The Last Station

26 Haziran 2011 Pazar

The Last Station


Christopher Plummer ve Hellen Mirren


Лев Никола́евич Толсто́й ismi size tanıdık geliyor mu? Hani şu ölmeden evvel tüm eserlerinin haklarını etraftaki mujiklere (Rus Köylüsü) dağıtıp, bir trene atlayarak kaybolan adam?..


Edebiyat alanında alabileceğiniz en büyük ödül İsveç Akademisi tarafından verilen Nobel Edebiyat ödülüdür. Bu ödülü bizim toprağın çocuğu Orhan Pamuk da almış olduğundan, son yıllarda memleketteki Nobel kazanma arzusu artmıştır, genci yaşlısı her türden yazar Nobel hakkında daha fazla araştırma yapar hale gelmiştir.


Nobel'in araştırılır olmasından biliyorum, yurdum enteli Nobel'e kimi eleştiriler getirir. Bunlardan bir tanesi Lev Nikolayeviç Tolstoy'un yaşamının son yıllarında Nobel Ödülü dağıtılıyor olmasına karşın, Tolstoy'un bu ödüle layık görülmemesidir. Bu elbette ki mantıklı bir durum değildir. Düşünsenize, gelmiş geçmiş en büyük birkaç yazar arasında kabul edilen, eserlerine her ülkede 'klasik' gözüyle bakılan bir adam, edebiyat alanındaki en büyük ödülü kazanamıyor. Bu biraz kafa karıştırıcı bir durum...


Peki bu adam ne yapmış ola ki, İsveç Akademisi Nobel'ciğini bu tatlı dededen esirgeye?


Sanırım bu film, Tolstoy'un hayatının son günlerine ışık tutarak, beri yandan bu önemli sorunun cevabını vermeye çalışıyor...


'Doktrinler ve Hayat' 
Doktrinler genelde hayatımıza; kitaplarda okuduğumuz ve hoşumuza giden, altını çizdiğimiz cümleler olarak girerler. Yahut bir filmde en bilge tipli aktörün ağzından dökülen ve mistik bir müzikle ruhumuza işleyen özlü sözler olarak dokunurlar bize. O cümleyi bir iki saniye düşünürüz, bir kibrit kutusundan kesme kağıda not ederiz ve başucumuza asarız, bize güç versin diye. Başımız öne eğilmesin, aldırmayalım diye...


Fakat bu doktrinlerde hafif bir, "babanın -veya duruma göre hocanın- dediğini yap, yaptığını yapma" kokusu yok mudur?


Yani onca hassas öğreti iyi güzel de, tüm bu didaktik cümlelerin hayat sahnesinde işlevselliği ne oranda?


'The Last Station' filminde son günleri anlatılan büyük yazar Tolstoy'un işte bu ikilemde kaldığını fark ediyoruz. Tüm hayatını 'insan hayatı' üzerine düşünmeye adamış bir kudretli yazar, aşk gibi kimilerine göre yüzeysel kalan bir alanda oldukça zayıf ve daha da kötüsü 'çaresiz'.


Mustafa Kemal'in sözlerini düşündürten çok sahne var filmin içinde. Hani şu meşhur: "ordular yönettim, ancak bir kadını yönetemedim" sözü var ya, işte ondan bahsediyorum. Bu sözü okuyup da "kadınlar yönetilemez!", "onların yönetilmeye ihtiyacı yoktur!" gibi bir yorum yapmak faydasız, çünkü burada dert bir kadını yönetmekte değil, dert bir erkeğin kadın karşısındaki çaresizliği...


Tolstoy'da hayatının son günlerinde işte bu çaresizliğe teslim oluyor. Zengin bir adam. Asillerden. İyi bir yazar. Eserleri iyi para ediyor. Ve Tolstoy kurduğu vakfın çerçevesinde tüm eserlerinin haklarını Rus halkına devretmeyi planlıyor. Fakat elbetteki karısı bu fikre köstek oluyor. "Ya çocukların ne olacak?" diyor, "ya ben ne olacağım?".


Haklı mı değil mi orası beni pek alakadar etmiyor. Ancak eğer bir insanın hayata bakış açısı "iki gömleği olanın bizim aramızda yeri yoktur!" enlem-boylamlarındaysa, sen ona bu tercihi yüzünden darılamazsın. Hem bir erkek bir kadınla ve bir kadın bir erkekle birlikte olurken niçin hep aynı sorunla karşı karşıya gelirler? Madem tanımıyorsun partnerini, nasıl bir kimse olduğunu bilmiyorsun; niçin onunla yekhayat oluyorsun?
Hellen Mirren


'Anna Karenina gibi edebiyat tarihinin en kuvvetli kadın karakterini yaratmış olan Tolstoy, kendi karısını anlamakta güçlük çekiyor filmde.'


'Sofia Andreyevna ise (Tolstoy'un karısı), ki kendisi Savaş ve Barış ve Anna Karenina gibi kocasının en önemli romanlarını tam altı kez temize çekmiş, onları defalarca kontrol edip, çoğu cümlesine emeğini katmıştır; kocası Tolstoy'un anlatmak istediği fikirlere yabancılaşmış; kocasını anlayamıyor.'




İşte böyle bir ikilemler zincirinin her çemberini ağır ağır yontuyor yönetmen Michael Hoffman.


'Ya sonra?..'


Sonra, Tolstoy cemaatinin lideri Çertkof (Çert, Rusça'da 'Şeytan' anlamına gelmektedir) Tolstoy'u tüm eserlerinin haklarını Rus halkına dağıtmak için ikna ediyor. Bu elbette ki Tolstoy için alınması zor bir karar değil; özel mülkiyet kavramına karşı bir yazardan bahsediyoruz.


Sonra, Sofia Andreyevna bundan haberdar oluyor ve kocasının üstüne gidiyor. 


Sonra, Tolstoy karısının söylenmesinden yorulduğu için doktoru ve kızıyla birlikte evden kaçıyor.


Tolstoy'un tek istediği huzur içinde çalışmakken; karısının tek istediği kocasını kaybetmemek. 


Böylelikle ortaya bir dizi kavga sebebi çıkmış oluyor.


'Oyuncular.'
Lev Tolstoy'u Christopher Plummer, Sofia Andreyevna'yıysa Hellen Mirren canlandırıyor. Söylenene göre bu iki rol için Anthony Hopkins ve Meryl Streep ile anlaşılmak üzereymiş, fakat olmamış. Pek de önemli değil gibi... Zira hem Hellen Mirren, hem Christopher Plummer karakterlerini gayet başarılı canlandırıyorlar.

Bunda tabii, filmin pek onların ağzından anlatılmamasının da payı var... Film Tolstoy'un komününe gelen bir genç yazarın bakış açısından anlatılıyor. Bir yandan da arka perdede bu genç yazarın Tolstoy'un yol göstericiliğinde yaşadığı aşk var. 


İşin bu kısmı beni biraz rahatsız etmedi değil. Tamamen sübjektif sebeplerle, filmin biraz daha 'sadece' Tolstoy üzerine odaklanmasını ve bu büyük yazarla izleyici arasına bir üçüncü kişiyi sokmamasını isterdim.


Son söz: Bir parça yavaş bir film. İzleyici heyecan aramasın -filmin tamamına yakınını yazımda anlatmış olmamdan bunu anlamışsınızdır diye umuyorum-


Tolstoy: "Sofya'ya kur yaptığım vakitler, o kadar genç ve o kadar saftı ki... sanki ona sahip olmam imkansız gibiydi. Ona neler hissettiğimi söylemek istemiyordum, ama başka bir şey söylemek de istemiyordum... Bu yüzden ona mektuplar yazdım ve içindeki şifreleri çözmesini istedim... İlk başka çok şaşırdı ve bunun bir çeşit oyun olduğunu düşündü... Sonra ona bir ipucu verdim, yalnızca bir ipucu: ilk satırdaki 'S' ve 'G', 'Senin Gençliğini' ifade ediyor... Tüm söylediğim buydu...



"Sonra mucizevi bir şey oldu, cümleyi kolayca okudu: 'Senin gençliğin ve mutluluğa olan arzun bana insafsızca yaşımı ve mutluluğun benim için ne kadar imkansız olduğunu hatırlatıyor...'. İşte o zaman hayatımızın sonuna dek birlikte olacağımızı anladım, çünkü tek bir ipucuyla cümlemin içerisindeki tüm şifreleri çözmüştü."

0 yorum :

Yorum Gönder