Soul Kitchen
Filmlerin bir zamanı vardır, buna inanırım. Bir film muhakkak izleneceği doğru zamanı kendisi seçer -hele ki bahsettiğimiz benimkisi gibi bir özel cep sineması filmiyse-. Bir bakarsınız film kendisini ortaya atmış, 'beni izle!' diye bağırıyor.
Soul Kitchen'ın da Ukde Sineması'nda gösteriminin işte böyle bir hikayesi var!
Birkaç hafta evvel bir Alman arkadaşımın Facebook sayfasında turluyordum. Zannedersem doğum günüydü. Tatlı bir 'iyi ki doğdun!' mesajı hazırlayıp 'duvar'ına yapıştırdım. Hazır gelmişken dedim, şöyle biraz gezineyim, bakayım sayfasında neler var... Bir de ne göreyim; 'en sevdiği film' bizim ülkemizin çocuğu Fatih Akın'ın 2009 yılında yaptığı son filmi Soul Kitchen!..
O zaman anladım ki şu yukarıda bahsettiğim; filmin, kendini, diğer filmler arasından bir adım öne atacağı 'sihirli an' gelmişti.
...
Küçük bir arkadaş grubu, gecenin bir vakti başladık filmi izlemeye.
Genç bir grubuz; filmin renkli başlaması, henüz ilk sahnelerden güzel müziklere yer vermesi -soundtrack albümü edinilmeye değer-, eli yüzü düzgün insanlar görmek hoşumuza gitti.
Fakat aradığımızı tam olarak bulduk mu; işte orası meçhul...
Fatih Akın 'meselesi' olan bir yönetmendir. Hikayelerinde zıplamak isteyen ve bir şekilde sistemin dışında kalma durumuna düşmüş kimseler yer alır. Bir çeşit başkaldırı sineması da denebilir denediği türe... Genelde bir başkarakter vardır; hafif başarısız, 'tutunamayan', fakat yılmamış, hala umudunu koruyan... Bu hikayede de, bu zavallı karakter Yunan Zinos Kazantsakis (Adam Bousdoukos).
Zinos'un Hamburg'ta bir lokantası var...
Zamanın birinde bir arkadaşım bana 'lokanta' ile 'restoran' arasındaki temel farkı sormuştu. Becerip de cevap verememiştim, 'fark yoktur aralarında, ikisi de aynı şey!' deyivermiştim. O ise "bence öyle değil" demiş ve eklemişti: "lokanta daha mahalle arasıdır; oysa akşam sevgilini yemeğe restorana götürürsün ve yanına lokantaya giderken aldığın paradan daha fazla alman gerektiğini bilirsin...".
O zaman bu cevap bana çok mantıklı gelmişti. İşte bunu bilerek ve o arkadaşımı anarak söylüyorum: Zinos'un sahip olduğu mekan tam bir lokanta. Fakat Zinos ne yapmaya çalışıyor? Bu lokantayı restorana çevirmek istiyor. (Bir önceki paragrafta söylediklerimi göz önünde bulundurarak)
Filmi film yapan olaylarsa başka yerde. Mesela Zinos'un sevgilisinden ya da ağbisinden bahsetmiş miydik?
Lucia Faust (Anna Bederke) Zinos'un 'zıplama yapmak' isteyen sevgilisi. İşinde bir yerlere gelmek istiyor, bunun için de önünde tek bir yol var; Şangay'da bir süre çalışmak... Lucia gidiyor ve Zinos da onun peşinden gitmek istiyor. Ancak durumlar karışık, bir şekilde lokantasını elinden çıkarması gerek, ya da 'lokantayı' 'restoran'a çevirip iyi para kazanması gerek. Birinci tercihten sonuç alamayınca ikinciye yoğunlaşıyor Zinos.
Zinos'un başını ağrıtan birinci kimse "hadi artık atla gel yanıma! Yoksa sen beni sevmiyor musun?" gibi mızmızlanmalarıyla Lucia. İkinci problem kimse ise Zinos'un hapisteki ağbisi Illias (Moritz Bleibtreu). Bir insan kardeşinin başını taa hapisten nasıl ağrıtabilir?.. Bunu film, benim burada üç-beş satırda anlatabileceğimden çok daha iyi anlatıyor.
Beri yandan Zinos'un okuldan arkadaşı Thomas Neumann (Wotan Wilke Möhring) giriyor devreye. Kendisi emlak işlerinde, tek derdi orijininde muhteşem bir mekan olan 'Soul Kitchen' isimli lokantayı satın almak ve yerini başka işlerde değerlendirmek...
Gibi... gibi...
Ve tüm bu karakterler, o veya bu şekilde Zinos'un başını ağrıtıyor. Peki Zinos ne yapıyor? O da o veya bu şekilde ayakta durmaya çalışıyor.
Film bu yönüyle pek canlı, itiraf etmek gerekirse. Biraz fazla canlı hatta! Kimi zaman öyle şeyler oluyor ki, Marquez olsa 'büyülü gerçekçiliğiyle' dahi bu işin içinden çıkamazdı, diyorsunuz...
Kimi karakterler çok fazla şişirilmiş... Kimi olaylar çok fazla abartılmış... Hele Almanya'nın nasıl bir yer olduğunu az çok biliyorsanız, ki bunu bir turist olarak dahi orada bulunduysanız anlarsınız, bu anlatılan hikayelere inanmanız mümkün değil. Onlarca kuralın tek bir bayrak direği gibi sapasağlam ayakta tutulduğu bir ülkede, Soul Kitchen'da yaşanan hadiselerin yaşanmasına imkan yok. Hele bunca belaya yelken açmış bir gencin, her türlü sıkıntının üstesinden gelme yolunda bu kadar 'şanslı' ilerlemesi hayret edilesi türden...
Gerçi bu Fatih Akın'ın dili. Buna saygı duymak lazım. Bunu anlamak lazım. Nitekim yaşanan onca 'hadi be!' dedirtecek cinsten olayın ardından, aslında o kadar da şaşırmadığınızı hissediyorsunuz. Fatih Akın bu bulutlar üzerinde gezinen küçük hikayeleri yeryüzüne indirmesini iyi biliyor.
Bir süre sonra filmin karakterleriyle kanka oluyorsunuz. Hikayeye bir yerinden dahil olasınız geliyor. Çünkü bunca sıkıntı fevkalade toz pembe bir bakış açısıyla yansıtılmış beyaz perdeye. İddia ediyorum bu hikaye eğer Çağan Irmak'a verilseydi, herkes filmden ağlaya ağlaya çıkardı!..
Gel gelelim şu Alman-Türk maçına!..
Bu maçın garip yanı; her iki tarafın da oyuncuları arasında Türk bulunması. Fatih Akın, evet bir Türk. Fakat filmin geri kalanında hiç Türk yok gibi. Birol Ünel bence çok büyük bir aktör, ama filmin toplam 10 dakikasında dahi görünmüyordur eminim. Uğur Yücel desen tek repliği ya var ya yok. En çok konuşan Türk Zinos'un kiracısı, o da bir Türk'ü oynamıyor...
Dön bak diğer tarafa, ne görüyorsun? Filmin neredeyse tüm oyuncu ekibi Yunanlardan oluşuyor. Milliyetçi bir tavırla söylemiyorum bunu. Kaldı ki kötü oynuyor denilebilecek bir oyuncu da yok filmde, ancak yavaş yavaş da Fatih Akın'ı kaybediyor oluşumuzdan dolayı üzülüyorum. Aceleci de olmamak gerek. Bu benim karamsarlığım. Belki de Fatih Akın filmlerine biraz zaman vermek gerek. Kim bilir, belki bir iki yıla tekrar güzel bir karadeniz filmiyle karşımıza çıkar, ya da bu sefer başka bir Türk yöresinden seslenir bizlere, belki de meşhur yedi tepeden ama daha içten bir filmle...
Bir öneriyle yazımı sonlandırmak istiyorum: lütfen filmi izlemeden evvel karnınızı iyice doyurun. Filmin içerisinde geçen yemek sahneleri yüzünden gecenin birinde eve pizza söylemek zorunda kaldık!.. Filmin 'Hamburg'ta geçiyor olması bile insana bir yemek çeşidini çağrıştırmaya yetiyor...
Son noktayı koyuyor ve o Alman arkadaşımın sayfasına tekrar bakıyorum. 'Soul Kitchen' hala orada, 'en sevdiği filmler' arasında... Acaba ben bir Türk olarak bu filmde ne kadar hak iddia edebilirim, acaba arkadaşım bir Alman olarak bu filmde ne kadar hak iddia edebilir?.. Sanırım güzel bir noktaya vardık: Fatih Akın 'evrensellik' denen, ülkemizin temel hasretine güzel bir dokunuş yapmış...
0 yorum :
Yorum Gönder