Source Code

20 Ekim 2012 Cumartesi

Source Code




Source Code-2011


Arkadaşlarınızla Taksim'de saatlerce içmişsiniz ve artık evlere dağılma vakti gelmiş. Eğlendiğiniz gece kulübünün otoparkında sizi bekleyen arabanıza binip eve dönmek ile, bir taksiye atlayıp eve kazasız belasız gitmek arasında kalmışsınız ve kafanız güzel. Bir süre düşünüp taşınıyorsunuz ve "aman, ne olabilir ki," deyip valeden arabanızı getirmesini rica ediyorsunuz. Gece kulübünün kapısında arabanızı beklerken bir mesaj alıyorsunuz. Size ait olduğunu bildiğiniz bu numaradan telefonunuza gelen mesaj aynen şöyle: "paralel evrendeyim. O arabaya bindiğin takdirde Barbaros Bulvarı yakınlarında feci bir kaza yapacaksın ve neticesinde de öleceksin."

Ne yapardınız?

'8 dakikalık 'bitmeyen' bir ömür...'

Chicago'ya giden bir trende açılıyor film. Colter Stevens -Jake Gyllenhaal- da bu trenin içinde, başını, dayadığı camdan sarsılarak çekiyor ve bir anda sanki içinde bulunduğu sahneye yabancılaşıyor. Karşısında eli yüzü düzgün bir kız Christine Warren -Michelle Monaghan- var. Kız Colter'a kariyeriyle ilgili bir şeyler anlatıyor ve ona sürekli 'Sean' diye hitap ediyor. Colter buna anlam veremiyor. Yanından geçen bir kadın sendeleyince Colter'ın ayağına bir parça kahve döküyor, bir süre sonra Colter bir kola tenekesinin açılış sesini duyuyor ve biletçi Colter'a biletini soruyor. 

Bütün bu yaşananlara Colter sadece şaşırıyor. Oysaki her şey son derece normal gibi duruyor.

Colter tanımadığı bu kızın karşısından kalkıyor ve soluğu lüks trenin tuvaletinde alıyor. Belki de elini yüzünü yıkamanın kendisine iyi gelebileceğini düşünüyor. Fakat aynanın karşısında onu bekleyenin bildiği dış görüntüsü değil de, bambaşka bir kimseye ait beden olduğunu görünce işler çığrığından çıkıyor. 

Kendisini alelacele tuvaletten dışarı atan Colter, Christine'i karşısında buluyor. Christine'in kendisine yönelttiği "neyin var Sean? Hiç iyi gözükmüyorsun?" sorusunu yanıtlayamadan trenin içinde bir bomba patlıyor ve tüm yolcular hayatını kaybediyor.

Buraya kadar her şey muammalı, kafalar karışık...
Colter'ın öldüğünü sanıyoruz; ancak Colter gözünü bir kapsülün içinde açıyor. Kemerlerle bir koltuğa bağlı, karşısında da küçük bir ekran var. Ekranda beliren sarışın kadın Colter'a şunu söylüyor:

"Yüzbaşı Colter, şu anda 'Source Code' isimli bir programın içinde yer alıyorsunuz. Bu sabah Chicago'a giden bir trende bomba patladı. Source Code isimli bir program geliştirdik ve bu program sayesinde paralel evrenlere yolculuk yapabilir, bu patlamayı; sadece bu patlamayı değil birçok terörist saldırıyı engelleyebiliriz. Şu anda bu görev size verilmiş vaziyette. Şimdi sizi tekrar uyutacağım ve gözlerinizi yeniden biraz evvel içinde olduğunuz trende açacaksınız. Bombanın yerini bulun ve bombacıyı belirleyin. Sadece 8 dakikanız var."

Ve Colter tekrar trende... Görev belli. Bombayı imha ve bombacının kimliğini belirleme...

'Heyecanlı ama!..'

Son dönem izlediğim hangi ABD filminin içinde bir Afganistan ya da asker kelimesi geçse, içten içten "eyvah," diyorum "yine ABD ideolojisinin emir kulu bir film..."

Fakat Source Code, bu açıdan sanki tüm bu ideolojinin dışında tutmayı becermiş kendini. 

Colter Stevens Afganistan'da görev yapmış bir asker evet, ama filmin asıl söylediği bu değil. Afganistan ise, anladığım kadarıyla sadece 'ABD'de şu sıralar görevde olan bir asker hangi ülkede olabilir?' sorusuna verilmiş 'masum(!)' bir yanıt gibi...

'Can alıcı nokta?..'

Filmin bence vermek istediği çok güzel mesajlar ve bilgiler var. Ki bu bilgiler ve mesajlar da zaten, filmin can alıcı noktalarını oluşturuyorlar. Gözüme çarpanları sıralayalım:


  1. Kafa yorduğum ve herkesin de üzerine bir parça düşünülmesini hak eden bir konu: teknoloji ile insanın çıkmaza düşmesi. Bu dediğimi keşke filmden birkaç örnekle temellendirebilseydim; ne var ki bu henüz filmi izlememişler için pek de iyi olmaz... O yüzden şöyle bir üzerinden geçeceğim, hepsi bu...               Dünya üzerinde terör arttıkça, teknolojiyle ve bilimle arası iyi olan ülkeler hemen bu terörist eylemleri engelleyecek teknolojik buluşlar arayışına giriyorlar. Bir sürü de icatlar kulaklarımıza çalınıyor, çalınmayanlar çalınanlardan fazladır bundan da eminim... Tüm bu teknolojik icatlar, adı üzerinde 'teknolojik'; yani 'teknik' olduğundan, insanla; insanın yaşayışıyla, toprağa duyduğu gereksinimle, saf, dokunma yoluyla bazı şeyleri yerli yerine oturtabilmesiyle hiç mi hiç bağdaşmayabiliyor. O zaman da ortaya koyu bir zıtlık çıkıyor. İnsan klonlamak mesela. Güzel gibi duruyor; ama bir insanın klonlanabiliyor olmasının önce başlı başına o klonlanan insan üzerinde; ardından da koca insanlık üzerinde yaratacağı etkiyi tasavvur edebiliyor musunuz? Kulağa hoş geliyor. "Ne olacak canım," deniyor, "çok çok benden bir tane daha!" Ama etraflıca düşünüldüğünde aslında klonlamak çok korkunç. Ona insanın varlığına katlanamadığımız bu dünyada, insanın kendine katlanamaması ihtimalini bir gözünüzün önüne getirsenize. Bunun eminim 'birileri' de farkındadır. Yoksa Tesla'dan bu yana, kuyu-kuzu klonlayan dünya, bir insan klonlamaz mı?                             
  2. Paralel Evren... Bu konuda bilgim maalesef çok kısıtlı. Oradan buradan kopyala-yapıştır birkaç cümleden daha derinlemesine bir ele alınışı fazlasıyla hak eden bir konu bu. İnsan bildiğini iddia ettiği konuda bilgisizse, işte anca o zaman cahil kabul edilir. Merak eden araştırsın... Benim diyeceğim o değil... Paralel Evren. Çok enteresan değil mi? İçinde bulunduğuz sersefil bir durumu aslında bir başka zaman diliminde yaşamıyor olduğunuzu ve dolayısıyla bu içler acısı durumdan muzdarip olmadığınızı bilseydiniz, olaya-hayata bakış açınız değişmez miydi?
  3. Paralel kelimesinin Öz Türkçe'sinin "koşut" olduğunu biliyor muyduk?.. Koşut, paralele göre çok daha tercih edilesi bir kelime değil mi? Koşut kelimesinin kulakta bıraktığı tınıdan çok zihinde bıraktığı imge çok daha çekici değil mi paralele nazaran? Koşut; birlikte koşan; aynı hizada hızla hareket eden gibi... Bence tercih edilesi...
  4. Eğer Paralel Evren diye adlandırılan şeyin varlığı kesinleşirse. Bulgular sabitlenirse. O zaman belki de 'sorunsuz bir dünya'da yaşarız. Soru: sorunsuz bir dünya, başlı başına bir sorun değil midir? Acının olmadığı yerde, sanatçılar ne yapar? Kötü sesin olmadığı bir dünyada, güzel sesin hangisi olduğunun ayrımına nasıl varır insanoğlu?..
  5. Film öyle diyor ki; hudutsuz hırslarımızı bir parça olsun zapturapt edebilirsek; ölmez diyeceğimiz herkesin bir gün öleceğinin gerçekten ayırdına varır, hayatımızın sonsuz olmadığını bilirsek, bazen bir gülücük bile insanı mutlu edebilir. 
'Son not...'

Filmin yönetmeninin meşhur İngiliz şarkıcı David Bowie'nin oğlu olduğunu bilmek, "hımm, bakalım Duncan Jones da babası gibi sanatta iyi işler çıkarıyor mu?" sorusunu sormaya sebebiyet veriyor. Bakın bakalım.

0 yorum :

Yorum Gönder