neyin kendisini korkuttuğunu sorar ve aldığı cevabın Eden Bahçesi olduğunu öğrenmesi üzerine de, kadını oraya korkularıyla yüzleşmeye götürür.

"Eden Cennet Bahçesi

Peki Eden Bahçesi denilen yer neresidir? Eden Cennet Bahçesi, orta doğuda olduğu tahmin edilen, Hıristiyan inancına göre; Adem ve Havva'nın yaşadığı yer olarak düşünülmektedir. "




Eden Bahçesine gidilene dek, adam bir psikolog olduğundan ve de yaşadığı şehrin içinde sırtını her daim bilgiye dayayabildiğinden rahattır. Fakat ne zaman ki, Eden Bahçesi'ne yani; doğaya gidilir, adam bilgilerinden uzaklaşır ve sanrılarıyla yüz yüze kalır... Bu da ona büyük bir yüreksizlik getirecek, sonunda da bu yüreksizlik kadına karşı gardının düşmesine sebep olacaktır. Kadın, doğayla birlikte dürtülerine kavuşurken, iyileşirken; adam gittikçe zavallılaşacak ve kadına karşı aciz duruma düşecektir.


Adamın bir gece uyurken pencereden dışarıya bilinçsizce uzattığı elinin uyandığında baştan aşağıya sülüklerle dolu olması, kadının bir hayli alışık olduğu her dakika meşe ağaçlarından düşen palamutların adama bir o kadar korku vermesi ve buna bir türlü alışamaması, adamın tek başına yaptığı orman gezilerinde gördüğü ölü doğan bir ceylan, diri diri parçalanan bir kuş... gibi hayvanların tüm gerçeklikleriyle adamın önüne serilmesi; kadının alışmakta güçlük çekmediği ve korkularının merkezi olarak tanımladığı doğanın nasıl da adam için bir cehennem olduğunun en bariz örnekleri.






3-Despair - Umutsuzluk (Gynocide - Kadın Düşmanlığı)




Adamın, doğayı akılla kavrama çabasından ötürü yenilgiye uğraması ve aynı anda kadının, doğaya bakarak kendi doğasını keşfetmesi  ve orijinde olduğu şeye yani "kötüye" dönüşmesi pek zaman almaz. Kadın, tıpkı inançta olduğu gibi; şeytanın bir maşası olduğunu algılar ve tüm hareketlerini ona göre şekillendirir.

Tam yönetmen bunu bizlere düşündürtmeye çalışırken, "kadın" rolünü oynayan Charlotte Gainsbourg'un ağzından dökülen şu cümleler çok manidar:

-"Ağlayan kadın, hile yapan kadındır. Bacaklarıyla, kalçasıyla; göğüsleri, dişleri, saçı ve gözleriyle kandırır... Sarıl bana..."


4-The Three Beggars - Üç Dilenci

"‘Deccal’ de (İnanışa göre: Mesih yeniden dünyaya gelmeden evvel dünyaya gelecek olan ve insanları dinden çıkaracağına inanılan varlık)kadın  aklın mesafeliliğine tahammül edemeyen, kendini dille ifade etmekte zorlanan, itirazını yalnızca bünyevi tepkilerle dışavurabilen bir varlık olarak temsil edilir. Erkeğiyle görüş ayrılığına düştüğünde geriler, fikirleri sorgulandığında suskunlaşır. Erkeğin ve aklın hükümranlığına yalnızca içgüdüyle, doyurulmaz cinselliğiyle ve cinnetle başkaldırır."



İşte dördüncü bölüm de bu mantıkla sonlanır. Adamın başına gelenleri izlemek için filmi edinmek gerek tabii.

Fragman


-Epilogue (Sonsöz)


Kadının, filmin ilk sahnelerinden beridir çektiği sıkıntılardan biri olarak göze çarpan anksiyete bozukluğu, filmin sonunda adama da geçer. Kadın amacına ulaşmıştır. Anksiyete'nin fiziksel etkileri vardır: bulanık görme, ağzın koruması, duyma bozukluğu,titreme, nefes darlığı, nabız yükselmesi, bulantı... gibi belirgin etkilerin sonunda kasından adama geçmesi ne demektir? Acaba en kudretli olarak tarif edilen adamın, kadınsız hiçbir şey yapamayacağını mı anlatır bu sahne? Düşünsenize bir: tüm iyi insanları da, tüm kötü insanları da yaratan kadındır. Erkek ne yaparsa yapsın, kadınsız bir hiçtir aslında. Bilimsel araştırmalara göre; kısa bir süre sonra kadının erkeksiz de üreyebileceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Oysa erkek, kadının doğurganlığı olmasa bir hiçtir. Yani erkek, bir nevi kadına bağımlı, muhtaç olarak doğar. Ve eğer kadın, kötülüğün anası olarak biliniyorsa... bu erkeğin kötülüğe muhtaç olduğu anlamına mı gelir?..

İşte tüm bu sorular, filmin en son sahnesinde, doğanın ortasında yapayalnız kalmış çıplak erkeğin üzerine gelen yüzlerce, hatta belki binlerce yüzleri gözükmeyen kadının yürüyüşleri gibi yürür, girerler beynimize.

Güzel film işte budur, aklımızda sorular bırakan ve cevaplarını da bulmamamız için adeta yutan filmler...




Gelelim Yazının En Başında Değindiğimiz Noktaya: Yönetmen-Film İlişkisi:

Peki, her şeyi anladık. Peki bir yönetmen neden böyle bir film yapar. Kendisi her ne kadar Cannes film festivalinden güzel ödüllerle dönse de, bir yandan da bir "anti-ödül"almış. Ve bunun gerekçesi de filmin "Misognizm-Kadın Düşmanlığı" içeren yapısı.

Lars Von Trier, kesinlikle bu görüşü benimsemeyip, "ben filmdeki kadını, adamdan daha iyi anlıyorum" dese de, hayatı böyle söylemiyor gibi...

-Trier'in annesi, 1995 yılında ölüm döşeğindeyken ünlü yönetmene "babası olarak bildiği kişinin aslında biyolojik olarak babası olmadığını söylüyor"... Bunun üzerine Trier babasını arıyor ve bu doksan yaşındaki adamı bulduktan sonra kendisine, oğluyla ancak mahkemede konuşabileceğini söyleyerek, onunla kavga ediyor.

Bu bir evlatta kadın nefreti doğurur mu? Evet, belki de bir film yaptı diye bir adamın üzerine bu kadar gidilmez. Peki, kendisinin hamile karsından, sırf daha genç ve güzel diye bebek bakıcısıyla birlikte olabilmek için ayrıldığını söyleyesek? Yine mi yeterli olmaz!

Ufak bir not, Oyunculuklara ilişkin:

Film boyunca, neredeyse, yalnızca Williem Dafoe ve de Charlotte Gainsbourg'u görüyoruz. Sanırız ki Hollywood'tan başka yerde oyuncu yok... Gainsbourg, Cannes'dan ödülle döndü; Dafoe ise eli boş... Hiç önemli değil. İki Oscar adaylığı bulunan bu aktör, hiç gözden kaçacak cinsten değil.




Kapanış cümlesi Lars Von Trier'in, Cannes Film Festivali'nde neden böyle bir film yaptığı sorusu üzerine verdiği cevapla olsun:

"Özür dilemek zorunda olduğumu düşünmüyorum. Bu çok ilginç olurdu. Ben bir film yaptım ve misafir olan sizlersiniz, ben değil."

0 yorum :

Yorum Gönder