Le Concert

25 Haziran 2011 Cumartesi

Le Concert


İlkokul üçüncü, ya da dördüncü sınıftaydım. Beş katlı bir binanın bahçe katında, sarmaşıklarla sarılı pembe-mavi bir sınıfın içinde henüz başlayan yeni dönemin sıfır kilometre müzik hocasını bekliyorduk. Ellerimize daha çok birbirimizin kafasını yarmada kullanacağımız flütler tutuşturulmuştu ve her ne kadar "ispikçi" olmaktan utanmayan sınıf arkadaşımız en bilgiç tavrıyla bize sessiz bir şekilde oturarak 'öğretmenimizi' -bu kelimeyi kullanmayalı ne kadar olmuş!- beklememiz gerektiğini söylese de, hiç birimizin bunu umursadığı yoktu; olsaydı bir yanlışlık var, derdim zaten...

Benim tek göz saatte -flik flak'ları hatırlayan var mı?- bir yandan etrafımdakilere sataşıyorum, bir yandan da var gücümle kola kutusunu eziyorum; malum, teneffüste maç yapılacak ve sonra zaman kaybetmemek için şimdiden ben gereçleri tedarik ediyorum.

Derken sınıfa müzik öğretmenimiz giriyor. Saçlar kıvırcık kızıl, ojeler desen saçlarla uyumlu kırmızı tonlara kaymış, hafif toplu bir 'örtmen' işte... Duruyor, duruyor ve bizi bu donukluğuyla ve üzerimizde hiç üşenmeden gezdirdiği gözleriyle susturuyor; ardından da hepimizin ona ve söyleyeceklerine konsantre olduğumuzdan iyice emin olduktan sonra bomba gibi bir soruyu patlatıveriyor:

-"Alkolik bir kocanız var, fakirsiniz, altı tane çocuğunuz olmuş ve hepsi de engelli, yedinci çocuğa hamilesiniz; doğurur musunuz?"

Herkes buz!.. O kadar etkisi altına girmişiz ki sorunun, hiçbirimizin ağzından "ama hocam erkekler doğuramaz ki?", ya da "iyi de biz hepimiz zengin sübyanlarıyız; asla fakir olamayız" veyahut: "örtmenim zaten altı çocuk yapmış bir ananın yedinci çocuk donuna kendiliğinden düşüverir" gibi kafa karışıklığı belirtisi tepkiler çıkmıyor...

Örtmen birimizi seçiyor, soruyu soyutluktan somutluğa geçirmeye çalışıyor. Çocuktan, sonradan anlayacağımız üzere, tam da beklediği cevabı alıyor: "hayır örtmenim, yedinci çocuğu yapmazdım", bir başka çocuk daha: aynı cevap, bir tane daha; yine aynı cevap... Bu soru böyle beş on öğrenciyi kitliyor.

Sonuç?

Sonra hoca şöyle bir bakıveriyor sınıfa, gözleri kısıyor, avucunu yapıştırdığı masadan elleri çekiyor, kolları göğsünde kavuşturuyor ve dudaklarını sinsice kıvırarak şöyle diyor: "evet çocuklar; Ludwig Van Beethoven'ı doğurma şansını kaçırdınız..."

Eminim bu hikayeme "ve hoca, 'dersimiz burada bitmiştir' deyip sınıfı gizemli bir biçimde terk etti; hepimizi yanıtsız sorular içinde bırakarak, bize acımadan bizi bırakıp gitti ve bir daha onu, Madame Bovary'yi asla görmedik..." tadında bir son yapıştırsaydım bu hem o tombalak hocamızı, hem beni, hem de seni mutlu ederdi; ama biliyorsun ki ilk okulda ders süresi 40 dakikadır ve senin örtmen olarak "hadi hacı ben kaçar!" deme lüksün yoktur...

...

Peki şimdi, Ukde Sineması'nda "Le Concert" filmini izlemiş olan birisi niçin film yazısına böyle bir anekdotla başlar sorusuna gelelim?

Cevap basit; bu film bana niyeyse 'aile bağları', 'ailevi gizemler' ile 'klasik müzik'in arasındaki o saydam halatı hatırlattı, tıpkı yıllar önce örtmenimin bana ve bütün sınıf arkadaşlarıma anlattığı küçük  hikayenin bana aynı temaları hatırlatmış olduğu gibi...

En iyisi filme girelim:

İnsanoğlunun akıl edebildiği 'en insani' sistem olan komünizmi hepimiz biliriz. Hani şu kimilerinin "rezalet!", "berbat!", "tiksinç!" diye nitelendirdikleri 'eşit haklar ve özgürlük' fikirlerine dayanan düzen var ya, işte o. 

Birkaç defa, birkaç nadide toprak parçası tarafından denenmiş, fakat maalesef dikta rejimlerinin, baskıcı ve anti-özgürlükçü zatların eline geçince inim inim inleyerek çürümüş o kırmızı fikir; haliyle korkulacak hale gelmiş, hep yanlış anlatılmış ve anlaşılmış, kağıt üzerinde kalmış ve araştırılması sürekli engellenmiş fikir ve o fikrin kokusunu sindirdiği bir düzlemde geçiyor "Le Concert" filmi: SSCB'nin son günlerinde. Bir daha belini doğrultamayacağı hasta yatağından dünyaya bakarken anlatılıyor film.

Moskova'nın meşhur Bolşoy Orkestrası'nın şefi Andrei Simonovich Filipov (Aleksey Guskov) ekibine Yahudi sanatçılar dahil ettiği için görevinden alınır ve hayatını ancak temizlik işçiliği yaparak kazanabilir hale gelir. (Unutmayalım 20. yüzyılın ikinci yarısının en ateşli dönemlerinden bahsediyoruz)

Filipov'un içindeki orkestra şefi hiç ölmemiştir ve koca orkestrayı gümbür gümbür yönettiği günlere geri dönmek için yanıp tutuşmaktadır.

Tamamen bir tesadüf eseri Filipov'un kapısına, bu isteğini gerçekleştirme fırsatı gelir. Günün birinde Bolşoy Tiyatrosu'nun müdürünün odasını temizlerken eline bir faks geçer. Faks Fransa'dan gelmektedir ve içeriği tam Filipov'u mutlu edecek cinstendir: "Théâtre du Châtelet sizi ve muhteşem orkestranızı sahnesinde ağırlamaktan mutluluk duyacaktır!".
Böylelikle tamamen yasak olmasına karşın Filipov büyük bir suç işliyor olduğunu bile bile, bu büyük hayalini gerçekleştirmeye karar verir. Yeni Rusya'yı temsil eden orkestra yerine, kendi Bolşoy Orkestrasını toplayarak, herkesten gizli bir şekilde Paris'e gitmeye karar verir. Fransızca bilen arkadaşları sayesinde görüşmeler yapılır, aranan şartlar yerine getirilir ve genellikle Romanlar'dan oluşan bir orkestrayla birlikte Filipov kendini Paris'te bulur. Asıl macera ise tüm bu yaşananlardan sonra başlar.

Yıllardır birlikte çalmamış bir orkestrayla çalışmak elbette kolay olmayacaktır. Ayrıca Rusya'da gerçekleri öğrenme ihtimali her an mevcut bulunan bir dolu insan vardır ve konser zamanı yaklaşmaktadır.
Bu sıkışıklıkta Filipov, Paris'teki yöneticilere ünlü keman virtüözü  Anne-Marie Jacquet'i (Mélanie Laurent) de mutlaka konsere dahil etmek istediğini iletir ve onunla da görüşmeler başlar.

Peki konserde ne gibi sürprizler olacak, Anne-Marie Jacquet'in niçin muhakkak orkestraya dahil olması ve bir solo performans gerçekleştirmesi gerekiyor? Tüm bunların tarihle olan sıkı-fıkı ilişkisi ne?

İşte tüm bu soruların cevabını "Va, Vis et Deviens (2005)" ve "Train de Vie (1998)" gibi filmleriyle sinemaseveri mest eden yönetmen Radu Mihaileanu müthiş akıcı bir anlatımla veriyor. Yeryüzündeki çoğu insanın korktuğu iki önemli konuyu, "klasik müzik" ve "komünizm"i bu denli akıcı bir dille anlatabilmek çok güç bir iş ve Mihaileanu'da bu işin altından başarılı bir biçimde kalkıyor. Muhakkak bunda babasının etkisi olmuştur. Mihaileanu'nun babası "Un Eté Inoubliable (1994)" gibi önemli filmlere imza atmış Lucian Pintilie gibi önemli bir yönetmen için senaryolar yazan, komünist Yahudi bir gazeteci imiş. Bu hem anlatımı kuvvetlidir, hem komünizmi bilir demektir ki, filmde bu temalardan sıkça bahsedilmektedir.

Bilmiyorum yıllar evvel yaşadığım o anekdotla bir alakası var mıydı filmin, ama var olduğunu düşünmesi bile hoşuma gidiyor.

0 yorum :

Yorum Gönder