Camille Claudel

30 Temmuz 2013 Salı

Camille Claudel


Camille Claudel 1988

Çeşitli erkek sohbetlerinde kadınlar, "kadından sanatçı ya da kahraman olmaz" diye yaftalanırlar. Sohbete tanık olan bir kişi çıkıp "olur mu canım öyle şey, ne saçma bir iddia bu!" dese, hemen bir başkası onu yanıtlar: "E o zaman dön de tarihe bak; sana yüzlerce, hatta binlerce önemli erkek sayabilirim ama kadınların pek azı tarihte önemli rollere soyunabilmişlerdir." 

Peki ya bir ulusal savaşçı, kahraman olarak Jeanne d'Arc; ressam olarak Frida Kahlo; Opera sanatçısı olarak Leyla Gencer ya da heykeltıraş olarak Camille Claudel? Onları tarihte nereye konumlandıracağız?..

Camille Claudel'i uzun süredir tanımıyorum. Bu sene bir arkadaşımın lisans bitirme tezi Camille Claudel hakkında yazılmış bir kitap üzerineydi. Ders aralarında etme fırsatı bulduğumuz kısa sohbetlerde bize biraz Claudel'den bahsederdi. Bir kadın olarak Claudel'in azmi, yeteneği ve aşkının ve dehasının başına açtığı işlerden söz ederken, içinin acıdığını gözlemlerdim. Claudel'e işte ilk o zaman ilgi duydum. 

Bu seneki İstanbul Film Festivali programında Bruno Dumont imzalı Camille Claudel 1915 isimli bir filmle karşılaşınca, üstüne bir de filmin konusunu okuyup baş rol oyuncusunun Juliette Binoche olduğunu görünce, apar topar belki bilet bulurum da filmi izleyebilirim diye festival gişelerine koşmuş, fakat filmin hiçbir seansına yer kalmadığı gerçeğiyle karşılaşarak hayal kırıklığına uğramıştım.

Sonra meşhur Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma'nın mart sayısında Camille Claudel 1915 filmiyle ilgili ayrıntılı bölümler olduğunu görünce; filmin baş rol oyuncusu Juliette Binoche ve filmin yönetmeni Bruno Dumont ile yapılan röportajları okuyunca, filmi izlemeye dair olan isteğim katbekat arttı.

Gérard Depardieu
Ve nihayetinde öğrendim ki meğer ilk Camille Claudel filminin baş rolünde Juliette Binoche değil, Isabelle Adjani oynuyormuş. Hem de Gérard Depardieu ile, demek isterdim ama neredeyse her Fransız filminde zaten Gérard Depardieu oynadığı için, bunu söyleyemiyorum...


Hemen edindim ve izlemeye koyuldum. 

***

Film gerçek bir hikayeden temellendiği için, bize tarihi anlamda sonuçlar çıkarma imkanı veriyor. Ben böyle bakarak izledim en azından. 

19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başlarındayız. Camille Claudel zengin sayılabilecek bir ailenin kızıdır. Genç bir kız olarak evlenmeye yahut çocuk bakmaya çok da hevesli değildir. Onun istediği tek sevdiği iş olan heykeltıraşlıkta ustalaşmak ve gece gündüz heykel yapabileceği bir ortamda barınabilmek.

Bu arzusu yolunda en büyük adımı, dönemin ve belki de tarihin en büyük heykeltıraşı kabul edilen Auguste Rodin'in atölyesine  kabul edilerek atar. 

Claudel'e ait küçük atölyeye bir gün uğrar Rodin ve genç kızın çalışmalarına hayran olarak onu hemen yanına aldırtır. Claudel'i bu gelişme elbette ki çok heyecanlandırır ancak bilmediği, hesap edemediği kimi gerçekler, bu yeni iş ortamının beraberinde hayatının orta yerine bağdaş kuracaktır.

Yetenekli ve tarihe adını altın harflerle kazıyabilecek bir heykeltıraş olarak Claudel, Rodin'in yanında yalnızca bir çırak olur ve köreldikçe körelir. Evet, daha hızlı çalışmayı öğrenir; evet, daha özenli ve profesyonel bir biçimde heykel yapmaya başlar, ancak özgürlüğünü elde edemez ve hep Rodin'in gölgesinde kalır.

Bir manada "matlaşır", bir manada "kazanıyorum sanırken kaybeder."

Bu işin bir kısmı, işin bir diğer ve yine birincisi kadar önemli olan ikinci kısmı ise Rodin'in büyük bir zampara oluşudur. Kadınlarla gönül eğlendirmeyi seven Rodin, heykeltıraşlığını sadece yeteneğine değil, aynı zamanda "mühim" mevkilerde bulunan "mühim" insanlarla kurduğu dostluklara da borçludur.

Kısa zaman içerisinde beklenen olur ve Rodin ile Camille Claudel aşk yaşamaya başlarlar. Camille Rodin için evini, ona annesinin katı tutumuna rağmen her zaman güvenen babasını ve şair olmak isteyen ağbisini terk eder. O andan sonra Camille ya tek başına ayakta kalmayı başaracaktır, ya da ailesinin desteğini bir daha asla bıraktığı yerde bulamayacaktır.

Çalkantılı bir ilişki yaşar Camille Claudel Rodin'le. İnişli çıkışlı, tıpkı Camille Claudel'i oynayan Isabelle Adjani'yi terk ederken Daniel Day-Lewis'in hamile sevgilisiyle olan ilişkisini tanımladığı gibi.

Dönemi ve dönemin getirilerini, koşullarını da düşünecek olursak, evlenmeden böylesi bir ilişki yaşan bir kadın, hem de bu ilişkiden gebe kalmış bir kadın, ne kadar büyük bir toplum baskısıyla karşılaşır, tahmin edebiliriz. İşte tüm bu iç ve dış baskılar neticesinde Camille bir gün Rodin'e "ya benimle evlenirsin, ya da seni terk ederim," diye rest çeker. Rodin her şeyi bırakıp, hasta olduğunu söylediği karısını ve bildiği hayatını, bir türlü sevdiği kadına, Camille'e koşamaz. 

Cesaretli olamayan Rodin iken, ne hikmetse toplum ve bilhassa da sergi organizasyonlarıyla ilgilenen Eugène Blot, Camille Claudel'i cesur olmamakla suçlar. Ailesi de beri yandan Claudel'i evini terk etmekle ve büyük bir sanatçı olabilecekken Rodin'in yanında körelmekle itham eder ve bir anda tarihin en büyük sanatçısı olabilecekken Claudel, sanrılar görmeye ve aklını iyiden iyiye yitirmeye başlar.

İptal olan sergi organizasyonlarının, satılmayan ve yoğun eleştirilere uğrayan eserlerinin beğenilmemesini hep Rodin'e bağlar. Bir anda Claudel aklını kaçırır, kaybetmeye başlar ve tüm kayıplarının sorumlusu olarak da Rodin'i işaret eder.

Filmin sonunda da, burada bir sürpriz yok, akıl hastanesine yatırılır ve yaklaşık 30 sene akıl hastanesinde can çekiştikten sonra bir gün eceliyle ölür. 

İşte mahvolmuş bir kadının hayatı; bir dahinin, bir ustanın yitimi.

Oysa tek isteği, hayatının sonuna kadar heykel yapabilmekti.

***

  • Koca filmi izlerken kadınlara dair "onlardan sanatçı, kahraman, önemli şahsiyet çıkmaz" türünden ifadeler kullanmanın ne kadar gereksiz olduğunu net bir biçimde anlamak mümkün. Evet, erkeklerin sanatsal alanlarda, ya da militer bir takım çarpışmalarda baş rol oynadıkları doğru; bu alanlarda sayıca üstünler kadınlara oranla, bu da doğru; ama hangi erkek, kadının uğradığı toplumsal baskıya maruz kaldı? Ya da kaç tanesi?.. Modigliani sarhoş bir ressamdı. Bütün bir ömrü Picasso ile atışmakla geçti. Ama kimse ona "bu ne böyle, ne iffetsiz, ne haysiyetsiz bir erkek!" demedi. Bilakis, "sanatçıdır, olacak o kadar!" diyenler bile olmuştur eminim. Ya da Mozart. Tam bir kaçıktı. Dahi ama kaçıktı. Zamparanın da biriydi ayrıca. Merak edenler 1984 yapımı Amadeus filmini izlesinler. Eminim onun da kimse iffetine sövmemiştir. Ama şayet söz konusu kadınsa... O zaman istediği kadar dahi olsun, istediği kadar büyük, hiç fark etmez, varsa bir falsosu, bağıra bağıra ifşa edilegelmiş tarih boyunca. Sen kuvvetsizsin, anca cephane taşırsın, denen kadın; kadından şair mi olur, al patates soy, denen yine kadın. Ne beklersin ki?
Isabelle Adjani
  • 1988 yapımı bir film Camille Claudel. Fransızlar 19 Ekim 1943 yılında yitirdikleri değerlerine dair bir film yapmayı, değerlerinin dünyadan göçüp gitmesinden 45 yıl sonra akıl edebilmişler. Leyla Gencer'i biz 2008'de kaybettik. Acaba filmini çekmek için biz de 45 yıl bekleyecek miyiz?
  • Gérard Depardieu geçen senelerde bir açıklama yaparak, oynadığı filmlerin çoğu için "olmasa da olur filmlerdi" dedi. Ben de kendisine dürüstlüğünden dolayı gıpta etmiştim. Öyle zannediyorum ve umuyorum Camille Claudel bu filmlerden değildir.
  • Isabelle Adjani mükemmel bir aktrismiş. Biraz ayıp gelecek ama sanırım bu izlediğim ikinci ya da üçüncü filmi. İki de Oscar adaylığı var. Hem de her ikisi de tıpkı Marion Cotillard'ın "en iyi kadın oyuncu ödülü"nü yabancı film dalında gösterilen bir filmdeki performansıyla alması gibi (bkz. La môme, 2007),  o da L'histoire d'Adèle H. (1975) ve Camille Claudel (1988) ile aday gösterilmiş.
  • İlk bakışta Isabelle Adjani sanki dönemin Monica Belluci'si gibi duruyor. Ancak film ilerledikçe anlıyorsunuz ki, hiç de öyle değil; Adjani mükemmel bir aktris. Daniel Day-Lewis ile evde nasıl vakit geçirdiklerini merak ediyorum. Ya da birbirlerini hiç aldatmışlar mıdır...
***

Uzun bir film. 2 saat 37 dakika gibi bir şey. Pek de akıcı sayılmaz. Ancak bazı sahnelerinde ekrandan da kopamadığınız bir gerçek. 

Düşündüren bir film. İzlenilmesi gereken bir film.


Aklımda yer eden bir soru ile bitirmek istiyorum:

Filmin sonuna doğru Camille, Rodin'in eserlerinin Camille'ninkilerden öykünme olduğunu söyleyip duruyor, "sen," diyor, "bir hiçsin, hep benim eserlerime öykündün, onlardan esinlendin!"

Rodin tabii bu ithamı asla kabul etmiyor ve sevdiği kadını incitmek pahasına karşı çıkıyor. Ama eklemeyi de ihmal etmiyor: "Senin eserlerinden esinlenmedim ama senden, evet, esinlendim."

Şimdi soruyorum: Bir erkek sanatçıya ilham kaynağı olan kadın, o erkeğin eserlerinin asıl sahibesi midir?

0 yorum :

Yorum Gönder