2012

27 Ekim 2012 Cumartesi

We Need To Talk About Kevin



We Need To Talk About Kevin-2011

"Dünya edebiyatının en büyük üç eserinin Sophokles'in Oedipus Rex'inin, Shakespeare'in Hamlet'inin ve Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşleri'nin aynı konuyu, yani 'baba katilliğini' ele alması rastlantı olarak açıklanamaz. Üstelik bu üç eserde de sözkonusu davranışın kaynağı, yani bir kadın yüzünden doğan cinsel düşmanlık açıkça ortaya konulmuştur." Sigmund Freud
Oedipus Rex ilk defa milattan sonra 428 yılında sergilenmiş. Beşinci yüzyılda yani.

Shakespeare'in en uzun oyunu olarak Hamlet ise 1599 ile 1601 yılları arasında yazılmış.

Karamazov Kardeşler, bir chef-d'œuvre; yani bir "başyapıt" olarak 1880 yılında Dostoyevski tarafından anca tamamlanabilmiş...

Bu üç metin, Freud'un da altını çizdiği gibi; üç aşağı beş yukarı aynı konuları ele alan, edebiyat tarihinin en önemli eserleri sayılabilecek kadar "tüm çevrelerce" saygı gören birer başyapıt.

Tabii ki bu üç eseri böylesi yüce bir tahta oturtan da, yalnızca yazıldıkları üslup değil;  işledikleri konuları da aynı zamanda... "Baba katilliği", hatta Freud'un daha sonra genişleterek açıklayacağı gibi; anneye duyduğu gizli aşk ve onu babadan kıskandığı için babayı öldürme; Oedipus Kompleksi... Ya da tam tersi, bir kız evladın babasını annesinden, öz babasına aşık olduğu için kıskanmasından doğan, annesini aradan çıkarma isteği: Elektra Kompleksi...

Bugün çok satan ve popülaritesi tavana vurmuş çoğu yazarın bu iki konuyu hala işliyor olduklarını rahatlıkla görebilirsiniz. (bakınız: Haruki Murakami - Sahilde Kafka)

 ***
Lionel Shriver, We Need To Talk About Kevin kitabının yazarı, işte bu iki -aslında aynı- konudan temellenerek oluşturmuş belli ki eserini. Ya da tam olarak şöyle diyelim: "bu iki konuyu farklı bir pencereden ele almış"... Kitabı "henüz" okumadığım için boyumu aşan cümleler etmeyeceğim. Film kitapla koşut mu ilerliyor, bilemiyorum. Kitabı okuyan illa ki filmden zevk alacak ya da almayacak gibi bir şey de söyleyemem. Ama ben filmin anlatmaya çalıştığı konuya ilgi duyduğum için, filmi de merakla izledim ve kopmadan takip ettim. Saat 01 de izlemeye oturmuş olmama rağmen...


***
Filmin ilk sahneleri, belli bir kronolojik düzene biat etmeden ilerliyor. Eva Khatchadourian (Tilda Swinton) gebe ve göründüğü kadarıyla bir bebek doğurmak için de pek öyle hevesli değil. Bunu etrafıyla pek paylaşamaz gibi de bir havası var. İçten içe durumdan nefret etmekten ziyade, daha çok 'şaşkın' gibi. Anne olmak, bir insan dünyaya getirmek, öyle kolay bir iş olmasa gerek...

Kevin doğuyor sonra. Küçüklüğünü görüyoruz. 
Küçüklüğünden büyüklüğüne geçiyoruz ve tüm bu aşamalarda görebildiğimiz tek şey; ekseri annesinden nefret eden, sonra nefretini annesiyle sınırlamayıp babasına, aşağı yukarı aynı zamanlarda da kız kardeşine doğrultan bir problemli çocuk. Ergen demeye dil varmıyor; çünkü erkeklerin buluğ çağları bir parça karmaşık, öfkeli, kimi zaman hatta "hain" geçer, kabul; ama Kevin'in durumunda söz konusu olan yalnızca ergenlik değil; ergenlik de var tabii içinde ama "yalnız" değil... Küçüklük, ergenlik, bir parça daha büyüklük... Hayatının her aşamasında, ne hikmetse ailesinden nefret eden bir çocuk profili...

Tomatina?..
Kreşendo ilerleyen, şiddetinin hudutlarını iyi tespit edemeyen bir çocuk olarak Kevin, 18 yaşına gelmeden, artık öyle pek de aile arasında 'kol kırılır yeni içinde kalır' bakışının savunulamayacağı bir raddede büyük bir suç işliyor ve film bir anda seyrinden bambaşka bir istikamete yöneliyor. 

***

*Filme dair not çıkarmaya gayret ederken edindiğin bir bilgi: kitap "épistolaire" imiş; yani "mektup roman". Roman baştan aşağı anne Eva'nın kocası Franklin'e yazdığı mektuplardan oluşuyormuş.

*Filmin tek kötü yanı; film, sinemaya "hayatımı değiştirsin" diye bir beklentiyle giden kimseleri evlilikten ve çocuk yapma fikrinden tamamen soğutabilir.

*Lynne Ramsay filmin senaristlerinden biri. Belki metni baştan aşağı kendisi oluşturmadı; hali hazırda onu bekleyen bir kaynaktan yola çıktı. Ama en azından o metni seçmek bile bir çeşit göz zevkine işaret eden yeti değil mi? Ratcatcher-1999, Morvern Callar-2002 Ramsay'ın diğer filmlerinden iki tanesi. Hepsini izlemek lazım...
Ezra Miller

*Filmin en güzel yanlarından biri de, görsel olarak da seyirciyi tatmin edebilmesiydi. Fotoğraf fotoğraf film, nasıl desek, "tertemizdi."

*Ezra Miller Kevin rolünde. Çocuk 93'lü. Başka bir şey demeye gerek yok.


*Aklı olan delikanlı, filmi annesiyle izler. The End yazısı çıkınca "aman oğlum, senin gibi bir evlada sahip olduğum için çok şanslıyım!" diye boynunuza sarılacak bir anneniz olacak ve tam bir gün boyunca size hizmette kusur etmeyecek. (Bu işin şakası tabii.)


*Bütün duvarları haritalarla doldurmak nasıl fikir?

25 Ekim 2012 Perşembe

Carnage


Carnage-2011

2011 yılının ortalarında Carnage filminin dvd kapağını görünce, filmin Türkiye'de Vahşet Tanrısı ismiyle oynanan tiyatro oyununun sinemaya uyarlanmış hali olduğunu hemen fark edememiştim. Ta ki dvd'yi elinde tutan ağbim bana gerçeği söyleyinceye kadar...

'Sahnede büyüyen öfke.'

Aslında konu çok basit. İki ebeveyn, neredeyse tek planda filmi alıp sonuna kadar götürüyorlar. Ebeveynlerin henüz küçük sayılabilecek evlatları kavga etmişlerdir. Bu kavganın sonucunda çocuklardan birinin ön iki dişi kırılmıştır. İki ebeveyn de, sorumlu aile profili çizmek için, mümkün olduğunca çocuklarının suçlarını eşit taksim ederek, olayı tatlıya bağlamak isterler. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz.

"Ah tabii, sizin oğlunuz o konuda çok haklı"lar, vakit geçtikçe kimi zaman "sizin oğlunuz o konuda çok haklı ama şu konuda da pek haksız"lara dönüşür. Sizin oğlunuz şunu yaptı, sizinki de bunu... Falan fişmekan derken olay büyür. 

Ve kısa zaman sonra artık tartışılan çocukların kavgasından çok, bu dört kişinin hem birer çift olarak kendi aralarındaki ilişki, hem de ferdi olarak hayatla olan ruhsal münakaşalarıdır. 

Vahşet Tanrısı-
 İşdar Gökseven, Ülkü Duru, Zerrin Tekindor ve Zafer Algöz (ayakta)

'Öyle ya da böyle.'

O veya bu şekilde, izlediğim ve beğendiğim bir oyunun, ABD tarafından hem de, beyaz perdeye aktarılması hoşuma gitti. Ancak söylemeden de edemeyeceğim: Türkiye'deki tiyatro oyunu hem oyunculuk hem de inandırıcılık; hem sürükleyicilik hem de eğlendiricilik açısından ABD sinema adaptasyonuna bin basar...

Christoph Waltz'ın rolünü İşdar Gökseven, Kate Winslet'inkini Zerrin Tekindor, John C. Reilly'ninkini Zafer Algöz ve de son olarak Jodie Foster'inkini Ülkü Duru oynamıştı bizim ülkemizdeki tiyatro gösteriminde. 

Her oyuncu muhteşem bir performans sergilemişti. Öyle ki oyunu bir kere izlemek bana yetmemiş; birkaç defa izlemiştim. 

Aynı "eğlenceli" performansı ne yazık ki ABD adaptasyonunda bulamadım. Christoph Waltz belki bir nebze hakkını vermişti rolünün ama İşdar Gökseven'in yorumunun yanında bence o da sıfır.

Hele bir sahnede, cinsel içerikli bir espri üzerinden "laf koyma"sı gereken John C. Reilly o kadar zayıf kalıyordu ki, "hani şu Zafer Algöz'ün söylerken karnıma gülmekten ağrılar soktuğu replik, sahiden de bu replik miydi?" diye kendime acılar içerisinde sordum, o sırada filmi Ukde Sineması'nda birlikte izliyor olduğum herkes gibi ben de. (Onlar da benim gibi Vahşet Tanrısı oyununu izlemiş, pek memnun kalmışlardı.)

Diyaloglarda bir durağanlık mı vardı, yoksa tiyatrodaki tek dekor, beyaz perdede yavan mı kalmıştı bilemiyorum... Belki her ikisi de.

Halbuki filmin senaristleri arasında tiyatro metninin yazarı Yasmina Reza da var...

Netice itibariyle eğer metni tiyatro sahnesinden bilmiyor olsaydım, bu filmi ilk yarım saat içerisinde büyük ihtimal kapatır, bir de üstüne silerdim...

Uzun lafın kısası: eğer Vahşet Tanrısı oyununu izlediyseniz, film yavan gelebilir. Ama onun dışında biraz Hitchcockvari tek planlı çekimlerle, sanki beyaz perdede tiyatro oyunu izliyormuş gibi hissederek kendinizi, muhtemel bir zevk de alabilirsiniz. 

20 Ekim 2012 Cumartesi

Source Code




Source Code-2011


Arkadaşlarınızla Taksim'de saatlerce içmişsiniz ve artık evlere dağılma vakti gelmiş. Eğlendiğiniz gece kulübünün otoparkında sizi bekleyen arabanıza binip eve dönmek ile, bir taksiye atlayıp eve kazasız belasız gitmek arasında kalmışsınız ve kafanız güzel. Bir süre düşünüp taşınıyorsunuz ve "aman, ne olabilir ki," deyip valeden arabanızı getirmesini rica ediyorsunuz. Gece kulübünün kapısında arabanızı beklerken bir mesaj alıyorsunuz. Size ait olduğunu bildiğiniz bu numaradan telefonunuza gelen mesaj aynen şöyle: "paralel evrendeyim. O arabaya bindiğin takdirde Barbaros Bulvarı yakınlarında feci bir kaza yapacaksın ve neticesinde de öleceksin."

Ne yapardınız?

'8 dakikalık 'bitmeyen' bir ömür...'

Chicago'ya giden bir trende açılıyor film. Colter Stevens -Jake Gyllenhaal- da bu trenin içinde, başını, dayadığı camdan sarsılarak çekiyor ve bir anda sanki içinde bulunduğu sahneye yabancılaşıyor. Karşısında eli yüzü düzgün bir kız Christine Warren -Michelle Monaghan- var. Kız Colter'a kariyeriyle ilgili bir şeyler anlatıyor ve ona sürekli 'Sean' diye hitap ediyor. Colter buna anlam veremiyor. Yanından geçen bir kadın sendeleyince Colter'ın ayağına bir parça kahve döküyor, bir süre sonra Colter bir kola tenekesinin açılış sesini duyuyor ve biletçi Colter'a biletini soruyor. 

Bütün bu yaşananlara Colter sadece şaşırıyor. Oysaki her şey son derece normal gibi duruyor.

Colter tanımadığı bu kızın karşısından kalkıyor ve soluğu lüks trenin tuvaletinde alıyor. Belki de elini yüzünü yıkamanın kendisine iyi gelebileceğini düşünüyor. Fakat aynanın karşısında onu bekleyenin bildiği dış görüntüsü değil de, bambaşka bir kimseye ait beden olduğunu görünce işler çığrığından çıkıyor. 

Kendisini alelacele tuvaletten dışarı atan Colter, Christine'i karşısında buluyor. Christine'in kendisine yönelttiği "neyin var Sean? Hiç iyi gözükmüyorsun?" sorusunu yanıtlayamadan trenin içinde bir bomba patlıyor ve tüm yolcular hayatını kaybediyor.

Buraya kadar her şey muammalı, kafalar karışık...
Colter'ın öldüğünü sanıyoruz; ancak Colter gözünü bir kapsülün içinde açıyor. Kemerlerle bir koltuğa bağlı, karşısında da küçük bir ekran var. Ekranda beliren sarışın kadın Colter'a şunu söylüyor:

"Yüzbaşı Colter, şu anda 'Source Code' isimli bir programın içinde yer alıyorsunuz. Bu sabah Chicago'a giden bir trende bomba patladı. Source Code isimli bir program geliştirdik ve bu program sayesinde paralel evrenlere yolculuk yapabilir, bu patlamayı; sadece bu patlamayı değil birçok terörist saldırıyı engelleyebiliriz. Şu anda bu görev size verilmiş vaziyette. Şimdi sizi tekrar uyutacağım ve gözlerinizi yeniden biraz evvel içinde olduğunuz trende açacaksınız. Bombanın yerini bulun ve bombacıyı belirleyin. Sadece 8 dakikanız var."

Ve Colter tekrar trende... Görev belli. Bombayı imha ve bombacının kimliğini belirleme...

'Heyecanlı ama!..'

Son dönem izlediğim hangi ABD filminin içinde bir Afganistan ya da asker kelimesi geçse, içten içten "eyvah," diyorum "yine ABD ideolojisinin emir kulu bir film..."

Fakat Source Code, bu açıdan sanki tüm bu ideolojinin dışında tutmayı becermiş kendini. 

Colter Stevens Afganistan'da görev yapmış bir asker evet, ama filmin asıl söylediği bu değil. Afganistan ise, anladığım kadarıyla sadece 'ABD'de şu sıralar görevde olan bir asker hangi ülkede olabilir?' sorusuna verilmiş 'masum(!)' bir yanıt gibi...

'Can alıcı nokta?..'

Filmin bence vermek istediği çok güzel mesajlar ve bilgiler var. Ki bu bilgiler ve mesajlar da zaten, filmin can alıcı noktalarını oluşturuyorlar. Gözüme çarpanları sıralayalım:


  1. Kafa yorduğum ve herkesin de üzerine bir parça düşünülmesini hak eden bir konu: teknoloji ile insanın çıkmaza düşmesi. Bu dediğimi keşke filmden birkaç örnekle temellendirebilseydim; ne var ki bu henüz filmi izlememişler için pek de iyi olmaz... O yüzden şöyle bir üzerinden geçeceğim, hepsi bu...               Dünya üzerinde terör arttıkça, teknolojiyle ve bilimle arası iyi olan ülkeler hemen bu terörist eylemleri engelleyecek teknolojik buluşlar arayışına giriyorlar. Bir sürü de icatlar kulaklarımıza çalınıyor, çalınmayanlar çalınanlardan fazladır bundan da eminim... Tüm bu teknolojik icatlar, adı üzerinde 'teknolojik'; yani 'teknik' olduğundan, insanla; insanın yaşayışıyla, toprağa duyduğu gereksinimle, saf, dokunma yoluyla bazı şeyleri yerli yerine oturtabilmesiyle hiç mi hiç bağdaşmayabiliyor. O zaman da ortaya koyu bir zıtlık çıkıyor. İnsan klonlamak mesela. Güzel gibi duruyor; ama bir insanın klonlanabiliyor olmasının önce başlı başına o klonlanan insan üzerinde; ardından da koca insanlık üzerinde yaratacağı etkiyi tasavvur edebiliyor musunuz? Kulağa hoş geliyor. "Ne olacak canım," deniyor, "çok çok benden bir tane daha!" Ama etraflıca düşünüldüğünde aslında klonlamak çok korkunç. Ona insanın varlığına katlanamadığımız bu dünyada, insanın kendine katlanamaması ihtimalini bir gözünüzün önüne getirsenize. Bunun eminim 'birileri' de farkındadır. Yoksa Tesla'dan bu yana, kuyu-kuzu klonlayan dünya, bir insan klonlamaz mı?                             
  2. Paralel Evren... Bu konuda bilgim maalesef çok kısıtlı. Oradan buradan kopyala-yapıştır birkaç cümleden daha derinlemesine bir ele alınışı fazlasıyla hak eden bir konu bu. İnsan bildiğini iddia ettiği konuda bilgisizse, işte anca o zaman cahil kabul edilir. Merak eden araştırsın... Benim diyeceğim o değil... Paralel Evren. Çok enteresan değil mi? İçinde bulunduğuz sersefil bir durumu aslında bir başka zaman diliminde yaşamıyor olduğunuzu ve dolayısıyla bu içler acısı durumdan muzdarip olmadığınızı bilseydiniz, olaya-hayata bakış açınız değişmez miydi?
  3. Paralel kelimesinin Öz Türkçe'sinin "koşut" olduğunu biliyor muyduk?.. Koşut, paralele göre çok daha tercih edilesi bir kelime değil mi? Koşut kelimesinin kulakta bıraktığı tınıdan çok zihinde bıraktığı imge çok daha çekici değil mi paralele nazaran? Koşut; birlikte koşan; aynı hizada hızla hareket eden gibi... Bence tercih edilesi...
  4. Eğer Paralel Evren diye adlandırılan şeyin varlığı kesinleşirse. Bulgular sabitlenirse. O zaman belki de 'sorunsuz bir dünya'da yaşarız. Soru: sorunsuz bir dünya, başlı başına bir sorun değil midir? Acının olmadığı yerde, sanatçılar ne yapar? Kötü sesin olmadığı bir dünyada, güzel sesin hangisi olduğunun ayrımına nasıl varır insanoğlu?..
  5. Film öyle diyor ki; hudutsuz hırslarımızı bir parça olsun zapturapt edebilirsek; ölmez diyeceğimiz herkesin bir gün öleceğinin gerçekten ayırdına varır, hayatımızın sonsuz olmadığını bilirsek, bazen bir gülücük bile insanı mutlu edebilir. 
'Son not...'

Filmin yönetmeninin meşhur İngiliz şarkıcı David Bowie'nin oğlu olduğunu bilmek, "hımm, bakalım Duncan Jones da babası gibi sanatta iyi işler çıkarıyor mu?" sorusunu sormaya sebebiyet veriyor. Bakın bakalım.

18 Ekim 2012 Perşembe

Miss Bala


Miss Bala-2011

Laura Zúñiga, 2008 yılı Meksika güzellik yarışması birincisi bir mankendi. Öylesi güzeldi ki, birkaç ay sonra bir beyaz ticaret mafyasının merkezinde olduğu söylenip de hapse atıldığında kimse olup bitene anlam veremeyecek, bu kızın suçlu olduğuna inanmayacaktı. 


Olayların yaşanmasından üç sene sonra yayınlanan Miss Bala (2011), işte bu kızın hikayesini 'biraz da taraflı bir yandan' anlatıyor.

'Güzel ama...'

Filmde ismi Laura Guerrero olarak
değişen Laura Zúñiga...
Laura Guerrero (Stephanie Sigman) fevkalade güzel bir Meksikalı genç kızdır. Biraz kenar mahalle dilberi tadında, az buçuk da cahilden hallice. Öyle ki tek gayesi katılmaya heves ettiği bir güzellik yarışmasında birinci gelmektir. 

Elemelere katıldığı dönem, bir arkadaşının davetiyle tesadüfen gittiği bir partide, içinde narkotik polisin de parmağının olduğunu anlayacağımız bir katliama tanık olur. Uyuşturucu çeteleri, narkotik polis, mafya liderleri, hükumet gibi normalde farklı uçlarda olması gereken toplulukların, aslında aynı uçta toplandıklarını görünce Laura, güzellik yarışmasında birinci olmak hayallerinin bu örgütlerle işbirliğinden geçtiğini hemen anlar. 

İşte tam bu noktada işler sarpa sarar. Kim kimin tarafında, kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir hengamenin içinde bulur kendini Laura ve artık içinden çıkmanın mümkün olmadığı bu makinenin, işleyen bir dişlisi haline gelmiştir. 

'Notlar...'

*Hispanafon ülkeler, (her ne kadar anadili İspanyolca olmasa da Brezilya'yı da bu gruba dahil ederek söylüyorum); son zamanlarda yaptıkları filmlerle kendilerini fevkalade güzel eleştiriyorlar... Miss Bala da, ülkesinin içindeki kimi "gözden kaçmayacak" aksaklıkları, olduğu gibi ele almasıyla son derece yürekli bir film.

*Başta da söyledim; film biraz taraflı bir yandan ele alıyor konusunu. Meksika'nın o dönemki psikolojisini tabii bilemiyorum. Eğer yönetmen, senaristler, yapımcı filmi Laura'nın haklı olduğunu ve bir hiç uğruna güçler savaşının kurbanı olarak hapis yattığını düşünüyorlarsa, muhakkak bir bildikleri vardır. Ancak yine de bir "kontrafilm" görmedikçe, Laura'nın tam anlamıyla haklı olup olmadığını bilemeyeceğiz. Haklı ya da haksız, ülkenin sanatçılarının, hiçbir çıkarları olmadan -diye varsayalım-, Laura'nın arkasında durmaları, bence salt filmi ilginç kılabilecek bir ayrıntı...

*Döneme ait Meksika gazetelerinde yaptığım bir araştırmadan çıkan sonuçlar şöyle: 

  • Laura 15 yaşına kadar hala Barbi'leriyle oynayan, son derece naif bir kızmış.
  • "Ben büyüdükçe fiziğimi gören eş-dost-akraba, bana muhakkak bir güzellik yarışmasında şansımı denemem gerektiğini söylüyorlardı; ancak benim istediğim yegane şey o dönem; arkadaşlarımla güzel vakit geçirmek, derslerim ve genel olarak okuldu."
  • "Okulum bitince diplomamı anneme götürdüm ve ona şöyle dedim: 'senin benden beklentini gerçekleştirdim, şimdi sıra kendi beklentilerimde'... Bana bağırdı, avazı çıktığı kadar cırladı. Bana "nasıl gidersin, o koca şehirde seni paramparça ederler" dedi, ben de ona ondan izin istemeye gelmediğimi, sadece yapmak istediğimi yapacağımı söyledim."
  • Laura ailesinden birisinin ölmesinden ve ciddi hastalıklardan çok korkuyormuş.
  • En sevdiği kitap ise: "Paolo Coelho'nun Simyacı'sı"...


*Slumdog Millionaire furyası Türkiye'de de esiyordu ki sinemadan anladığını bildiğim bir hocamla filmin muhabbetini yaptık. Kendisine filmi nasıl bulduğunu sorduğumda: "Hollywood tarzı buldum," demiş ve eklemişti: "oysaki sonu daha gerçekçi olabilirdi... Mesela son sahnede asıl çocukla, asıl kız öpüşürler, kamera uzaklaşır ve Hindistan'ın o zavallı halinin bu iki gencin birbirlerine kavuşmalarına rağmen sürdüğünü gösterir yönetmen. İşte o zaman bu, gerçekçi bir film olurdu..."

Çok doğru. 

Miss Bala'nın sonunda da keşke herkesin şu cümleyi kurabileceği bir sahne olsaydı: "Laura hapse düştü ama iş bitmedi, sefalet ve de zalim hükumet ilişkileri devam ediyor. İşte bu manken kızların da geleceklerinde, Laura'nınkine benzer bir hayat var..."

The Rum Diary


The Rum Diary-2011


Çok değil birkaç ay evvel Barselona'da bir evde, hayatımın en mutlu günlerini yaşıyordum. Çok yakın bir arkadaşımla günümüzü gün ediyorduk. Küçük bir odada sürekli çay içiyor, arada bir "Allah aşkına şu çay bizim memleketin çayına benziyor mu?" diye hayıflanıyor, bir süre sonra sanki sövdüğümüz o çay değilmiş gibi mutfağa gidip bir bardak daha dolduruyor, içiyor ha içiyorduk.

Yine o günlerden birinde, yine başbaşa, The Rum Diary'yi izledik. Güzel Karayip görüntülerinde kendimizden geçtik, filmin hikayesinde kimi zaman kendimizi buluverdik.

O filme ve o filmin bana hatırlatabileceği her şeye birkaç ay uzak kaldıktan sonra, geçen gece bu sefer başka bir arkadaşımla izledim The Rum Diary'yi.

Yine etkilendim, yine yaza gittim, yine mutlulandım -Yaşar Kemal'in deyişiyle...

'Başarısız bir yazar, keyfi yaşayan bir gazeteci!'

Bu tanıma uyan bir kimse -şayet alabiliyorsa- soluğu nerede alır? Tabii ki Karayip'lerde!

Paul Kemp (Johnny Depp) alkolik bir gazetecidir. Roman yazma hayali kurar, ancak kendi deyişiyle "roman yazmak için gereken o ses" onda yoktur. Hem içkiyi sevdiğinden, hem de bir değişiklik olsun diye belki Porto Riko'ya gider. Orada bir gazete vardır bünyesi altında çalışabileceği ve tabii bolcana da rom.

1960'lı yıllarda Porto Riko'daki Amerikan emperyalizmini konu alır aslında film. Ya da tam olarak böyle mi söylemek gerekiyor bilmiyorum; çünkü film bir oraya, bir buraya atlayıp duruyor. Bir konu karmaşası yok değil. Ama bunu hemen eleştirmiyorum; çünkü Porto Riko'nun bu sürprizlerle dolu endamına bir gönderme amaçlı da olabilir bu yapı...



Johnny Depp'in çalışmak için gittiği gazete, aslında en basit haliyle "sayfaları dolduralım yeter" kafasındadır; "burada zaten birçok dert var, öyle haberler yapalım ki, insanlar kendilerini mutlu zannetsinler, buraya Amerikalı'lar akın etsin, sömürebildiğimiz kadar sömürelim!"

Johnny Depp de aslında başta bu bakışa pek sitem etmez. Bir sayfa astroloji yazıları yazmaktır görevi; tabii ki sallapati cümlelerden kurulu yazılardır bunlar. Yine aynı amacı güden; insanların mutluluğu, sıkıntısız dünyası, tozpembe hayatları... vb. Etliye sütlüye karışmaz yani. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın misali... Hatta öyle ki Johnny Depp bir ara bu emperyalist zincirin bir halkası haline gelmekle bile karşı karşıya bulur kendini.

Batman-The Dark Knight'taki Harvey Dent rolünden tanıdığımız Aaron Eckhart, Porto Riko'ya gelmiş, oradaki hem hükumetten, hem de ordudan destek alan bir iş adamıdır. İsteği Porto Riko'daki tüm bakir sahilleri, tüm ufak cennet adaları özelleştirmek ve zenginlerin emrine amade etmektir. Bunun için de toplumun dizginlerini ele alacak, toplumu bu fikre ısıtacak bir gazeteciye ihtiyacı vardır. Bu gazeteci de anlaşılabileceği gibi Johnny Depp'in ta kendisidir.



Peki Johnny Depp bu işe olur verecek midir? Johnny Depp, yani Paul Kemp bu işe he dese de, acaba hayat Johnny Depp'in takınacağı tavırda, yer alacağı tarafta etkin bir rol oynayacak mıdır?

'Birkaç not.'

* Filmin gırgır bir film olduğu doğru. Birkaç sahnede gülmekten karnınıza kıramplar girebilir. Ama mucize bir son bekleyen ve aksi takdirde filmin boş bir film olduğunu düşünecek sinemaseverler, filmi hiç izlemesinler.

* Arkadaşımın tanımı, filmdeki "kadın"(!)ı benim anlatabileceğimden çok daha iyi anlatıyor. Chenault rolündeki Amber Heard için: "Bir melek nasıldır diye sorsalar, cevabım kesinlikle; 'içini bilemem ama dışı Amber Heard'a benziyordur olsa olsa!' olurdu..."



* Giovanni Ribisi, alkolik ve sapık (bunu boş zamanlarında Hitler köpeğinin konuşmalarının toplandığı bir plak dinliyor ve içki içiyor oluşundan anlıyoruz) bir gazeteci karakterini canlandırıyor. Neden bilmiyorum ama bu herifin ismini ne zaman bir filmin kadrosunda görsem, hemen o an mutlu birkaç saat geçireceğimi şıp diye anlıyorum.

* Filmin kadrosu için önce Brad Pitt, Benicio Del Toro, Josh Hartnett ve Nick Nolte'un isimleri geçmiş... Acaba bu aktörlerin filmde olması halinde neler neler değişirdi?.. Haksızlık etmeyelim: Johnny Depp yine "ben dünyalar yakışıklısıyım" kaygısı gütmeden, harika bir performans sergiliyor...

*Bu filmden anlıyoruz ki 60'lı yıllarda Porto Riko'da da ABD emperyalizmi kol geziyormuş... Bugün olup bitenleri yadırgamadığımız gibi, yarın olacaklara da pek öyle hayret etmeyelim.



*Yarın birgün bir barım olursa, ismi kesinlikle "CAFE CABRONES" olur... 

Never Let Me Go


Never Let Me Go-2010

Birkaç ay evvel İstanbul Yapı Kredi Yayınları kitabevinde annemle birlikte anneannem ve teyzem için kitap bakıyorduk. Raflar arasında dolanırken annem benden kendisine anneannem için bir kitap önermemi istedi. Murat Belge, Şerif Mardin ve Gündüz Vassaf'ın katılımcılığını yaptığı bir NTV programında Murat Belge'nin Kazuo Ishiguro'nun 'Beni Asla Bırakma' isimli kitabını övdüğünü duymuştum. Murat Belge'nin İletişim Yayınları'ndan çıkmayan bu kitabı övmesi, bana çok ilginç gelmişti. Yapı Kredi'den boş kitap yayınlanmayacağını bildiğimden de, kitabın ismini hemen bir köşeye not almıştım. Kitabevinin rafında Kazuo Ishiguro'nun 'Never Let Me Go'sunu görünce de hemen anneme döndüm ve "bunu al anne, anneannemin hoşuna gidebilir" dedim. Annem kitabı aldı ve anneanneme hediye etti. Tam bir kitapkurdu olan anneannem  kitabı okudu ve çok kısa zaman sonra, tıpkı Ayn Rand'ın 'Yaşamak İstiyorum' kitabı gibi Ishiguro'nun 'Beni Asla Bırakma'sı da ailemin fertleri arasında elden ele dolaştı ve hem konusu, hem de kitabın üslubu aramızda tartışılır oldu. 

Kitabın bir de filmi varmış...

'Konu itibariyle: Sarsıcı.'

Filmin üç tane başkarakteri var: Kathy (Carey Mulligan), Tommy (Andrew Garfield) ve Ruth (Keira Knightley). Bu üç karakter, İngiltere'de olduğunu anladığımız bir kır okulunda eğitim görürler. İlk sahnelerde izleyici bu okulda görülen eğitimin bildiğimiz sıradan eğitimlerden bir parça farklı olduğunu anlar, ancak farklılığın neye işaret ettiği filmin anca ilerleyen sahnelerinde ortaya çıkacaktır. 

Kathy Tommy'e aşıktır. Tommy de Kathy'e ilgi gösterir ancak Ruth, her ne kadar Kathy'nin dostu da olsa Tommy'e sırnaşır ve Tommy'yi Kathy'nin elinden çalar. Kathy bu duruma yıllar boyunca ses etmeyecektir.

Birkaç sahne sonra ortaya çıkar ki; bu üç çocuk da, yıllardır süregelen zalim bir zincirin halkasıdırlar. Dünyaya gözlerini içinde açtıkları okul; toplumun hasta insanlarına organ nakli yapabilecek donörler yetiştiren bir kurumdur aslında. Ve Tommy, Ruth, Kathy ve onlarla beraber yüzlerce çocuk, aslında klonlama yöntemiyle oluşturulmuş kurbanlardır. 

Çocuk akıllarıyla bunun pek de farkında olamayan bu üç arkadaş, büyüdükçe ve başka başka duygular tattıkça, hayatın aslında ne kadar vazgeçilmez olduğunu fark edecekler ve kendilerinden habersizce yazılmış talihleriyle barışamayacaklardır. 

Böyle gelmiş böyle gider kabullenişiyle ve yıllardır tıkır tıkır işleyen bir dişlinin parçaları olmaları sebebiyle ses edemeyen bu üç genç, seneler sonra karşılaşırlar. Ruth o genç yaşında birkaç kez organ bağışı yapmıştır ve perperişan haldedir. Tommy de tıpkı Ruth gibi birkaç organ bağışı yapmıştır fakat onun vücudu Ruth'a göre henüz tam anlamıyla direncini kaybetmemiştir. Bir organ bağışı daha gerçekleştirdiği takdirde tam anlamıyla çökecek olan Ruth, artık Tommy'yi görmüyordur ve ilişkileri sonlanmıştır. 

Kathy ise iki arkadaşından farklı olarak henüz hiç organ bağışı yapmamıştır ve içinde Tommy'e dair hala büyük bir aşk beslemektedir. 

Yıllar sonra karşılaşan bu üç genç, dert ve hüzün içerisinde bir gün sahilde otururlarken ortaya çıkar ki Ruth'un canını sıkan tek şey, kısa süre sonra ölecek olması değildir; yoksa yıllar yıllar evvel en yakın iki arkadaşının yaşayabilecekleri ilişkilerini engellemiş olmaktır. 


Onlara yaptığı bu kötülüğü itiraf eder ve cebinden bir kağıt çıkararak hiç birlikte olamamış iki arkadaşına şu cümleleri kurar: "bu kağıtta bir adres var, o adrese gidin ve birbirinizi sevdiğinizi oradakilere kanıtlayın. Bu size fazladan birkaç yıl kazandıracaktır. Ben sizin beraber geçirebileceğiniz yılları sizden çaldım, şimdi sizden çaldığımı size geri verebilmek istiyorum..."

Bu cümleden sarfettikten birkaç gün sonra ölen Ruth'un ardından Kathy ve Tommy ne yapacaklardır?..

'Çeviriden yol almak.'

Çeviriden yol almak gerekirse ortaya ilginç sonuçlar çıkıyor:

Alman'lar filme: "Alles, was wir geben mussten" demişler; yani "Verebileceğimiz Ne Vardıysa..." gibi bir şey.

Fransız'larsa "Auprès de moi toujours"; yani "Her Zaman Yanıbaşımda"...

Filmin farklı ulusları aynı gönül bam telinden etkilediği belli.

'Hayat Akıp Gidiyor.'

Hayat akıp gidiyor. Hatalar yapıyoruz ama dön bak. Ne görüyorsun? Senden öncekiler ne gördüler? Koca bir hiç. İki günlük dünya, diyorlar ya... Bence daha da az.

Ölüm döşeğinde de olsan, artık her şey için çok geç olduğunu da sansan, özür dilemek için ve bir şeyleri düzeltebilmek için "en azından çabalamaya" her zaman vakit vardır. Gönül rahatlatmak başka şeydir, gönlünü rahatlatmak için çabalamak başka. Amaçla yetinebildiğin zaman, sonuç da değişiverir.

Filmin en büyük mesajı bu bence: pişman olmaktansa, en azından elinden geleni yap. Hayat boyu yaşayabileceğin tüm mucizeler, senin mucizelere inandığın gün rotana koyuluverirler. Farkındalık, bunun için ilk adım.

15 Eylül 2012 Cumartesi

La femme du Vème


Dünyanın bütün bunalımlı edebiyatçılarını toplayan ülke Fransa olmayabilir ama şehir kesinlikle Paris'tir. La femme du Vème de bu tezi kanıtlar nitelikte.

Douglas Kennedy-The Woman in the Fifth

Tom Ricks -Ethan Hawke- yalnızca bir tane roman yazmış  ve belli sanat çevrelerince tanınan bir ABD'li yazardır. Filmin henüz ilk sahnelerinden de anlaşılacağı gibi sorunludur ve gerilime meyyaldir. Geçmişte şiddet uyguladığı, çocuğunun annesi Fransız karısının peşinden Paris'e gider ve çocuğunun peşine düşer. Yasal olarak bu mümkün değildir; Avrupa'da ve genel olarak Batılı ülkelerde pek meşhur olan "bilmem kime, bilmem kaç metreden fazla yaklaşamazsın" kararı çıkmıştır hakkında ve buna göre ayağını denk alması gerekmektedir. Fakat, nasıl diyelim, hayat onu birazcık zorlar. Daha ilk günden bavulunu, içindeki tüm parasıyla birlikte çaldırır. Tipik bir yazar gibi bunalımlı bir şekilde "pekala, ben de bir süre bulduğum ilk işte çalışır, para kazanırım öyleyse" der ve bu gayesine Paris'in "banlieue"lerinden birinde ulaşır. Mustafa adlı bir Müslümanın pek de tekin olmayan otelinde kalmaya, karşılığında da Mustafa'nın isteği üzerine ne idüğü belirsiz bir yeraltı deposunda, kamera görüntülerinden ön kapıya kimlerin geldiğini izlemeye başlar.

Mustafa, Tom'u, otelde bedavaya kalması karşılığında çalışacağı yere, loş bir depoya götürür, bir küçük odaya sokar ve deponun kapılarına konulmuş kameralardan gelen görüntülerin oynatıldığı televizyonların önüne oturtur, ardından kapıyı arkalarından kilitler. Ve Mustafa, Tom'a şöyle der:

-"Çok basit bir iş aslında... Her gece saat on'da buraya geleceksin ve kapıyı kilitleyeceksin... Kapıyı kilitledikten sonra buraya oturacaksın ve altı saat boyunca ne istersen yapacaksın... Ama gözünü ekrandan bir saniye olsun ayırmayacaksın... Eğer ekranda tehlikeli birini görürsen 4-5 tuşlarına basacaksın. (Önündeki kumandayı işaret ederek) Böylece yan odadakileri uyarmış olacaksın... Eğer birisi kapıyı çalacak olursa 2-3 tuşlarına basacaksın, ardından 'evet?' diyeceksin... Eğer kapıdaki tanıdığımız biriyse sana 'Bay Monde'u görmeye geldim' diyecek, sen de kapıyı açacaksın... İşte bu kadar basit! Ve bu iş için gecede elli euro alacaksın..."


Çaresizlik içinde işi kabul eden Tom Ricks, anlatılanlardaki kör noktaları aydınlatmaya çalışır soru sorarak, ancak Mustafa onu asla yanıtlamaz. Sadece ona "bu seni ilgilendirmez, eğer otelde bedavaya kalmak istiyorsan ve gecede elli euro kazanmak istiyorsan bu işi yapmalısın ve asla geri kalanını merak etmemelisin. Kapıyı açıp dışarı çıkacak, burada olup biteni anlamaya çalışacak olursan sonun kötü olur. Bunu ikimiz de istemeyiz" der, kendinden emin bir tonla. 

Tom işe başlar. Arda kalan zamanında da yazı yazar ve küçük kızını görmeye çalışır. Zaman böyle geçer. Ancak Tom'un içindeki şiddet yavaş yavaş uyanacaktır ve hikaye bambaşka noktalara, bambaşka mecralara yönelecektir.


'Notlar...'

-İtiraf edelim: film bir parça yavaş ilerliyor. Eğer bu tip Avrupai filmleri seviyorsanız sorun yok, ama şayet sürekli gerilim, heyecan, entrika bekliyorsanız, şimdilik filmi düzgün bir rafta bekletin.

-Ethan Hawke gerçekten şaşırtıcı bir aktör. Hep farklı şeyler deniyor ve belli ki Avrupa'yı çok seviyor. Avrupa'da geçen birkaç tane filmini sayabilirim. Üstelik Fransızca'yı da bir ABD'liye göre hiç de fena konuşmuyor. Dolayısıyla "saygı." Ayrıca... 42 yaşındaki bu aktörün Uma Thurman'ın eski kocası olduğunu öğrenmek beni hiç şaşırtmadı. 

-Filmin konusu her yöne çekilebilecek türden. Tamamen bir gerilim, tamamen bir aşk, tamamen bir psikolojik  eser yaratılabilirdi bu metinden. Oysa Polonyalı yönetmen bu filmi edebiyatseverler için yapmış adeta. Metnin edebi yönüne tamamen sadık kalmış gibi görünüyor. Pawel Pawlikiowski'nin edebiyat sevdiğini 1992 yılında çektiği belgesel film Dostoevsky's Travels'tan da anlayabiliriz.

-Evet, Paris bu! Bulutlu, yağmur yağdıracağım fake'leri atan ve sürekli olumsuz... Sevenlerine selam olsun, sevmeyenler bendensiniz!..

14 Eylül 2012 Cuma

Les Infidèles


'Jean Dujardin' ve 'Gilles Lellouche'

Geçen kış küçük bir Fransız şehrinden Paris’e doğru trenle yola çıkacaktım. Elimde ufak bir el... Biletimi önceden almıştım ve tren garına tam vaktinde varmıştım. Aklımdakine göre trenim kalkacaktı ve Paris-Paris Austerlitz tren garına inecektim. Oradan da yalnızca bir kez yeraltı treni değiştirerek şehrin kuzeyine, Charles de Gaulle havaalanına varacaktım. Yetişmeye çalıştığım uçak 18.15’te kalkıyordu ve benim en geç yarım saat evvelinden havaalanında hazır beklemem gerekiyordu. Bu sebepten küçük Fransız şehrinin tren garına erken geldiğim, biletimi erken bir saate aldığım ve Paris’e erken varacağım için seviniyordum. Erkenciydim yani... Fakat bilmediğim; Fransa toprağına ufacık bir kar tanesinin düşmesiyle tüm taşıtların kalkış saatlerinin şaştığıydı… 

Sonuç: trenim üç saat rötar yemişti ve güneyime gidecek, kuzeyden kalkacak uçağa yetişme ihtimalim neredeyse kalmamıştı… 

Biraz bıkkın, bir eski bankın üzerine oturdum. Hava çok soğuktu. Kabanımın cebine ellerimi soktum ve içimdeki sese kulak verdim. Çok garipti. Açıklayamayacağım bir sebepten trenimin kalkmasını istemiyor gibiydim. Bu his beni ayılttı, sanki bir anda görünmez iki el yüzüme soğuk su çarpmıştı ve ben işte öyle doğruldum. Düşündüm sonra: “bu uçağın kalkmasını neden istemiyorum?” diye… Bilemiyordum. Cevap bulamıyordum. Ama içimdeki şeytani haylaz hazza da kulak tıkayamıyordum. 

Bu çok aptalca, dedim sonra ve kafamı dağıtmak için bir gazete bayisine girdim. Karşıma ilk çıkan dergiyi cebimdeki bozukluklarla aldım ve az evvel oturuyor olduğum banka geri döndüm. Derginin kapağına baktım ve bir sinema dergisini elimde tutuyor olduğumu fark ettim. “Güzel” dedim, ‘Cahiers du Cinema’dan sonra ilk defa bir popüler Fransız sinema dergisi okuyacağım, bu kafamı dağıtır zannedersem…” 

Öyle de oldu. Derginin kapağında iki tane zıpır adam vardı, smokinler içinde ve çapkın oldukları her hallerinden belli. Filmin ismi de ‘Les Infidèles’; yani ‘Sadakatsizler’. İlginç olmalı, diye iç geçirdim, muhakkak bir gün izlerim.” 

Paris’e gittim, kuzeye geçtim, uçak kalktı, ben ağladım, aylar sonra Türkiye’ye geldim ve ‘Les Infidèles’ isimli filmi edindim. Sonuç? İyilik sağlık…

***

2012 yapımı Fransız filmi 'Les Infidèles', en iyi erkek oyuncu dalında Akademi ödülü sahibi (2011) Jean Dujardin ile Gilles Lellouche'un hem yazıp, hem yönetip, hem de oynadığı matrak bir film. 

İsminin de gayet iyi anlattığı gibi günümüzde yaşanan türlü türlü aldatma ve çapkınlık hikayelerini konu alan bu Fransız filminin en önemli yanı; toplamda yedi ayrı yönetmenin elinden, farklı farklı bölümler halinde çıkması. Yani 1 saat 43 dakikalık bu film aslında tek bir hikayeyi değil, birçok hikaye üzerinden tek bir konuyu anlatıyor. Küçük küçük skeçlerle, aslında tek bir film oluşturulması gibi düşünülebilir. Bir skecin bir sonrakiyle anlatmak istenilen dışında hiçbir ortak noktası yok. Tamamen birbirinden ayrı ilerleyen küçük hikayecikler, bir araya geliyorlar ve işte 'Les Infidèles'...

'Filmin hikayesi.'

'Gilles Lellouche' kendisini iş üstünde basan karısına
 suçsuz olduğunu ve bu kadının buraya nereden geldiğini
 bilmediğini söylerken.
Jean Dujardin bundan iki yıl evvel Gilles Lellouche'u aramış ve ona aklındaki bu projeden bahsetmiş. Fikre tapan Gilles Lellouche ile Dujardin bir araya gelmişler ve henüz küçük bir fikir halinde olan projeyi olgunlaştırmışlar. 

Dujardin filmi oluştururken 63 yapımı İtalyan filmi I Mostri'den feyz almış. Bu film de tıpkı 'Les Infidèles' gibi skeçlerden oluşuyor ve yapım tarihi de göz önünde bulundurulursa kendi türünün ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçiyor. 

'Notlar...'

-Fransız sineması küçük hikayelerin bir araya gelmesiyle oluşan 'omnibus film' ya da 'antoloji filmi' diye isimlendirilen filmlere havuzunda yer vermeyi sever. Zira 2006 yılında çekilen Paris, Je t'aime de işte böyle bir filmdi. Ama sadece Fransız sinemasıyla sınırlandırmayalım bu omnibus film anlayışını.  Öyle ki, üç meşhur yönetmen Michelangelo Antonioni, Steven Soderbergh, Wong Kar-Wai'nin Eros üçlemesi de bir omnibus film olarak değerlendirilebilir. 2004 yılında çekilmiş bu filmin içerisindeki üç bölüm yönetmenlere taksim edilerek çekilmiş ve film böyle oluşmuş: 

Michelangelo Antonioni - The Dangerous Thread of Things; Steven Soderberg - Equilibrium ve Wong Kar-Wai - The Hand... 

Fakat omnibus filmlerin bir sıkıntısı var: hikayeler kimi zaman birbirinden kopuk olabiliyor. Öyle olunca da film dağınık oluyor. Les Infidèles'de böyle bir sorun yok; ancak burada da hep aynı sözü, farklı farklı hikayelerle söylemek var. Böyle olunca da ister istemez hikaye kabak tadı veriyor...

-Filmde yalnızca iki skeçte görünen Guillaume Canet, hayranları için güzel bir sürpriz.

-Filmdeki kimi espriler, insanın karnına ağrılar sokabilecek düzeydeyken, kimi espriler sadece insanı 'gülümsetiyor' ve içten içe insana "pekala, sanırım daha düzeyi yüksek bir mizah anlayışı aranabilirdi" dedirtiyor... Sanırım yelpaze geniş tutulmak istenmiş.

-Jean Dujardin ile Giles Lellouche'un oyunculukları bence fevkalade iyi. Hele ki Brice de Nice (2005) filminden sonra Jean Dujardin'in geçirdiği evrime tanıklık etmek benim açımdan hayretler uyandırıcı düzeyde şaşırtıcı ve tabii kendine hayran bırakıcı... 

Utangaç Gilles Lellouche ve Jean Dujardin ABD'de bir otelde...
-Jean Dujardin'in ülkemizde de pek meşhur olan 'Bir Kadın Bir Erkek' dizisinin Fransız versiyonunda rol aldığını biliyor muydunuz? Merak edenler için "Un Gars, Une Fille"...

-Jean Dujardin'in en iyi erkek oyuncu Oscar'ını almasını benim ve sinemayla ilgili bir Fransız'ın üzerinde yarattığı etkiyi merak eden Türk, Şafak Sezer'in yarın Oscar aldığını hayal etsin yeter...

-Gilles Lellouche, Jean Dujardin, Guillaume Canet, Romain Duris, Marion Cotillard, Audrey Tautou, François Damiens, François Cluzet son dönem Fransız sinemasının önde gelen ve sinemayı ileriye taşıyan isimleridir. Bu oyuncuların filmlerini kaçırmayın. O veya bu şekilde size dokunur. 

-Bir öneri: izlemeyenlere 'Les Petits Mouchoirs' 2010 filmi şiddetle tavsiye edilir. 

'Son cümle...'

Les Infidèles filminden büyük bir cevap beklememek lazım; gitmek, izlemek, kafa dağıtmak lazım.


State of Play


"Sen yalnızca gerçeğin peşindesin. Gerçeği bulana kadar benimle işin. Buna engel olamıyorsun; çünkü sen busun. İkiyüzlünün tekisin. Benimle ilgilendiğin falan yok. Buraya gelişindeki tek amaç, haberinin eksik kısımlarını tamamlamak istemen. Sana güvendim. Sen benim arkadaşımsın! Ya da arkadaşım olmalıydın..."

(Amerikan Kongresi üyesi Stephen Collins, ülkenin gündeminde olan ve birinci dereceden ilgisinin bulunduğu bir konu hakkında üniversiteden arkadaşı deneyimli gazeteci Cal McAfrey'e çatıyor...)


2009 Amerikan-İngiliz-Fransız ortak yapımı State of Play, her şeyden önce gazetecilerin hayatlarını nasıl tamamıyla mesleklerine adadıklarını, bir nevi meslekleri olup çıktıklarını ve geride kalan ne var ne yoksa yakıp yıktıklarını, doğru düzgün bir hayatları dahi olmadıklarını anlatıyor. Sonra tabii bir de hikaye var. Ama nedense filmin o kısmı benim pek ilgimi çekmedi.

'İlgilenenler için... Ufak bir künye.'

İsim? State of Play... 

Yönetmen? Kevin Mcdonald... 

Kendisini nereden tanıyoruz? The Last King of Scotland (2006), Touching the Void (2003), The Eagle (2011) gibi meşhur filmlerin 28 Ekim 2967, İskoçya doğumlu yönetmeni. Ayrıca One Day in September (1999) belgesel filmiyle de Akademi Ödülü kazanmış.

Başrollerde kimler var? Russel Crowe, Rachel Adams ve Ben Affleck ilk göze çarpanlar ama tabii beri yandan Hellen Mirren ve Jeff Daniels'ı da unutmamalı...

Ne anlatıyor peki film? ABD'nin gelecek başkanlarının neredeyse yıllar öncesinden bilindiği ve ülkenin belli kimselerinin bu 'geleceğin başkanlarını' yetiştirdiği, göreve hazırladığı söylenir. Bunun birçok ABD filminin konusu olduğunu dikkatli sinemasever şıp diye fark edecektir. İşte bu filmin de bir 'geleceğin başkanı' adayı var: Amerikan Kongre Üyesi genç, eli-yüzü düzgün ve zeki Stephen Collins. (Karakteri Ben Affleck'in canlandırıyor olması, verdiğim tüm o sıfatlarla her ne kadar ters düşse de, benim suçum değil...) 

Her şey olağan seyrindeyken, bir gece hırsızlık yapan bir berduş başından vurularak öldürülür; aynı gece Stephen Collins'in metresi 've' asistanı Sonia Baker da metro istasyonunda tam tren gelecekken raylara itilir ve o da feci bir biçimde can verir. Bu iki cinayetin önce birbiriyle bir ilişkisi olduğu düşünülmemektedir. Zira basının ilgisini de bu cinayetlerden çok bir Demokrat Parti'nin geleceği olarak bakılan bir kongre üyesinin karısını aldatması daha çok çeker.

Bu iki cinayet arasındaki bağlantıyı ortaya çıkarmak ve böylece ABD seçim sistemindeki aksaklıkları göz önüne sermek de tamamen Cal McAffrey'e, yani Russel Crowe'a düşer. 


'Oyunculuklar ve Filme Genel Bakış...'


Film bir BBC dizisinden beyaz perdeye uyarlanmış. Bu diziyi izlemeden Russel Crowe'un doğrudan kötü bir performans sergilediğini söyleyemeyeceğim. Bence kötü; çünkü birçok filmde gördüğümüz Russel Crowe'dan pek bir farkı yok... Ama yine de sanırım eğer diziyi de izlersem, daha gönlü ferah bir biçimde karar vermiş olurum; çünkü metin hakkında daha çok bilgiye sahip olurum. 

Hellen Mirren zaten iyi bir oyuncu, kendisini zorlayacak bir karakteri de canlandırmıyor. Orta şekerli diyebilirim...

Ben Affleck... Tam anlamıyla bir vasatlık abidesi. Zaten oldum olası kanımın ısınamadığı aktörlerin başında gelir, bu filmde de karakterine ne fiziki açıdan uyuyor, ne de hal-tavır, oyunculuk kalitesi olarak.

Ama tekrar ediyorum: metne tam anlamıyla hakim değilim. Filmin bana hissettiklerinden yola çıkarak yazıyorum.

Russel Crowe'un rolü için önce Brad Pitt ile anlaşılmış, ancak sonra Brad Pitt bir takım senaryo uyuşmazlıklarını ileri sürerek projeden çekilmiş. Böyle olup da filmin çekim tarihleri aksayınca, bu sefer Ben Affleck yerine anlaşılan Edward Norton da başka bir yönetmene bu aksaklıklardan doğan yeni çekim tarihi için söz verdiğinden kadrodan ayrılmak zorunda kalmış ve onun yerinde Affleck'le anlaşılmış...

Kim bilir, belki de Norton ve Pitt bu filme bambaşka bir heyecan katabilirlerdi...


Bir de tabii: hepimizin 'salak ile avanak' olarak bildiği 1994- Dumb and Dumber'dan sonra büyük bir evrim geçirerek The Newsroom dizinde başrol oynayan Jeff Daniels için "nasıl oluyor da böyle ciddi bir yapımda kendisine iş buluyor?" sorusunu soran herkese bu filmi izlemelerini öneririm. Bazı taşların yerli yerine oturması için sanırım bu gerekli...

'Neden State of Play?'

Birkaç ay evvelin Milliyet Sanat'ında "gazeteciliğe dair filmler' diye bir haber okudum. Sekiz-on filmlik bir liste vermişlerdi. Üzerine hiç düşmediğim, hiç ilgilenmediğim ve kendisine hiç destek olmadığım bir tanıdığıma sürpriz olsun diye bu filmlerin hepsini edindim ve bu tanıdığıma özel bir Ukde Sineması arşivi yaptım. Onu bir şekilde yakalayabilirsem, bu filmleri kendisine izletecektim... Bu 'gazeteciliğe dair filmler' serisinin ilk filmini kendisiyle izleme fırsatı bulamadım ne var ki, geri kalanını da kendisiyle birlikte izleyeceğimi zannetmiyorum. Olsun...

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Mientras Duermes


"Mutlu olmak. İşte benim sorunum tam da bu: ben mutlu olamıyorum. Hiç olmadım. Başıma güzel şeyler geldiğinde bile. Öyle zannediyorum ki doğumumda bana bu kapasite bahşedilmemiş. Kör ya da sağır olmak gibi bir şey işte. Ama sanırım benim durumum daha beter. Her sabah uyandığınızda bir motivasyonunuzun olmadığını fark etmeniz çok kötü bir şey. Ve bana iyi gelen tek şey; başkalarının mutsuz olduğunu görmek. Ve inanın, bu uğurda elimden gelen gayreti sarf ediyorum."

Mientras Duermes-2011, İspanya

2011 yapımı İspanyol filmi Mientras Duermes'i anlatmak için, şu yukarıdaki cümleleri sırasıyla ve tane tane okumak yeter de artar bile.
***
Başrolde También la Lluvia ve Celda 211 filmlerinden tanıdığımız başarılı aktör Luis Tosar, yönetmen koltuğundaysa adını yeni duyduğum Jaume Balagueró var.
***
Oldum olası insanın varoluşsal sorunlarına yoğunlaşan filmleri sevmişimdir. Hepimizin onda-bunda, gazetelerde-televizyonlarda, şarkı sözlerinde-filmlerde, kimi zaman da kendimizde "gördüğümüz" sorunlardır bunlar. İtiraf ederiz yahut edemeyiz bu sorunlarımızı ama biraz düşündüğümüzde biliriz ki bu sorunlar tüm hacimleriyle var ve var olmaya da devam edecekler.
*** 
Film, "sürekli mutsuz" bir apartman görevlisinin hayatını anlatıyor. Lüks bir apartmanda kapıda bekleyen ve apartmanın genel işleriyle ilgilenen bir adam César. Annesi ağır hasta, konuşma yetisini yitirmiş. Ona baktıkça mutsuzluğuna mutsuzluk katan César'ın tek tesellisi; etrafındaki insanların da kendisi gibi mutsuz olması. Bir çeşit "madem ben mutsuzum, o vakit herkes mutsuz olsun!" siteminin, insanları gerçekten mutsuz etme potansiyeli olan bir adamda tezahür etmesi durumu.

Apartmanın görevlisi olmasından mütevellit, César'da tüm dairelerin kapı anahtarları vardır. Ve bu anahtarlar sayesinde César, mutlu olduğunu gördüğü herkesi bir şekilde mutsuz etmeyi kafasına koymuştur.

Konuşkan ve yüzünden gülücük eksilmeyen yaşlı apartman sakini Señora Verónica (Petra Martínez), apartmanın temizliğinden sorumlu görevli kadın ve annesine yardımcı olan küçük oğlu ve hepsinden önemlisi César'ın platonik aşkı Clara (Marta Etura) cani apartman görevlisinin kurbanlarıdır.

Tüm bu saydığım karakterlerin hepsi o veya bu şekilde César tarafından mutsuz edileceklerdir ama Clara'nın başına gelenler için, bilhassa filmin muhakkak izlenmesi gerekir. Bu cümleyi filmin ismini akılda tutarak okumak gerekir: "Mientras Duermes"; yani "Sen Uyurken"...

César'ın insanları mutsuz etmek için onlara doğrudan fiziksel bir hasar verip vermediğini buradan söylemek olmaz, ancak kendine has bir yöntemi olduğunu en azından söyleyebilirim sanırım.

Bu yöntem kuşkusuz bir kişinin sadece fiziksel değil aynı zamanda moralman da mahvedilebileceğinin bir tür kanıtıdır.
***
Tüm bunların yanında bir de bir küçük kız vardır. César, kurbanlarını tek tek mutsuz ederken, uykusundan uyanan ve César'ın yaptığı tüm caniliklere çıplak gözle şahitlik eden küçük Úrsula (Iris Almeida). Úrsula, çenesini kapalı tutacak mıdır, yoksa ne var ne yoksa bildiği anlatacak mıdır?..
***
Luis Tosar

Luis Tosar, her zamanki gibi muhteşem. Daha önceki filmlerinde başka başka kuvvetli aktörlerle esere hareketlilik kattığını söyleyebilirim ama bu filmde neredeyse tek aktör o. Ve filmi tek başına ayakta tutuyor.



***
Marta Etura ismini ise, pek parlak bir rolü olmaması gerçeğini de göz önünde bulundurursak, Celda 211'de ve de tam bir festival filmi olan AZULOSCUROCASINEGRO'da duymuştum. Her iki filmde de 1978'li bu genç Basklı aktrisin oyunculuğunu gözlemleme fırsatı bulamamış olmalıyım ki, bugün hakkında bu cümleleri yazarken sadece Mientras Duermes'teki performansını göz önünde bulunduruyorum. Çok iyi!

Marta Etura
Marta Etura'dan beklenen, kocaman gülümsemesi. Her şeye ve herkese rağmen, kocaman gülümsemesi. Aktris bu bitmek tükenmek bilmeyen mutluluk hissinin fevkalade sade ve sade olduğu için güzel bir dokunuşla  seyirciye hissettiriyor. Hem hissettiriyor, hem de mimik ve jestleriyle gülümsemesini destekliyor.

İyi oynamış olduğunu şuradan anlıyorum: canlandırdığı karakteri izlerken kendi kendime "ben bu insanı tanıyorum galiba..." dedim.
***
Mientras Duermes, bir gerilim filmi olarak, son yıllarda bilhassa gerilim filmleri temelinde pek bir zayıf olan Amerika Birleşik Devletleri sinemasına taş çıkartır cinsten.

Avrupa sinemasının Türk insanı tarafından betimlemesi "sıkıcı ve fazla anlam yüklü, durağan filmler" iken, bu filmle bir şeyler değişebilir. 2004 yılına ait Christian Bale'in başrol oynadığı The Machinist'in yapım kadrosunda Mientras Duermes'in yazarının bulunması da, tüm bu yazdıklarıma dayanak olabilir... Bir şans verin, derim.

İspanyol Basınından 'Mientras Duermes' filmine dair 'bir yorum':

Polanski kokan leziz bir film, neredeyse hiç kağıtlarını ona göre oynamamasına rağmen 'korku'yu kokluyor. (Toni García, El País gazetesi)