J'ai Tué Ma Mère

20 Temmuz 2011 Çarşamba

J'ai Tué Ma Mère



Bu filmi anlatırken gelin biraz G.G Márquez'den, biraz Goethe'den, biraz Rimbaud'dan ve biraz da Bertolucci'den bahsedelim! Bakalım ortaya ilginç bir şey çıkacak mı?..

Hayat istisnalarla dolu. Hiç kuşkusuz! En güvendiğiniz genel yargı bile sizi yarı yolda bırakabilir. Bunu biliyoruz...
Elinizde tuttuğunuz kitabın en can alıcı sözünün altını; bir hayat boyu size eşlik eder, dara düştüğünüzde size 'el feneri' olur umuduyla çizersiniz... O cümle -özlü söz- o küçük kitaptan daha küçük bir kağıt parçasına aktarılır, oradan da başucunuza... Bakar bakar "dikkatli olmalıyım!", dersiniz, kendinizi beri yandan çimdiklikleyerek.

Gün olur öyle bir olay yaşarsınız ki, başucunuza altın harflerle kazıdığınız 'öğüt' ya da her ne ise, sizi büyük bir yanılgıya düşürür, açıkta kalırsınız...



Bu ne o sözün yanlışlığını gösterir, ne de sizin durumunuzla pek fazla bağdaşmamasını; yalnızca istisna taşına takılmıştır ayağınız, şans işte!..

Bu sebeptendir ki bir görüş aktaracaksam dikkatli olmamda yarar var!.. Bunun bilincinde olarak söylüyorum: "sinema ve edebiyatta, genç olmak bir avantaj değil, dezavantajdır!". Çünkü her iki sanat dalında da yaşadıklarınızın hem niteliği, hem de niceliği yaşınıza doğrudan bağlıdır ve anlatımınızın kuvvetlenmesi ancak çöp kutunuzun buruşuk saman kağıtlarıyla ve arka odanızın heba olmuş film makaralarıyla dolmasıyla gerçekleşebilecek bir olaydır.

Toy bir sinemacının toyluğu güzel olabilecek konuları kötü anlatımıyla piç etmesinden, toy bir yazarın toyluğuysa "Liseler Arası Sait Faik Edebiyat Ödülleri'ne", öğretmenlerinin teşvikiyle, bir öykü gönderiyormuşcasına kaleme aldığı ağır ve gerçeküstü benzetmelerle dolu cümlelerden belli olur.

Bu böyledir. Fakat, ne hoş ki istisnalar vardır!..

Bernardo Bertolucci mesela! 1940'ta doğmuş Bertolucci. Bir süre yalnızca şiir yazmış, sonra ani bir kararla sinema sektörüne girmiş. Pier Paolo Passoli'nin yanında çıraklık ettiği kısa dönemden sonra, tutmuş o da bir film yapmış. İlk eserini 62 yılında vermiş La Commare Seca, ikincisini ise 1964 yılında; Prima Della Rivolzione... Bu ikincisiyle kazanıyor ilk Oscar heykelciğini -kazanan filmi de olsa, yönetmenine say-.

Kaç yaşında? 24!..

İstisna...

Bu verdiğimiz 'sinema'dalından bir örnekti. Gelin bir de yazarlardan bulalım o aradığımız 'istisnamızı'...

İlk aklıma gelen örnek:

Günün birinde Almanya'da bir genç, bir roman yazar. Yıllardan 1774...

Bu roman öyle büyük bir salgına sebep olur ki toplumda; bir anda, tıpkı kitabın baş karakteri gibi mavi ceket-sarı pantolon giyen "aşık" gençlerin istilasına uğrar ülke... Kitabın basımıyla birlikte Almanya'da intihar vak'aları artar, toplum baştan aşağıya zedelenir!

Ben okudum bu kitabı. Okuduğum en muhteşem aşk kitaplarındandı. -Sulu öpüşmeler, tahrik edici 'aşkımsı' sözler arıyorsanız okumaya yeltenmeyin-

Adı da Die Leiden des jungen Werthers idi; Genç Werther'in Acıları.


Yazar? Johann Wolfgang von Goethe.


Yaş? 25.


İstisna!


Xavier Dolan, solda.



Peki tüm bunları niçin anlattım?


Bugün de bu insanlara 'ucundan kıyısından' benzeyen bir sinemacı ile karşı karşıyayız: Xavier Dolan.
Son filmi J'ai Tué Ma Mère-Annemi Öldürdüm.


Bir Goethe mi? Asla... Bertolucci? Bunu ilerleyen yıllarda göreceğiz. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyebilirim ki; bu çocuk en azından deniyor. Edebiyatı sinemaya yansıtmaya, beyaz perdedeki görüntüleri de edebi bir dille izleyiciye algılatmaya çalışıyor. Bir şekil başkaldırı sineması da denebilir, yaptığına. En azından Ukde Sineması'nda gösterilen filmi için. Homoseksüel bir yönetmen olarak, homoseksüel bir genç yönetmen olarak; otobiyografik hikayesini anlatmaya çalışıyor. Olabildiğince çıplak haliyle... Bu bir başkaldırı değilse nedir?


G.G Márquez'in genç yazarlara bir numaralı öğütüdür otobiyografik anlatı: "hikayenizi fazla uzaklarda aramayın, yanıbaşınızdan yola çıkın anlatmaya", der.


Xavier Dolan işte bu yolu benimsemiş bir şekilde, homofobik annesiyle ettiği kavgaları, zaten hiç olmayan babasının yokluğunda yaşadıklarını, ergenlik döneminin yalnızlıklarını aktarıyor beyaz perdeye. "Ben buyum", diyor, "işinize gelirse!".


Anne 'Chantale' rolünde Anne DORVAL



***
20 Ekim 1854. Kuzey Fransa, Ardennes Bölgesi. Bourbon Sokağı, numara: 73. Küçük bir oğlan çocuğu doğar. İsmi Arhur Rimbaud...

Rimbaud'nun babası annesini küçük yaşta terk eder. Anne Katolik yobazıdır. Oğlanı yatılı okullara yollar...

Anneyle edilen sert kavgalar, bitap düşmüş bir beden, yalnızlık, hastalık ve sıkıntı...

İyi bir şair olmak için yeter de artar bile!

Arthur Rimbaud. Paul Verlaine aşığı bir genç şair... İlk şiir kitabı 1873'te, Rimbaud henüz 19 yaşında iken basılır... Verlaine ile tanışır. Verlaine'i tavlar ve karısını terk etmesini sağlar. Uzun süre iki eşcinsel aşık Almanya-Belçika dolanıp dururlar... Nereye gitseler homoseksüel oluşları sebebiyle dışlanır, horlanırlar...

Büyük aşkları her zaman büyük kavgalara sahne olmuştur. Bir gün artık dayanamayan Verlaine, Rimbaud'nun üzerine tabancayla ateş açar. Rimbaud kurtulur... Verlaine ise hapse atılır...

Sonra tek bir kez karşılaşırlar. Bu son görüşmeleri olacaktır ve Rimbaud, o tarihten itibaren bir daha asla şiir yazmayacaktır...

Bu hayatta öldürülecek tek kişi, kendi içindeki düşmandır.
O düşmanı dizginlemek 'sanat'tır.
Ne kadar sanatçıyız?

***
Xavier Dolan'ın hikayesi de Rimbaud'nunkinin bir benzeri. Hatta ben tüm filmi sanki Rimbaud'nun hayatını izliyormuşum gibi izledim. Annesiyle sürekli kavga eden bir homoseksüel genç var ortada. Hikayenin ortası işte tam burası.

Öyle kavgalar ki bunlar, hayatta çözülemezler. Öyle ki film bitince annenin haklı olduğu toplamda 10 kavga, Xavier'nin haklı olduğu yine toplamda 10 kavga sayabilirsiniz. İki uç var yani. Her ikisi de kendi halinde. Orta yol bulmaları imkansız, çünkü hiç anlaşamıyorlar. Birbirlerine açıklayacak bir şeyleri de yok. Dedim ya; imkansız kavgalar ediyorlar. Tamamen anlam karmaşalarından doğan!..

***

Çok süper bir film mi? Hayır, kesinlikle değil!.. Ancak iyi bir başlangıç. 'Güvenilir bir çek'. Umut vaat eden bir film. Geleceğe dair önemli mesajlar veren. Ben süper filmler yapacağım, bana güvenin, diyen...

Onun dışında aksayan bir film var ortada. Bir anne ile homoseksüel evladının kavgaları. Klasik bir amerikan filmi edasıyla ilerleyen bir film var gözler önünde... Hani şu Leonardo Di Caprio'nun Robert De Niro ile oynadığı This Boy's Life misali bir anlatı. Ama dediğim gibi sıkışıp duruyor. 

Bu genelde anlatıcının, anlattığı olayı yaşamaya koyulup, ne yaptığını unutmasıyla ortaya çıkan bir olaydır. Sanatsal yan ortadan kaybolur. Kendi hikayesini anlatan anlatıcı o kadar sinirlenmiştir ki olaya, iki saatlik hikayesinin büyük bir bölümünü, o sinirlendiği şeyden hıncını almakla çar çur eder. Anlatıcı zevk alır muhakkak bu işten, ancak seyirci ne olup bittiğini bir türlü anlamaz. Hele söz konusu olan olay bu tip bir ergen meselesi ise. Çoğu yetişkinin bir çok 'anne-oğul kavgası sahnesinde' filmden koptuğuna kalıbımı basarım. Bu bir tür anlatım sıkıntısı.

Ve işte J'ai Tué Ma Mère'de de buna benzer bir sıkıntı söz konusu.

Onun dışında stili, kamera hakimiyeti muhteşem Dolan'ın. Zaten baş rol oyuncusu olarak kendisini canlandırdığından, rolüne de hakim. Tekrar ediyorum, çatlak ergen erkek sesini muhteşem bir biçimde yansıtmış. -Gerçi bu yazıyı yazabilmek için izlediğim röportajlarında da sesinin filmdeki gibi olduğunu fark ettim, ne desem bilemiyorum-

*Quebec aksanlı Fransızca'yı sevemedim. Bir ABD'linin Franszıca konuşmasına benziyor kulağa doluşu.
*Bizim de henüz on dokuz yaşında bu filmi yapan Xavier Dolan gibi genç sinemacılara ihtiyacımız var.
*Bunun için gerçek manada acılara ihtiyacımız var.
*Ve tabii bir de bizi destekleyenlere.

0 yorum :

Yorum Gönder