2013

2 Ekim 2013 Çarşamba

Vincere


Vincere-2009 (Marco Bellocchio)

İtalyan televizyonunda 2005 yılında bir belgesel yayınlandı. Televizyon filmi halinde hazırlanmış olan bu belgeselin ismi Il Segreto di Mussolini idi. Yani Mussolini'nin Sırrı... Belgeseli izleyen yönetmen Marco Bellocchio, birçok İtalyan gibi bu filmden çok etkilendi; çünkü İtalyanların çoğu gibi o da; Mussolini'nin bir gizli aşkı olduğunu, hatta o gizli aşktan bir de yasa dışı çocuğu olduğunu bu belgeselden ilk kez duyuyordu...

Böylesi bir bilginin İtalyanları ne kadar ilgilendirdiğini, şoke edip etmediğini bilemem. Orada yaşamıyorum. Ama bunun gibi bir bilginin bizim ülkemiz için ne kadar sarsıcı olabileceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyorum.

Nobelli yazarımız Orhan Pamuk hakkında çıkan "gizli" aşk dedikoduları bile, bir dönem gündemimizde haddinden fazla yer teşkil etmişti. Hint yazar sevgilisi Kiran Desai'yi aldattığı kadın olarak kamuoyuna sunulan Karolin Fişekçi, ciddi sayabileceğimiz tartışma programlarına davet edilmiş, ilişkisi hakkında reyting getirecek başka başka bilgiler sunması kendisinden beklenmişti.

Düşünün ki İtalyanlar benzeri bir olayı, vaktiyle başlarında bulunan faşist diktatörleriyle ilgili yaşamışlar!

Her neyse...

Marco Bellocchio da, yukarıda da bahsettiğim gibi, belgeseli izleyenlerden. Ve tabii yönetmen-senarist oluşu sebebiyle de, bu bilgiden enteresan bir film çıkarma fikri düşmüş aklına. Belgeseli kaynak olarak kullanarak, ortaya Vincere'yi çıkarmış. 128 dakikalık, biyografi-drama türünde, izlenmesi gereken bir film.

***

Aslında belki de filme iki parça olarak bakmak daha doğru.

Benim elimdeki kopyası filmin, CD I ve CD II diye iki ayrı parçadan oluşuyor. Tesadüf müdür yoksa bilinçli yapılmış bir düzenleme midir bilemem; ama filmin ilk CD'si ile ikincisi arasında büyük bir farklılık çarptı gözüme.

Birinci bölümü "Mussoli'nin Ida Dalser"in tanışması, sevişmeleri ve Ida Dalser'in hamile kalması olarak alalım.

"Sevişmesi", burada bilinçli olarak kullanılmış bir kelimedir. Çünkü filmin ilk yarısında, "ülke çapında büyümekte olan" Mussoli'nin Ida Dalser'le tanışıp, birçok sefer sevişmesini yönetmen Bellocchio çok estetik bir biçimde vermeyi başarmış. Bu yüzden aşk yaşaması, deyip geçmiyorum. Çiftin sevişmelerinin bu filmde gözardı edilemeyecek bir yeri var. 

Tahrik edici, rahatsız edici bir üsluptan uzak; genelde görüntünün birçok kısmını karanlıkta bırakacak ama iki insanın sevişmesinden de kuşkuya düşürmeyecek bir muğlak-netlik içerisinde vermiş tüm sevişme sahnelerini yönetmen. 

(Bence zaten bu filmi Cannes'a götüren en önemli özellik de bu.)

Filmin ikinci bölümündeyse; terk edilen, karnında çocuğuyla ortada bırakılan bir kadın ve onun, etrafındakilere Mussoli'nin sevgilisi olduğunu, hatta ondan bir de çocuğu olduğunu anlatma çabası anlatılıyor... 

Filmin akıcı kısmı bu. İlk kısım o kadar sürükleyici değil.

Giovanna Mezzogiorno

(Bu uğurda nafile çabalamaktan akıl hastanesine düşen bir zavallı kadın... Ida Dalser. Giovanna Mezzogiorno tarafından canlandırılmış bu karakter. Olağanüstü. Ferzan Özpetek'in La finestra di fronte'si (2003), Gabriele Muccino'nun L'ultimo bacio'su (2001) ve benim en sevdiğim aşk romanlarından biri olan, Mike Newell'in Love in the Time of Cholera'sında (2007) hep başrol oynamış muhteşem bir aktris Giovanna Mezzogiorno. Bu filmde de yine elinden geleni yapmış. Ama birazdan altta değineceğim yönetmenin "çekim tercihi", sanki biraz onun oyunculuk kabiliyetinin önünü kesmiş...)

"Mussolini benim erkeğim, ondan bir çocuğum var!" diye her bağırışında Ida Dalser, "haydi canım sen de!" yanıtını almaktan ve Mussolini'nin nüfuzlu olması sebebiyle hep "erkeği"ne ulaşamayacağı yerlerde tutulan yapayalnız bir kadın...

2008 yapımı Clint Eastwood filmi Changeling'teki Angelina Jolie ya da her iki Camille Claudel filmindeki baş-aktrisler gibi; çaresiz ama inatçı bir kadın, bir anne.

***
Filippo Timi

Beri yanda Benito Mussolini ve onun oğlu Benito Albino Mussolini rolünde Filippo Timi var. Zor bir rolün altından "biraz abartılı da olsa" yine de başarıyla kalkmış gibi duruyor. (Bu aktörün tiyatrodan geldiğine yemin edebilirim!)

Filippo Timi aslında kekeme ve gözleriyse neredeyse hiç görmüyor. (Bu bilgiyi de paylaşmış olalım.)

***

Filmin sonunu elbetteki vermeyeceğiz. Gerçi bu biyografik bir film ve "gerçek bir hikayeye dayandığı" iddiasında. Dolayısıyla sonu aslında belli... Ama yine de ben bilmeyenler için filmin sonunun mümkün mertebe "sürpriz olma" niteliğini muhafaza etmeye gayret edeyim.

İki parçası da filmin, çok estetik çekimlerle bezeli. Hatta benim en çok dikkatimi çeken, filmin sürekli ters ışıkta çekilmesi oldu. Yani bir sahne düşünün, karakter ya da karakterler var; ve hepsi arkalarından ışık alıyorlar. Dolayısıyla karakterlerin suratları, haydi onu da geçtim; kıyafetleri bile adamakıllı görünmüyor. Yalnızca karaltılar var ve onların konuşmaları. 

Bu olgu amatör/acemice yapılmış bir çekimden değil; profesyonel/bilinçli bir yönetmen tercihinden temelleniyor kuşkusuz.

Filmde anlatılan gizli aşk, yasak aşk'ı yönetmen, bu çekim tarzını benimseyerek kuvvetlendirmiş. Çok zekice!

Bütün filmin bu biçemle çekildiğini düşünmemeli tabii. Sadece birçok sahnede bu yöntemin kullanıldığını söyleyelim. 

Bu çekim türü, filme çok sanatsal bir hava katmış. Farklı bir şey olmuş; daha sinematografik özellikleri kale alan, daha çektiği filmi düşünen bir üslup benimsenmiş.

***

2009 yılında Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü Michael Haneke'nin Das weiße Band - Eine deutsche Kindergeschichte filmine kaptırmıştı Vincere. Ve o sene Cannes'ın jürisinde Nuri Bilge Ceylan da vardı.

Kişisel kanaatim, her iki filmi ve o sene Palme d'Or'a aday olmuş birçok filmi izlemiş birisi olarak; Nuri Bilge Ceylan'ın oyunu Vincere'ye vermiş olabileceğidir. Çünkü Marco Bellocchio tıpkı Nuri Bilge Ceylan gibi görüntünün ve sinematografinin üzerinde fazlasıyla durmuş ve içerikten çok biçime önem vermiş.

6 Eylül 2013 Cuma

Following


Following-1998 (Christopher Nolan)

Memento (2000), Insomnia (2002), The Prestige (2006), Inception (2010) ve son üç Batman filminin yönetmeni Christopher Nolan bir gün dairesine döndüğünde birilerinin evine girmiş olduğunu fark eder... O gün, 28 yaşındaki genç İngiliz yönetmenin aklına bir soru düşer: "Evlerine gizlice girilen insanlar, ne hissederler?" 1998 yapımı Following, işte bu hissin peşinde koşan bir "ilk" film.

Christopher Nolan ismini duymamış olmak, bir eksikliktir. Lise yıllarımda bilhassa Memento'suyla kazınmıştı ismi kulağımıza. Her yerde bu filmi arıyorduk. Öyle bir senaryosu vardır ki bu filmin, "nasıl olabilir?" diye sora sora, şaşkın şaşkın ortalarda dolanıp duruyorduk. David Fincher'ın 1995 yapımı "Se7en"ı ve Christopher Nolan'ın "Memento"sunu izleyen arkadaşlarımız karizmatik, entelektüel, zamane tabiriyle "cool" oluyorlardı. Sert, garip ve zekice yazılmış senaryolara sahip bu iki film, bizim neslin kült filmleriydi belki de.

Christopher Nolan'ın filmografisine baktığımızda, bilmediğimiz hiçbir filmi yok gibi. Bir kısa filmi var Doodlebug diye, 1997 yılında çektiği, geri kalan tüm filmleri biliyoruz. İzlememiş olsak bile, muhakkak duymuşuzdur. 

The Prestige mesela. İzlemeyen, izlemeli. Sırf senaryosu ve sürükleyiciliği için bile izlenir.

Insomnia, Al Pacino'nun dedektifi, Robin Williams'ınsa katili oynadığı bir film. Kaçar mı? (Bonus: Hilary Swank)

Memento, dediğim gibi; ve sonra Nolan'ın büyük bütçeli filmleri geliyor. Batman serisi (Batman Begins -2005-, The Dark Knight -2008-, The Dark Knight Rises -2012-) ve Leo Di Caprio'nun oynadığı Inception...

Memento'yu bilmeyenler, büyük ihtimalle Christopher Nolan'ı hep büyük bütçeli filmlerin yönetmeni olarak tanırlar. (Birçoğumu eminim, Nolan'ı ABD'li biliriz. Ama o bir İngiliz.) Memento'yu bilenler ise, Following'i izledikleri zaman asla yadırgamazlar. Çünkü Nolan, büyük olduğu kadar sınırlı bütçelerin de yönetmeni. Ne istediğini biliyor, elindekiyle neler yapılabileceğini de.

***

1 saat 9 dakikalık bir film Following. Nolan'ın diğer filmlerine nazaran çok ama çok daha kısa. Daha uzun olsaymış basit bir Doğu Avrupa filmi olabilirmiş. Ama dedik ya, Nolan elindekiyle neler yapabileceğini çok iyi biliyor.

***

Baştan sona siyah-beyaz çekilmiş film. Ama o dandik siyah-beyazlardan değil. Çok natürel, çok inandırıcı. Fotoğrafları gördüğü zaman insan, Nolan'ın epey eski bir kamera kullandığına rahatlıkla inanıyor. 16 mm film kullanmış Nolan bu projesi için. En hesaplısı budur çünkü. 


Filmin dört prodüktöründen biri Nolan, senaristi Nolan, kameramanı Nolan, ışıklandırma sistemleri için bütçesi elvermediğinden doğal, sahne çekilirken hangi ışık düşüyorsa sete, o ışığı kullanmaya karar veren Nolan... Filminin her şeyiyle baştan aşağı meşgul olmuş, o özgürlükte bile harikalar yaratmış bir Nolan.

***

Filmin aktörlerinin başka işlerde çalışıyor olmalarından ve filmin çekimlerine yalnızca cumartesileri, o da 15 dakikacık ayırabilecek olmalarından dolayı Nolan, 3-4 ay boyunca her cumartesi, yalnızca 15 dakika boyunca çekim yaparak filmini tamamlamış... 

Bunun gibi birçok veriyi paylaşabilirim buradan. Nolan'ın filmin çekimi için eşinin dostunun evlerini kullanması falan gibi... Ama gerek yok; ne kadar amatör bir ruhla çekildiğini filmin, anlamak yeterli olacaktır. 

***

Bu kadar yazmışsın, hala filmin konusuna gelememişsin, diyenler için şunu söyleyebilirim; filmin konusu gayet basit, bu yüzden ilgimi daha çok çeken kısmı işin, yukarıda yazdıklarım.

Ama konuya da değinelim tabii:

Bill (Jeremy Theobald), Londra sokaklarında boş boş insanları takip eder. İnsanları takip edişindeki yegane mantık; yazar olmak istemesi ve yazdığı hikayelere yedireceği karakterleri yaratabilmek için, gözlem yapmaktır. Birkaç tane kuralı vardır yalnız. Bunlardan birincisi, asla ama asla aynı kişiyi iki kere takip etme. 

Genç adam kuralını ihlal eder bir gün. Ve daha önceden de izlediği bir adamı, tekrar izlemeye kalkar. Adamın girdiği kafeye dalar ve ondan birkaç metre ötedeki masaya oturur. Belli etmemeye çalışarak adamı izler, ancak adam durumu fark eder ve olduğu yerden kalkıp bu genç adamın masasına oturur. 

"Merhaba ben Cobb, beni neden takip ediyorsun?"

Cobb, yani Alex Haw, insanların evlerine giren bir hırsızdır. Aslında onun durumu bildiğimiz hırsızlardan bir parça farklı. Evlere giriyor, ancak pek bir şey çalmıyor; yalnızca evdeki eşyaların yerlerini değiştiriyor. Bunu yapışındaki amaç da, Cobb'un bir görüşünden geliyor:

"Eşyalarına bakarak insanlar hakkında pek çok şey öğrenebilirsin. İşte bir kutu (etrafta bulduğu kutuyu eline alır)... Her erkeğin bir kutusu vardır mesela; içinde fotoğraflar, mektuplar, Noelden kalma ufak tefek şeyler bulunur... Fark etmeden yapılan bir koleksiyon gibi... Bir sergi... Benim yaptığım ise, insanlara ait bu kutuları, eşyaları bulup onların yerlerini değiştirmek; çünkü insanlar özeller yaratırlar ama bir yandan başkalarının, kendi özellerine burunlarını sokmalarını da severler. Günlük tutmak gibi, yazarsın ve bir yandan da birilerinin bu yazdıklarını okuyacağını bilirsin."

Sonra işler karışıyor tabii. Çünkü işin içine bir kadın giriyor. 

Fransızların meşhur "cherchez la femme!"ını bilirsiniz. Kadını arayın, demektir. Eğer bir yerde bir sorun varsa, cherchez la femme, kadını arayın, soruna ulaşırsınız.

Seksist, maço bir yaklaşım olabilir. Ama içinde biraz olsun haklılık payı yok mu?..

***

Following, Nolan'ın ilk uzun metrajlı filmi. Yönetmenin bu yapımdan Inception'a uzanan yolculuğunu anlamak için bile sırf, izlenir. 

The Great Gatsby


The Great Gatsby-2013 (Baz Luhrmann)


"Babam birçok konuda eğitim almamı sağladı; salon dansından resme, komando eğitiminden tiyatro ve sihre kadar... Vietnam'da savaş fotoğrafçılığı yaptığı için çok küçük yaşta ben de fotoğrafçılığı öğrendim. Hikaye anlatmam ve onları sergilemem çok doğal bir şekilde gerçekleşti."

Baz Luhrmann

Edebiyat eserlerinin beyaz perdeye aktarımıyla ilgili sorunlar sık sık sinema eleştirmenlerinin kalemine yansır. İnsanlar bu konu üzerinde düşünürler. Sıradan bir sinema seyircisi bile sevdiği ya da en azından okumuş olduğu edebiyat eserinin sinemadaki uyarlamasına dair bir görüş bildirmek ister. "Güzel olmuş" ya da "olmamış"tan ziyade doğru yorum bence "farklı olmuş"tur. Çünkü edebiyat eseri okunduğu zaman okuyucunun kafasında bir şekle bürünür; izlendiği zaman ise, yönetmenin-senaristin kafasındaki hali ortaya çıkar. Şayet okuyucunun kafasındakiyle, yönetmen-senaristin kafasındaki örtüşmüyorsa problemler başlar.

Bence okuyucu açısından işin püf noktası;  uyarlama eseri izlerken, eserin kafasındaki halinden kurtulması, sanki o güne kadar hiç bir bilgisi olmadığı herhangi filmi izliyormuş gibi esere yaklaşmasıdır. Yönetmen açısından ise başarı; okuyucunun kafasındaki aramaktan ziyade, "bu eser sinema için yazılmış olsaydı, nasıl olurdu?" sorusuna cevap aramasında yatar. 

Baz Luhrmann bence, edebiyat dünyasının başyapıtlarından olan bu eseri, işte bu soruyu sorarak çekmiş: "The Great Gatsby, sinema için yazılmış olsaydı nasıl olurdu?"

***

Biraz Zweig'vari bir üslubu var eserin yazarı Francis Scott Key Fitzgerald'ın. Avusturyalı yazar Stefan Zweig'ın çoğu eserinde olduğu gibi; bir adam, bir başka adam ile tanışır ve o "başka adamın" hikayesini anlatır. Satranç, Amok Koşucusu... hep böyledir.

***
Nick Carraway (Tobey Maguire)


1922 yazında, ABD'deyiz. Lüks yaşantılara, asalete, şana ve şöhrete açılan bir rüyalar kapısından geçiyoruz ve Nick Carraway ile tanışıyoruz. Şu Zweig'ın çoğu zaman sesi olan anlatıcılarından bahsettim ya; The Great Gatsby'nin de "anlatıcısı" Nick Carraway (Tobey Maguire). Bir adamla tanışıyor ve onun hikayesini anlatıyor.

New York, Long Island'ta masallardan kaçıp gelmiş, devasa bir konak-köşkün dibinde, küçücük, bahçeli bir evde oturuyor Nick. Tam deniz kıyısında.

Konak, dedik; köşk, dedik ama bence Carraway'in dibinde oturduğu o jigantesk yapı tam bir kâşâne. Farsçadan gelen bu kelime, onca isim arasından bence Carraway'in tam yanında yaşadığı o yapıyı en başarılı tasvir edeni, anlamı şu; büyük, süslü köşk, saray gibi yapı.

***
Daisy Buchanan (Carey Mulligan)

Sahneler ilerledikçe görüyoruz ki, Carraway'in oturduğu kıyının tam karşısında, devasa bir kâşâne daha var ve bu kâşânede Carraway'in kuzeni Daisy (Carey Mulligan), eşiyle beraber yaşıyor. Lüks bir hayat, yüksek standartlar, para, para ve para...

Daisy'nin eşi, yani Carraway'in "eniştesi" (?) Tom Buchanan (Joel Edgerton), Nick ile eğitim hayatlarından arkadaşlar. Tabii Tom o zamanki Tom değil. Vaktiyle sporla ilgilenen bu zengin adam, kendisine kalan mirastan sonra, artık bambaşka bir adam olmuş. Spor onun için biraz zayıflık. Sporla ilgilenir, ama ancak mühim maçlara en pahalı yerlerden bilet alıp onları izlemeye giderek. Yoksa gençliğindeki gibi bir spor sevdası, onun mertebesinde bir zengin için "gülünç".

Tom, Nick'i çok sever. Beraber takılırlar. Bir gün Nick, Tom'un karısını, yani Nick'in kuzinini aldattığını görür. Bu durum hiç hoşuna gitmez, ama ses de edemez.

Dedik ya, Nick bu hikayenin anlatıcısı. Ses eder de kötü gidişata son verirse, hikayesi yarım kalır, anlatacak bir şeyi kalmaz...

***

Günün birinde Nick'in yanı başındaki kâşânede verilen olağanüstü partiler, harcanan bunca para, ihtişam, görkem... ilgisini çeker ve sormaya başlar: "Acaba komşum Jay Gatsby kim?.."

Kısa zaman sonra kendisine bir davet gelir. Jay Gatsby denen bu esrarengiz adam, Nick'i partilerinden birine davet eder. Nick, Gatsby'nin davetine icabet ettiğinde, Gatsby hakkında herkesin atıp tuttuğunu ama aslında bu adam hakkında kimsenin en ufak bir fikri dahi olmadığını fark eder. İçindeki merak, bu adama karşı, arttıkça artar.

Bu merak uzun zaman geçmeden dizginlenecektir; Jay Gatsby bir gün Nick'in karşısına çıkar. Bu gencecik ve bir o kadar yakışıklı adamın tek bir beklentisi vardır; Nick'in kuzini Daisy'yi yıllar sonra tekrar, ama bu sefer zengin ve asil bir adam olarak görmek ve içinde bu sarışın kadına karşı muhafaza etmeyi başardığı aşkı, bir kere de gerçek sahibine, Daisy'ye sunabilmek...


***

Hikayenin sonunu vermemek için özeti burada keselim ve filme dair tuttuğum notlara bakalım:



Tom Buchanan (Joel Edgerton) ve Daisy (Carey Mulligan)
  1. The Great; yani "Muhteşem" Gatsby, bence çok güzel bir film olmuş. Bu filmi izleyen çoğu tanıdığım bana çok sıkıcı olduğunu söylemişti. İzlerken ben, bu eleştiriye anlam veremedim. Belli ki bu tanıdıklarım 1974 yapımı Francis Ford Coppola'nın Gatsby'sini izlememişler. 74' yapımı Gatsby 144 dakika, 13' yapımı olan ise 143. Yani süreleri aşağı yukarı aynı, ama bir tanesi (74'yapımı olan) ilerlemezken, 13' yapımı olan bence akıyor. 
  2. Film için "güzel olmuş" dememin başlıca sebebi, ben de romanı okurken, tıpkı filmin yönetmeni Baz Luhrmann gibi daha müzikal bir eser hayal etmiştim. Danslar, güzel müzikler, daha müzikal tadında diyaloglar... Hepsi vardı filmde. Üstelik anlattığı konunun sertliğini bozmayacak şekilde, inandırıcı ve muhteşem oyunculuklarla bezenmiş...
  3. The American Dream, Amerikan Rüyası; çok çalışma ile hem başarının, hem şöhretin, hem de paranın elde edilebileceğini savunan bir düşünce biçimi, geleneğidir özetle. Ne var ki bu gelenek 19. yüzyılda bir parça değişikliğe uğramış, yerini "çabuk çabuk zengin olmanın" mümkün olduğu bir ABD'ye bırakmıştır. Fitzgerald'ın da eserinde anlatmak, eleştirmek istediği bu "Amerikan Rüyası" muhabbetiydi. I. Dünya Savaşı sonrası ABD'si, o dönemde peyda olan Afroamerikan müzikleri, hep Fitzgerald'ın ilgisini çekti. Bu yüzden kitabında anlattığı çağa "Caz Devri" demeyi tercih etti... Renkli, paranın bol olduğu, rüya gibi; sahte ama daha efsunlu bir devri kaleme almak istemişti Fitzgerald. Luhrmann da Fitzgerald'ın bu gayesine saygı duymuş, bu erekten kopmamış. Film müzikal tadında. 
  4. Filmin müzikal tadında olmasına şaşırıyor muyuz? Hayır; çünkü Romeo + Juliet (1996), Moulin Rouge! (2001) hep bu Avusturalyalı yönetmenin, müzikal bir üslupla beyaz perdeye taşıdığı hikayeler... Doğrusu da bu bence. Bu eserin en iyi çekilebileceği üslup hakikaten de müzikal biçem.
  5. Daisy Buchanan rolü için Carey Mulligan, hiç iyi bir tercih değil. Daisy'nin daha seksi, daha masum ve daha "güzel" olması lazım bence. Ya da ben kitabı okurken öyle hissettim de, ondan böyle söylüyorum. (Bunun bir beklenti hatası olduğunu vurgulamıştım yazının başında.) Ama dediğimi destekler bir bilgi vereyim: Daisy rolü için düşünülmüş isimlerin küçük bir listesi: Amanda Seyfried, Rebecca Hall, Rachel McAdams, Keira Knightley, Blake Lively, Abbie Cornish, Michelle Williams, Natalie Portman, Eva Green, Anne Hathaway, Olivia Wilde,Jessica Alba ve Scarlett Johansson... Yani Carey Mulligan ha deyince kapmamış rolü... Peki benim adayım? Tabii ki Scarlett Johansson.
  6. Aynı şeyi Tom Buchanan rolü için de söyleyebiliriz. Yani birçok kişi düşünülmüş bu rol için. Bradley Cooper, Luke Evans hatta Ben Affleck... Ama bence Joel Edgerton iyi bir tercih olmuş.
  7. Di Caprio için de bir şeyler söyleyelim. The Great Gatsby'nin fragmanları dönmeye başladığı zaman etrafta, Gatsby rolünü Di Caprio'nun oynadığını öğrendiğimde birazcık üzülmüştüm. Bu rol için Brad Pitt'i daha uygun buluyordum. Sonra dedim ki, bir önceki Gatsby'yi oynayan Robert Redford ile Brad Pitt arasında büyük bir fiziksel benzerlik var, belki de yönetmenin "başka bir şey" araması daha iyi olur... Şimdi diyorum ki; tamam, Leonardo Di Caprio büyük oyuncu ama ben hala Brad Pitt'te diretiyorum. 

Güzel bir film ama son noktayı bu sefer filmin müzikleriyle koyalım. Harikalar! Son dönem meşhur olmuş birçok şarkıyı, dönemin müziğine dönüştürmüşler. Hep birer şaheser. Favorim ise "A Little Party Never Kill Nobody (All We Got)" ve Lana Del Rey'den "Young and Beautiful"...

Edininiz old sport'lar!

4 Eylül 2013 Çarşamba

Holy Motors


Holy Motors-2012 (Leos Carax)

1951 yılından beri evrensel anlamda en çok güvenilen sinema dergilerinden biri olan Fransız Cahiers du Cinéma'nın okuyucuları, 2012'nin filmi olarak Holy Motors'u belirlediler. Derginin şubat sayısında yer alan habere göre Holy Motors, 2011'de yılın filmi ödülünü %61.4 ortalamasıyla alan Melancholia'dan daha fazla beğenilmiş, tutulmuş. Holy Motors'a yağan oy sayısının yüzdelik hesapta karşılığı %69.7...

Kendi halinde bir sinemasever olarak Cahiers du Cinéma'da böyle bir haberle karşılaşınca insan, bir an evvel filmi edinip izlemek istiyor. Tıpkı benim yaptığım gibi...

***

Bazı filmleri anlatmak çok zor. Saatlerce düşünüyorsun üzerinde, ne yazabilirim diye kendi kendine dön dolaş soruyorsun... Bir ağbim bana, düşünceleri dile getirmenin aslında düşünceleri kafese hapsetmek olduğunu söylemişti. Çok doğru. Bazen aklımızdan birçok düşünce geçer, dile getirmeye çalıştığımızdaysa düşüncelerimizi, tıkanır kalırız, elimize yüzümüze bulaştırırız bu işi. Anlatma kabiliyetin ne kadar yüksek  olursa olsun, hep bir şeyler eksik kalır. Demek istediğin bambaşka bir anlam kazanır; kazanmasa bile kafandaki halinden hep bir parça uzaktır. 
Holy Motors, insana birçok şey düşündürüyor. İçin doluyor bir dizi farklı his ve düşünceyle, ne var ki bu düşünceler ve hisler, bir türlü dile gelmiyor. Konuşursam, diyorsun, her şey mahvolur, bir türlü çıkamam işin içinden.

Böyle bir ruh haliyle başlıyorum yazmaya. Makalelerden ve şuradan buradan yardım alacağımı şimdiden itiraf edeyim.

***
imdb-Holy Motors-cast
Monsieur Oscar'ın karanlık ve yapayalnız hayatındayız. Yukarıdaki fotoğraf zaten çok fazla şey ifade ediyor. Monsieur Oscar (Denis Lavant), bir gününü farklı farklı roller oynayarak geçiren bir adam... 

Nasıl yani?.. Ne demek farklı farklı roller? 

Şöyle; Monsieur Oscar bir sabah, yine yüzünde makyajı, bir beyaz limuzine biniyor ve "bugün kaç toplantım var?" diye soruyor... Sadık şoförü Céline (Edith Scob) hemen patronuna bir dosya ulaştırıyor ve Monsieur Oscar'a ilk toplantısının detaylarının bu dosyada anlatıldığını söylüyor. 

Monsieur Oscar dosyayı inceliyor ve bu içi "kulis" gibi olan limuzinde hemen makyaj işlemlerine başlıyor. Giyim kuşam, yüz makyajı, replikler... her şey tamam; bir de bakmışız ki Monsieur Oscar gitmiş, yerine yaşlı mı yaşlı bir teyze gelmiş. 
Limuzin bir sapa bölgesinde Paris'in duruyor -film Paris'te geçiyor- ve Monsieur Oscar, kostümü ve makyajıyla, korumalarının da yardımıyla arabadan iniyor. Güçlükle hareket edebilen bu yaşlı "kadın", sanki Monsieur Oscar değilmiş gibi...

Bomboş yürüyor ve bir süre sonra sahne bitiyor. 

Yeni sahnede Monsieur Oscar tekrar limuzinin içinde ve yine soruyor: "Yeni randevum nerede?"

Aldığı ikinci dosyada, Monsieur Oscar'ın yeni rolü yazılı. Bu sefer "bilim-kurgu" türünde bir filmin sahnesinde. Savaşıyor, dövüşüyor, akıl almaz bir biçimde -izleyenler ne demek istediğimi anlar- sevişiyor. 

Sonra üçüncü rol geliyor. Yine başka bir makyaj ve giyim kuşam, repliklerini ezberlemiş bir Monsieur Oscar; limuzininden iniyor ve sıradaki rolü oynuyor.

Toplamda 9 rol, 9 farklı karakter, 9 farklı hikaye. 

Tüm Paris de, Monsieur Oscar'ın performansına dahil. Yani bir kafede meşhur bir bankacıyı öldürecek mesela Monsieur Oscar, kafedeki herkes, sanki orada oynanan, bir oyun değilmiş gibi olaya dahil oluyorlar.

Özetle: film boyunca Monsieur Oscar'ın bir bütün gün boyunca oynadığı rolleri izliyoruz. Ve bir süre gerçekten, hayaller aleminde, fazlasıyla "yeraltı" bir ortamda kendimizi buluyoruz. Anlamlandıramamak, anlam kazanıyor. Biz de filmin sanki bir parçası oluveriyoruz.

Ve biliyoruz ki, bütün gününü başka başka filmlerden, başka başka karakterlere can veren Monsieur Oscar, aslında Denis Lavant ve o da bu filmde, tek bir karakteri canlandırıyor. 
***

Filme dair notlar:


  1. "Oynat" tuşuna bastığınız zaman, gerçeküstü bir dünyaya geçiş yapıyorsunuz. Alışmamış popoda don mu durur, bir hayli yadırgıyorsunuz. "Bu nasıl film! Saçmalık!" falan diyorsunuz. Hatta eminim filmi yarıda bırakanlar bile vardır, "zaman kaybı!" bahanesiyle... Doğrudur. Belki insanı kolaylıkla içine alan bir film değil Holy Motors. Biraz kopuk kopuk ilerliyor. Arada bir iki açıklayıcı diyalog görsek, belki filme daha çabuk ısınırız. Ama olmuyor... Yönetmen sanki "ben anlatırım, anlayan anlar, anlamayanın canı cehenneme!" cool'luğunda... 
  2. İçinde yaşadığımız dünya, hayatımız ne kadar gerçek bilemiyorum; ama şayet gerçekse, onu biz gerçek kıldık. Biz hayatımızın gerçek olduğuna inandığımız anda hayatımız gerçek oldu. Şimdi dibine kadar battığımız hayatımızın dışında bir hayatın var olabileceğine inanmak, elbet güç. En insancıl fikirler bile kulağımıza "iyi olurdu tabii, ama rica ederim hayalci olma..." dilekleriyle birlikte geliyor. "Para denen pisliği çıkaralım hayatımızdan, lügatımızı baştan yazalım! Savaşlar bitsin, kardeş olalım!" dediğimizde, insanlar bizimle dalga geçiyor... Kimileri nihilizm ideasına ait bir söz olarak biliyor, kimileri ise James John Davis söylemiştir diyor... Her kim söylediyse haklı gibi: "Sizler bana farklı olduğum için gülüyorsunuz, ben ise size birbirinizin aynı olduğunuz için..."
  3. Denis Lavant, başrolde. Zor bir rol; çünkü rol içinde roller var. Adını kaç kere duydunuz? O beğendiğiniz Hollywood aktörlerinden kaçı bu karaktere hakkıyla can verebilirdi?..
  4. Filmi izlerken şöyle düşündüm; bu filmin senaryosunu ben yazmış olsaydım, projeyi götürdüğüm ilk yönetmen yüzüme gülerdi... Hakikaten anlamıyorum arkadaş, bu kadar uçuk senaryoları nasıl filmleştirebiliyorlar?.. Kim inanıyor bu "farklı" senaristlere?.. Gerçi filmin yönetmeni ile senaristi aynı: Leos Carax ama olsun. Netice itibariyle ikna etmesi gereken bir prodüktör olmamış mı yani? Ya da Kylie Minogue mesela, nasıl ikna olur? Haydi onu geçtim, filmdeki rolü gereği Denis Lavant tarafından deliler gibi hırpalanan Eva Mendes, nasıl olur da kabul eder bu filmde oynamayı!.. Aklım sahiden almıyor. 
  5. Filmin yönetmeni Leos Carax verdiği bir röportajda şöyle diyor: "Bana göre bir filmin çekilebilmesi için dört temel unsur var: sıhhat, ortak, para, oyuncu. Bendeyse sürekli olarak en az ikisi bulunmuyordu." (Röportajın tamamı için bakınız: http://www.sinemazingo.com/leos-carax-roportaji)
  6. Başta da söylediğim gibi; anlaması güç, düşündürücü bir film. Anlatması da anlaması kadar güç, hatta belki de daha zor. Filmi tam anlamıyla anladığımı iddia etmiyorum, ne var ki benim zaten hiçbir zaman böyle bir beklentim, iddiam, gayretim de olmadı.

30 Ağustos 2013 Cuma

Jagten


Jagten-2012 (Thomas Vinterberg)

"Çamur at izi kalsın" sözünün beyaz perdede ve televizyonda, muhtelif zamanlarda ve şekillerde tezahürüne rastgeldik. Bir kimseye -genellikle bir kadına- büyük bir iftira atılır, ki bu iftira genelde iffetle ilgili olur; ardından da bu mağdur kimse, kendisine atılan iftiradan sıyrılabilmek için didinir ha didinir... 

Bu iftiranın genelde bir kadına atılmasının "şark" usulü bir gerçek olduğunu söylemek pek de doğru olmaz. İlk akla gelen, bizim toprağımızın eseri olarak "Fatmagül'ün Suçu Ne?"dir, ama mesela 2000 yapımı Malèna'da da aynı konu işlenmektedir; dolayısıyla üstün körü bir genellemeden kaçınmak gerekir. 

2012 Danimarka filmi olan Jagten, yine böyle bir "kör iftira"yı anlatır. Ama bu sefer iftiranın atıldığı kişi bir kadın değil, bir erkektir.

***

Lucas (Mads Mikkelsen) Danimarka'nın ufak bir kasabasında yaşamaktadır. Kasaba hayatını bilen bilir, bizim İstanbul'daki gibi değildir insan ilişkileri; haberler, dedikodular çok daha hızlı yayılır. Mahalle baskısı çok daha fazladır. Çünkü böylesi ufak yerleşim birimlerinde "seçenek" yoktur. Mevcut ortamınızdan dışlandığınız anda, yeni dostluklar kurmak, yeni bir hayat yaşamak çok daha güçtür. 

Bu Türkiye'de de böyledir, Fransa'da da, Arjantin'de de...

***

Karısından ayrılmış, bir ergen erkek çocuğu babası olarak Lucas, kasabadaki kreşlerden birinde öğretmenlik yapmaktadır. Kreşteki çocuklarla arası çok iyidir, onlarla sürekli oyun oynar ve birçok çocuğun ebeveyniyle profesyonel hayatı dışındaki özel hayatında dost olduğundan, çocuklarla kreş saatleri dışında da görüşür, onlarla ilgilenmeye devam eder.

Lucas'ın hayatındaki tek derdi; karısından ayrıldıktan sonra velayetini alamadığı oğlundan ayrı kalmaktır. Film boyunca Lucas'ın geçmişiyle, karısıyla ne yaşayıp da ayrıldıklarına dair yönetmen-senarist bize hiçbir bilgi vermez. Tek bildiğimiz; Lucas'ın, karısına yaklaşma yasağı bulunduğudur. Buradan da Lucas'ın ciddi bir suç işlediği yargısına varabiliriz. 

Ya da varabilir miyiz?.. 

Yani; ya yönetmen-senarist bize, bu bilgiyi vererek, küçük bir oyun oynuyorsa? Tek duyduğumuz Lucas'ın karısının, telefonda Lucas'a "biliyorsun, beni araman bile yasak aslında" deyişi... Bu bilgiden, Lucas'ın geçmişine dair, kesin bir hükme varabilmemiz olası mı?.. Ya bize "film boyunca kendisine iftira atıldığını bildiğiniz Lucas'ın yanında yer aldınız, şimdi onun geçmişine dair tek bir somut bilginiz olmamasına rağmen, ona sırtınızı çevirip, onu suçlu olarak yaftalıyor musunuz?" demeye çalışıyorsa yönetmen-senarist?..

***

İşten eve, evden dostlarıyla buluşmaya, oradan da tekrar işe giden, sıradan bir insan olarak Lucas'a bir gün küçük öğrencilerinden biri, Klara (Annika Wedderkopp), bir "didişme oyunu" esnasında dudaktan öpücük kondurur. Lucas Klara'nın bu "öpücüğü"nü o kadar büyütmez. Küçücük bir kız çocuğu, günümüzde çoğu kızın erkek öğretmenlerine aşık olduğu gibi, Lucas'a aşık olmuş olabilir. Tabii ki burada kullandığım sözcük "aşk" bir beğeni, hayranlığı anlatır... Yoksa öyle ciddi, üstünde durulacak bir duygu değildir söz konusu olan.

Bu öpücüğün ardından Klara Lucas'a bir oyuncak kalp motifi hediye eder. Lucas işlerin ciddiye binmesinden, yanlış bir yöne gitmesinden korktuğundan Klara'yı kenara çeker ve ona yaptığının yanlış olduğunu, gayet ciddi, normal bir dille-üslupla ifade eder. Olaylar da bundan sonra sarpa sarar zaten.

O gün, kreş dağılmadan önce Klara, kreşteki kıdemli bir öğretmen olan Grethe'ye (Susse Wold) bir yalan uydurur: "Lucas'tan nefret ediyorum; aptalın biri ve çirkin... Hem de pipisi var; beysbol sopası gibi, semsert."

Bu yalandan sonra Lucas için hayat, asla o güne kadar geldiği gibi devam etmeyecektir.

Bacak kadar çocuğun attığı bu iftira kulaktan kulağa yayılır, yayıldıkça büyür, işin içine Klara'nın söylediklerini söyleyen başka çocuklar da dahil olur ve Lucas, bir anda, kasabanın tatlı ve vefakar öğretmeni tanınılırlığından, çocuk istismarcısı, süistimalci, pedofil bir sapığa dönüşür.


***

Filmle ilgili notlar:

Klara (Annika Vedderkopp)
1.  İnsan büyük filmler çekmek için, büyük bütçelere sahip olması gerektiğini zannediyor, sonra bir gün bir bağımsız sinema filmi çıkıp, bu insanın ağzının payını veriyor... Jagten işte böyle bir film...
  • Sinema kapitalist, edebiyat ise komünisttir. Büyük bütçeyle sinemada istediğiniz her filmi çekebilirsiniz. Ama milyar dolarlarınız da olsa, sizin yazacağınız romanın aynısını, hatta daha iyisini elin fukarası -ama hayalgücü zengini bir kimse- gelir, önünüze kor sayfa sayfa... 
  • Konu burada önemlidir. Bence Jagten ve Jagten ayarında birçok Avrupa filmi, ABD'de son on yılda çekilen büyük bütçeli birçok filmden çok çok daha iyiler. Bunun sebebi de konudur.
  • Peki o zaman şu "Sinema kapitalist, edebiyat ise komünisttir" iddiası nereden geliyor? Şuradan; Jagten'in yönetmeni Thomas Vinterberg, elinde AVATAR'ın senaryosunu bulundursaydı, onu bütçe yetersizliğinden çekemezdi. Ama James Cameron eğer isterse ve elinde Jagten'in senaryosu varsa, onu bir biçimde çeker ve piyasaya sürer... Acı ama gerçek.    
2.  Filme dair, seyirciden kilit beklenti: "Empati." Film konusu gereği, sizi sadece iftiraya uğrayan Lucas'ın yerine koymuyor; bazen Lucas, bazen Klara'nın anne-babası, bazen Lucas'ın oğlu, bazen kasabadaki başka bir küçük çocuk ebeveyni, bazense kasabadaki sıradan bir esnafın yerinde buluyorsunuz kendinizi. Bu da senaristin ve yönetmenin dehasının başladığı yer. Tek pencereden değil, farklı pencerelerden bakıyorsunuz filmde yaşanan hayata.

3.  Film bittikten sonra şöyle dedim: "Bundan tam bir yıl önce Submarino isimli Danimarka yapımı bir film izlemiştim. Nedense Jagten ile benzer bir yanı vardı o filmin de. Acaba yönetmenleri aynı mı?" Açtım, baktım; sahiden de aynıymış... Peki bu neyi gösterir? Benim Danimarka sinemasını iyi tanıdığımı mı? Hayır, asla. Bilakis çok az bilgim var bu ülkenin sinemasına ilişkin. Buradan şu çıkar; Thomas Vinterberg filmlerine imzasını atan yönetmenlerden... Filmi bir bütün olarak ele almayalım. Künye bilgilerinden ayıklayalım. Hangi filmin kime ait olduklarını anlar mıyız? Zor... Ama bazı büyük yönetmenler bunu mümkün kılıyor. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz; Pedro Almodóvar böyle bir yönetmen. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ha keza... Filmlerinin kendilerine ait olduğunu belli etmek için kendi isimlerini filmin kıçına-başına yapıştırmaya ihtiyaçları yok. Bu olguyu "filme imza atmak" olarak açıklayabiliriz. Üsluü, biçem, tarz; nasıl derseniz...

4.  2010 yapımı Submarino'dan yalnızca yönetmen değilmiş Jagten'de imzası bulunan. Senarist de aynıymış. Tobias Lindholm. Hikaye yapısını anlayabiliyorum. Benim hoşuma giden türden, hayata dokunan türden hikayeler... Onun da emeğinin geçtiği tüm filmleri edinmeli.

5.  Vinterberg gençken bir hippiymiş ve 19 yaşında Danimarka'nın en prestijli sinema okullarından biri olan Danske Filmskole isimli Danimarka Film Akademisi'ne kabul edilmiş. Galiba şu hayatta yeteneksiz kimse yok, sadece bazıları yeteneklerini daha erken yaşta fark ediyorlar, yetenekleri doğrultusunda biçimlendiriyorlar hayatlarını. Kazanan da hep onlar oluyor. 

6.  "Sana tokat atana diğer yanağını uzat" diye bir sözü olduğu rivayet edilir Hazreti İsa'nın. İyi niyet, bilgelik sahibi, mağrur bir "übermensch" için normal, bizim neslimiz ve dünyamız içinse fazla naif bir sözdür bu. Uygulamaya koyan öteki dünyada mesut olabilir, ama bizim dünyamızda müşkül duruma düşmekten bir adım öteye gidemez ne yazık ki... Filmde biraz bu "naif" yan var. Yani kimi sahnelerde Lucas, sanki bir ulu aziz ya da acılar içerisindeki Meryem Ana gibi... Filmin ruhani yanını gözardı etmemek gerek.

7.  İnsan Danimarka gibi gelişmiş bir ülkede, bu denli bir iftira neticesinde insanların nasıl çıldırdığını görünce, durumu biraz yadırgıyor. İşin aslını astarını bilmeden bir kişinin üzerine yüklenmek, sadece doğuya mahsus bir zalimlik değilmiş. İnsan her yerde aynı. Bizim topraklarımızda iffetle ilgili iftiralar kadınlara atılır. Beş kişiyle yatmış bir kadın "hafif", "yollu" olurken; beş kişiyle yatmış bir erkek yalnızca "çapkın"dır... Eğer Danimarka'da da durum bizdeki gibi olsaydı, o zaman Jagten filminde iftiraya maruz kalan erkek değil, kadın olurdu. Ama orada bu tip "kara bakışlar" aşılmış, geriye gerçek suçlar "pedofili", "sapıklık", "tecavüz" kalmış. 

Mads Mikkelsen
8.  Mads Mikkelsen hakkında bir şeyler söyleyerek bitirelim yazıyı. Onu ilk olarak 2006 yapımı James Bond filmi Casino Royale'deki Le Chiffre rolündeki performansıyla tanıdım. Eğer bir film çeksem ve konu gereği bir  zeki bir katil, psikopat ya da sapığa ihtiyaç duysam, bu rolde oynatmak isteyeceğim ilk aktör Mikkelsen olurdu. Şöyle söyleyelim; Mads Mikkelsen, Jack Nicholson'ın genci ve biraz daha zeki tipli olanı...

Birkaç sene sonra 2003, İspanya yapımı Torremolinos 73 filmini izledim. Bu saçma ve başarısız filmde de ufak bir rolü vardı Mads Mikkelsen'in. 

2009 Alman yapımı, bizim Tim Seyfi isimli aktörümüzün de oynadığı Die Tür filminde de Mads Mikkelsen başrolde. 

Birçok ülkenin filmlerinde, hiç korkmadan büyük roller üstlenebilen bir yetenek olarak Mads Mikkelsen, şu an ABD'nin Hannibal dizisinde Hannibal Lecter karakterini yeniden canlandırıyor... Bir karaktere, zamanında usta bir aktör tarafından başarıyla oynanmış bir role yeniden hayat vermek çok güç. Mikkelsen bu taşın altına girmiş ve oldukça da başarıyla canlandırıyor bu rolü.

Bu Gael García Bernal tarzı bir durum. Birçok dili ana dili gibi konuşabilmek ve üstelik bu dezavantaja rağmen rolün de hakkını fazlasıyla verebilmek... 

Müthiş bir oyuncu. Biraz Joaquin Phoenix, biraz Sam Rockwell tadında...

25 Ağustos 2013 Pazar

A Late Quartet


A Late Quartet-2012 (Yaron Zilberman)


Eski bir tapınak yazıtı diye ortalarda dolaşan bir sözdü "sevdiğin işi yaparsan, ömrün boyunca çalışmazsın"... Sonra bu sözün Konfüçyus'a ait olduğu iddia edildi. En son "yok canım, Sartre demiş onu!" haline gelince sözün hikayesi, işler iyice sarpa sardı ve üzerine düşünülmesi -zaten gereksizdi-, iyice gereksiz oldu...
Önemli olan bu sözü kimin söylediği değil, sözün doğru olup olmadığı...

Elbette ki kimi istisnalar barındırıyordur bu yaklaşım. Ama şöyle bir bakıldığı zaman işinden memnun olan insana işi, sanki külfet gibi görünmez. "Ben bir şeyler yapıyorum ve bu para ediyor" misali...

İnsanın varoluş sebebi, işi olmayabilir. Dünyaya resim yapmak için geldiğini düşünürsün, ama bankacısındır.

İşte bu ikisi tuttuğu zaman, bir de başarılıysan, bir de üzerine para kazanıyorsan (çünkü başarının tespiti, maddi kazanımları veri olarak kabul etmez), değmesinler keyfine.

İşin her şeyin olur. Ve sen, artık mesleğin olmadan hiçbir şeysindir.

A Late Quartet işte biraz bunu anlatıyor: mesleklerine gönülden, sıkı sıkıya bağlı dört müzisyen, kısa bir süreliğine müzikten kopunca, bocalayıverip dağılıyorlar.

***

Dört başat karakter: Juliette Gelbart (Catherine Keener), Peter Mitchell (Christopher Walken), Robert Gelbart (Philip Seymour Hoffman) ve Daniel Lerner (Mark Ivanir).

Bu dörtlünün bir "quartet"i var ve  füg biçiminde de eserler temsil ediyorlar.

Quartet, yani dörtlü; klasik müzik eserlerini beraber icra etmek üzere oluşturulmuş, dört müzisyen ve enstrümandan oluşan topluluk.

Füg ise, Latincedeki "fugere" yani kaçmak eyleminden türemiş. Bir parça düşünelim, bu parçayı önce 1. Keman'ın bir tondan çaldığını varsayalım; bir süre sonra 2. Keman devreye girsin ve 1. Keman'ın çaldığının aynısını başka bir tondan çalsın; sonra aynı şekilde 3. Keman ve son olarak da Çello, aralarda zaman aralıkları bulunacak şekilde aynı parçayı, farklı sıralarla çalsınlar. 

Füg, fugere, yani kaçmak. Parçanın bir sazdan, berikine kaçtığı hissi verdiği için dinleyiciye, "kaçmak" şeklinde yorumlanmış. 



Bu kuartet, Ludwig Van Beethoven'ın "string quartet no. 14, op.131" (İngilizcesiyle), Türkçesiyle "op. 131, yaylı çalgılar dörtlüsü" isimli parçasını da kapsayan, çetin bir repertuvara sahiptir, fakat bundan kesinlikle şikayetçi değillerdir; çünkü bu dörtlünün her elemanı, varoluşlarını, meslekleri üzerinden tamamlayabilen kimselerdendir.

Beethoven'ın "op.131, yaylı çalgılar dörtlüsü"nü dinleyen Franz Schubert; "bundan sonra bize yazacak ne kaldı ki?" diye sormuştur. Wagner ise aynı eseri şöyle tanımlar: "Müzik tarihinin en hüzünlü bölümü."

Müzik Tarihinin En Hüzünlü Bölümü...

Filmde hikayesi anlatılan kuartetin elemanlarından çellist olanı, topluluğun aynı zamanda en yaşlı üyesidir: Peter Mitchell (Christopher Walken)

Bir gün prova esnasında, çellosunu çalışında bir gariplik olduğunu sezer. Sanki eskisi gibi güzel, etkileyici çalamıyordur. 

Ellerinde bir sorun olduğunu anlayan Peter, soluğu hemen bir doktorda alır ve doktor, bir dizi tetkikten sonra, aynı zamanda eski bir dostu olan Peter'a parkinson tanısı koyar. 

Tüm hayatını çello çalarak geçirmiş, 25 yıldır zevkle üyesi olduğu göz bebeği kuartetinde çello çalabilmesi hasebiyle bulunmuş, bir hayli prestijli bir müzisyen olarak Peter'ın hayatı, işte o an kararır. 

Eşini kaybedeli henüz bir sene dahi olmayan Peter'a bu parkinson tanısı, ikinci bir şok olur. 

Hemen kuartetin geri kalan üyelerini toplar Peter ve onlara başına gelenleri anlattıktan sonra şöyle der: "Bir süre fizik tedavi göreceğim, sonrasında şayet çalabilecek hale gelirsem, sezonun ilk dinletisinde çalıp, yerimi ders verdiğim öğrencilerden en yeteneklisine, aranızda en sırıtmayacağına bırakacağım. Lütfen bu kararıma saygı duyun."

Bu, Peter ve kuartetin geri kalan üyelerinin kişisel "Müzik Tarihlerinin En Hüzünlü Bölümü"dür.

Bundan Sonra Bize Yazacak Ne Kaldı Ki?..

Catherine Keener

Peter, kuartetin en yaşlı üyesi olmasının yanı sıra, aynı zamanda  Juliette Gelbart'ın (Catherine Keener) babası, Robert Gelbart'ın (Philip Seymour Hoffman) da kayınpederidir.

Şimdi biraz Juliette-Robert çiftine eğilelim...

Robert kuartetin ikinci kemancısıdır. Aşırı kilolarından kurtulmak için sık sık New York olduğunu tahmin ettiğim kentin parklarından birinde, müziği kulağında jogging yapar ve bu ritüeli esnasında da İspanafon bir kadınla arkadaşlık kurar. Pilar (Liraz Charhi), Robert'tan yaşça çok genç ve çok alımlı bir hanımdır. 

Robert bir sabah karısına sokulur ve onu arzuladığını karısına, yani Juliette'e belli eder. Ne var ki karısından beklediği karşılığı alamaz ve boynu bükük bir vaziyette koşuya çıkar. Pilar ile karşılaşır ve onunla müzik üzerine laflar. Robert'in meşhur bir kuartette ikinci keman olarak görev aldığını bilen Pilar, Robert'a şu soruyu sorar "neden birinci keman değil de ikinci keman?" Robert her ne kadar Pilar'a birinci keman olmak ile ikinci keman olmak  arasında bir fark olmadığını; çünkü eserlerinin çoğunu füg biçimde çaldıklarını anlatmaya çalışsa bile, yine de içine bir kurt düşer. 

Fiziksel olarak kendisinden çok genç ve bir o kadar da güzel bu kadın, Robert'ın "neden ben birinci keman değilim?" sorusunu kendi kendineyken de defalarca tekrarlamasına yol açar. 

Peter "ben yokum, size yerime birini bulacağım" dediğinde Robert'ın aklında yeni kurulacak kuartette birinci keman olma hayali belirginleşir ve Robert bunu bir gün Juliette'in ve birinci keman Daniel'ın (Mark Ivanir) yanında dile getirir.
Christopher Walken
Robert'ın bu çıkışı çok tepki toplar. "Parkinson olmuş bir üyemiz var, bir dostumuz; sen bunu mu düşünüyorsun?" karşılığını alan Robert karısı Juliette'e sorar: "Sence ben birinci keman olacak kadar yetenekli değil miyim?"

Karısından beklemediği bir yanıt alan Robert için sadece kuartet ile olan değil, aynı zamanda Juliette ile olan ilişkisi de gittikçe zayıflar.

Bu işin Robert kısmı; bir de işin Daniel kısmı var.

Daniel başarılı bir kemancıdır. Keman çalarken çaldığı eserle bütünleşen, kendini eserin bestecisi yerine koyan, adeta transa geçen bir komple sanatçıdır.

Ve Robert ile Juliette'in kızı, Peter'ın da torunu Alexandra'ya(Imogen Poots) keman dersleri verir. Alexandra Daniel'a karşı bir çekim hisseder. Ama seyirci olarak bu çekimi yorumlamak çok zordur. Alexandra Daniel'a gerçekten aşık mıdır, yoksa sadece bir genç kızın başarılı hocasına duyduğu hayranlığın mı esiridir? Bu muğlaklık film boyunca hiç anlaşılamaz.

Öğrencisinin kendisine duyduğu bu hayranlığı fark eden Daniel hem kuartete, hem de kuartetin üyesi yakın arkadaşlarına duyduğu saygıdan dolayı Alexandra ile hiçbir koşulda yakınlaşmaz. Daniel Alexandra'ya karşı hep mesafeli, hep soğuktur.

Ancak Peter parkinson hastası olup da, kuartet dağılma noktasına gelince işler değişir ve Daniel ket vurduğu hislerini serbest bırakır. 

Bundan sonra bize yapacak ne kaldı ki? noktasında kuartetin tüm elemanları saçmalar ve varoluş sebebi aynı zamanda mesleği olan bu dörtlü, kendi sonlarını hazırlar. 


Filme ilişkin notlar:

  1. Muhteşem bir senaryo. İnsanın zaaflarını, başarılarını ve tüm hassas noktalarını göz önüne seren türden. Böyle hikayeleri takip edesi geliyor insanın. Başarılı bir grubun arka odasında neler var?.. Ne olursan ol, insansın en nihayetinde. Senin de kişisel zevklerin, hırsların ve yüksek bir egon var... A Late Quartet tüm bu insana dair noktaları, mükemmel bir uyumla gözler önüne seriyor.
  2. Film tertemiz. Çekimler, giyim kuşam. Klasik müzik elit ya hani; filmdeki herkes, her dekor, her sahne ve her cümle de bir o kadar elit. 
  3. "Tarihi roman okuyarak tarihi öğrenemezsiniz; ama tarihi roman okumadan da tarihi öğrenemezsiniz," demişti İlber Ortaylı katıldığı bir T.V programında. Ben de şöyle diyorum: "Klasik müziğin içinde geçtiği bir filmi izleyerek klasik müziği anlayamazsınız, ama o film olmadan da klasik müziği anlayamazsınız." A Late Quartet, klasik müziğin ne kadar önemli ve sahiden de ne kadar güzel olduğunu çok düzenli bir biçimde anlatıyor.
  4. Dört mükemmel aktör-aktrisin performanslarını izliyoruz. Hangi birini daha ön plana çıkarabilirim ki? Şöyle söyleyeyim: Catherine Keener'ın, Philip Seymour Hoffman'la bir başka filmini izlemiştim ve o film, hayatımda izlediğim en güzel filmlerdendi: Synechdoche, New York. 2008 yapımı bu filmin her sahnesi neredeyse, aklımda. Yönetmeni ve senaristi Charlie Kaufman, her filmini takip etmeyi kendime borç bildiğim bir isim... Bu ikili o filmde de mükemmeldi... Mark Ivanir, birçok filmde izlediğimi bildiğim ama oyunculuk performansına ilk defa bu filmde dikkat edebildiğim bir isim. Fevkalade doğal, son derece sürükleyici bir oyunculuğu var. Çok yakışıklı bir adam değil ama rolü gereği biraz karizmatik, yakışıklı olması gerekiyor. Bu iki özelliği de barındırmasını bilmiş. Onun da tüm filmlerini izlemeye çalışacağım... Christopher Walken için zaten söylenecek pek söz yok. Büyük oyuncu. Adının Robert De Niro, Al Pacino ile anılması lazım. Belki de bunun için daha çeşitli karakterlere can vermeli... Her neyse, iddiam şudur: Christopher Walken ve Philip Seymour Hoffman, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Oscar kazanacaklar.
  5. Brentano String Quartet bana filmin kazandırdığı en güzel yenilik. Bir klasik müzik dörtlüsü. Albümlerini edinmek lazım. 
  6. Filmin müzik albümünü de muhakkak edinmek lazım.
  7. Yönetmen Yaron Zilberman için A Late Quartet bir ilk uzun metrajlı kurgu filmi. 2004 yılında Watermarks isimli bir belgesel çekmiş, ondan sonra da işte bu A Late Quartet. Başka filmler de bekliyoruz kendisinden. Konuları hep böyle iyi seçtiği müddetçe, sıkıntı yok.

23 Ağustos 2013 Cuma

Das Lied in Mir


Das Lied in Mir-2010 (yön: Florian Cossen)

Dr. Alfred Kissinger... Almanya doğumlu, Yahudi asıllı bir diplomat... 1923 doğumlu Kissinger, 1938 yılında ailesiyle birlikte Almanya'dan ABD'ye kaçıyor... Bu kaçışın nedenini anlamak güç olmasa gerek.

Bir yandan okul okumak, bir yandan tıraş fırçası fabrikasında çalışmak derken; Kissinger isimli bu parlak delikanlı, bir gün kendisini Harvard Üniversitesi'nde ders verir buluyor.

Kafası teorik olaylara karşı zehir gibi çalışan Kissinger'ın devlet kademelerinde görev yapması da gecikmiyor tabii... 1967 ile 1975 yılları arasında ABD başkanlarının -sırasıyla Lyndon Baines Johnson, Richard Milhous Nixon ve Gerald Rudolph Ford, Jr.-, ulusal güvenlik danışmanı oluyor; 1973 ile 1977 yılları arasındaysa ABD dışişleri bakanı olarak görev yapıyor.

Dönem itibariyle ABD'nin, kavgalı olduğu başat ülkelerle arasına düzeltirmiş gibi göründüğü için Kissinger'a Nobel Barış Ödülü veriliyor falan filan...

Başarılı bir akademisyenden, devlet adamı yaratma... Bu bir model, ismi de Kissinger modeli.

Mevcut Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da bu modelin bir yerelleştirmesi.


***
1947 Amsterdam doğumlu Johan Cruyff, futbolseverler arasında "sarı fare" lakabıyla bilinir... Attığı seri çalımlar sebebiyle "fare", altın rengi saçları sebebiyleyse "sarı"...

Performansının zirvesinde olduğu 1978 yılında, ülkesinin milli takımının katılmasında büyük payı olduğu Dünya Kupasına gitmeyi reddetti... Neden? Çünkü 1978 Dünya Kupası Arjantin'deydi ve Arjantin'de o dönem bir faşist, militer diktatörlük yaşanıyordu. Başında da Jorge Rafael Videla

Gazeteci-yazar Gustavo Veiga, "Deporte, Desaparecidos y Dictadura" ("Spor, Yitenler ve Diktatörlük") isimli bir kitap yazdı ve bu kitapta diktatör Jorge Rafael Videla'nın, ülke içinde yaptığı kıyımın üzerini en azından  bir nebze olsun örtebilmesi için Arjantin'de düzenlenecek olan 1978 Dünya Kupası'nda alınacak olan bir başarıya ne kadar muhtaç olduğunu enine boyuna, çarpıcı belgelerle açıkladı. 

O dönem, Arjantin'in en köklü kulüplerinden olan River Plate'in takım kaptanı, aynı zamanda River Plate'e başkanlık etmiş Daniel Passarella'nın şöyle bir demeci var mesela, tam da Dünya Kupası'nı Arjantin'in kazanmasından sonra:

"Yaralarımız kapanıyor. Geçmişi boş verip, geleceğe bakmamız en doğrusu..."

***
Bir önceki Papa'nın Hitler gençliğine üye olduğu ortaya çıkmıştı... Fakat bu üyelik henüz 14 yaşında gerçekleştiği için, dönemin koşulları da göz önünde bulundurularak, müstafi Papa'nın üstüne pek gidilmemişti.

Şimdiki Papa'nın -Papa Francis'in-, Arjantin'deki cunta yönetimi esnasında, çok üst kademelerde yer alan bir din adamı olduğunu biliyoruz... Bizzat kendisinin, 70'li yılların sonunda, sol eğilimleri olan din adamlarını cuntaya ihbar ettiği, hatta kendi eliyle teslim ettiği de konuşuldu geçenlerde Arjantin'de.

İki rahip, doğrudan Papa Francis'in kendilerini cuntaya teslim ettiğini dile getirdiler vaktiyle. Rahiplerden teki Almanya'da bir manastırda inzivaya çekildiğinden ve "olay benim için kapanmıştır" dediğinden, işin o tarafıyla ilgili hiçbir bilgimiz yok.

Diğer eski solcu rahip de, 2000 yılında hayatını kaybetmiş. Ne var ki rahibin kız kardeşi, mevcut Papa, Papa Francis aleyhine savaşmaya devam ediyor...


***

María Estela Martínez Cartas de Perón, Arjantin'in, hatta Batı yarım kürenin monarşik olmayan ilk kadın devlet başkanıdır. 
1976 yılında Jorge Videla'nın gerçekleştiği askeri darbe neticesinde hükumeti düşmüştür.

***

1976-1983 yılları arası Arjantin için kara bir dönemdir. Videla'nın başında olduğu cunta, sayıları 30.000'i buluyor diye tahmin edilen insanı öldürmüş, katliamlar yapmıştır. 

Devlet eliyle halkına zulmetmenin, katliamlar yapmanın İspanyolcası "guerra sucia"dır; yani "kirli savaş".

***

Kirli Savaş'ı yapan Videla, destekleyen Kissinger, desteklemeyen ve hatta tepki gösteren de Johan Cruyff'tür.

***

Das Lied in Mir, Türkçesiyle İçimdeki Şarkı; işte bu kara dönemden onlarca yıl sonra Arjantin'e gelen bir Alman kızın hikayesini anlatıyor. 

31 yaşındaki Maria Falkenmayer (Jessica Schwarz), Almanya'dan Şili'ye gitmektedir... Uçak, transit geçiş yapmak üzere Arjantin'in başkenti Buenos Aires'e iner ve Maria orada bir süre havaalanında beklemek durumunda kalır.

Oturaklarda beklerken, yanıbaşında bir anne, kucağında bebeği, bir ninni mırıldanır. Maria bir anda bu ninniyi tanıdığını fark eder ve yanıbaşındaki kadının mırıldandığı ninniye eşlik eder.

Maria tam bu esnada, garip bir tesadüf, pasaportunu kaybeder ve haliyle Şili'ye giden uçağını kaçırır. Gelişen olaylar neticesinde bir süre Buenos Aires'te konaklamaya, hem de şu kendisine tanıdık gelen ninni-şarkının izini sürmeye, içine düşmüş o kurdun peşine takılmaya karar verir.

Bir otele yerleştikten sonra Almanya'daki babasını arar ve ona başına gelenlerden bahseder... Bir gün sonra, sabahleyin babasını otelin lobisinde görünce, işlerin bir hayli karmaşık olduğundan şüphelenir.

Ondan sonrası ise zaten iplik söküğü gibi gelir.


Maria'nın 31 yaşına kadar babası bildiği adam gerçek babası değildir. Maria'nın gerçek ailesi ise; cunta döneminde kaçırılmış, muhtemelen öldürülmüş bir Arjantinli çifttir.

Maria'ya bu araştırmasında yardım edecek olan, Arjantinli bir polis memurudur. Maria'nın bu polis memuruyla arasında bir aşk ilişkisi de başlayacaktır.

***

Filme dair notlar:
Jorge Videla ve Daniel Pasarela
  1. Das Lied in Mir sessiz, sakin ve düşündürücü bir film. Görüntüler ve oyunculuklar çok güzel.
  2. Tıpkı bir Zülfü Livaneli romanı gibi, koşut hayatların muhteşem temasları, bir hayli ilgi çekici. (bkz. Serenad)
  3. Nazi Almanyası ile ilgili yapılan filmlere dair olan görüşlerim belli. ABD sineması zaten bu konuyu hayli kurcaladı. Konuyla ilgili yapılan çoğu film gişe rekorları kırdı, ödüllere doyamadı. Artık bu konuyu ele alacaksa bir film, tam da böyle almalı... Söz konusu bir Alman kız. Daha doğrusu Arjantinli. Ya da şöyle diyelim: ne tam olarak Arjantinli, ne de tam olarak Alman... Bir ülkede zulümden "bir biçimde" kaçmış henüz bebekken ve gittiği ülke de; bir başka zulümle tanınan Almanya. Filmin bence en ilginç noktası bu. Bu gerilimin doğurduğu koşutluk ve belki de ironi.
  4. Darbe, cunta... Bu gerçekleri ele alan filmlerin en naif anlatımlısı Das Lied in Mir. Konular çünkü, hayli gözyaşı döktürebilecek konular. Dramlar göz önüne serilip, bağrış çığırış içinde bir film de pekala çekilebilirmiş. Ama Das Lied in Mir'in yönetmeni  ve senaristi (Florian CossenElena von Saucken) bundan daha fazlasını istiyor... Sadece olayların bir kadın karakter tarafından yaşanışını ve eğer ağlanacaksa da, önce olup biteni anlayıp, sonra ağlanmasını bekliyor. 
  5. Arjantin'de yaşadığım dönemde hep bu darbe konusu gündeme gelir dururdu. Hiçbir zaman tam anlamıyla ne olduğunu anlayamamıştım. Yıllar sonra bir film sayesinde yaptığım araştırmalar zihnimi açtı. Konuyu merak edenler "1976 Arjantin Darbesi" ya da "Kirli Savaş" yazıp, internette geniş kapsamlı bir araştırma yapabilirler. La Historia Oficial de, bu konuda izlenecek bir film.
  6. Güzeller güzeli Arjantin'i görmek bana huzur verdi. 
  7. Futbolun halk tarafından önemli görüldüğü ülkelerin liderleri, bir takım yetersizlik, başarısızlık ve gaddarlıklarını futbolla ne kadar güzel örtüyorlar değil mi?..  Futbolda gelecek başarılar onların, halklarının gözünde popülerlik ve başarı belgesi gibi. Bunu anlamak lazım.