Mart 2011

26 Mart 2011 Cumartesi

Children of Men


Yıl iki bin yirmi yedi  (2027), dünyada yaşayan en genç birey on sekiz (18) yaşında ölüyor. İnsanoğlunun soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya. Felaketin farkında olan bir kişi, bu kaderi değiştirmek için 'tüm insanlıkla' savaşa giriyor. Bu savaş, belki de dünya üzerinde yaşanacak olan son savaş. Children of Men.


İki bin beş (2005) yılında, büyük bir hayranı olarak Amin Maalouf'un çıkmış olan son kitabı Béatrice'ten Sonra Birinci Yüzyıl'ı (Le Premier Siècle Après Béatrice) bir an evvel edinip, bir çırpıda okumuştum. Kitap; kadınların neslinin tükenmekte olduğu bir zamanda geçiyordu. Bir kaç bilim adamı, kız çocuğuna gebelik oranını azaltan -engelleyen de denebilir- bir ilaç geliştiriyorlar ve el altından piyasaya sürüyorlardı. Bunu fark eden ve kitabın ağzından anlatıldığı bilim adamı gerçeğin üzerine gitse de, sesine kulak veren olmuyordu. İlerleyen sayfalarda devreye bir kadın gazeteci giriyor, aynı 'zehirli amacın' farkına varıyor, üstüne gidiyordu. Nafile, onun da feryadı para etmiyordu. Netice itibariyle, bilhassa Afrika kıtasında kız çocuk doğumları gözle görülür bir biçimde azalıyor ve ancak o zaman bir takım gerçekler, 'kimilerinin' kafasına dank ediyordu. Kitap bir çeşit misogyny'i (kadın düşmanlığını) anlatmanın yanında, bir de bir bilim adamıyla gazeteci arasında geçen bilinçli aşka ustaca değiniyordu. 

Béatrice'ten Sonra Birinci Yüzyıl, okuduğum en ilginç kitaplardan biriydi ve daha o zaman kendi kendime şöyle demiştim: "acaba bu kitabın filmi yapılsa nasıl olurdu?.." Filmin yönetmeni ve dört yazarından bir tanesi olan Alfonso Cuarón da benim gibi düşünmüş olacak ki, Children of Men gibi bir başyapıtı sinemasevere sunmuş.

'Film 2027'de geçiyor.'

Film, geçtiği tarihin oldukça ileri olması itibariyle -2027- ütopik bir yan taşıyor gibi durabilir; ancak yönetmenin başarısı sayesinde izleyene o kadar 'sanki iki adım ötemizdeki ülkelerden birinde geçiyormuş' izlenimi veriyor ki, filmi reddedemiyorsunuz.

Dünyaya gelen son bebeğin üzerinden on küsur yıl geçmiş. İnsanoğlu üreyemiyor. Kimileri bu durumu kanıksamış, kimileriyse bir şeylerin ters gittiğinin farkında. İşte bu farkındalığa erişmişlerden birisi de, filmin baş karakteri Theo (Clive Owen). Film, kurduğu emperyalist düzenin sağlamlığı ve birçok 'radikal' sayılabilecek baskıcı rejime yönelik sınırlamaları sayesinde ayakta kalmayı başarmış olan Büyük Britanya'da geçiyor. Dünya üzerinde sanki bir tek bu coğrafya ayakta kalmayı başarabilmiş izlenimini henüz ilk sahneden veriyor size film. Ülkeye gelen göçmenler bir takım kafeslerde yaşıyorlar ve toprağın kimliğine sahip olmayanlar ağır cezai yaptırımlarla karşılaşıyorlar. 

Beri yandan Theo, ülkesinin bu yıpratıcı tutumuna ve geçmişinde bir çok eylemde faal olarak yer almış olmasına karşın büyük bir bıkkınlık, aşırı dozda bir 'vazgeçmişlik' içinde. Olup bitene karşı tamamen duyarsız ve son derece umursamaz bir tavır takınıyor. Eski eylemci, geçen yıllarla birlikte etrafında olup biteni kabul etmiş bir bürokrata dönüşüyor.

Theo, günün birinde, eskiden birlikte yol aldığı örgütün önderliğini yapan ve aynı zamanda vaktiyle sevgilisi olan Julian (Julianne Moore) tarafından kaçırılıyor. Julian, Theo'dan son bir iyilik istiyor: himayesinde olan mülteci Kee (Clare-Hope Ashitey) adlı bir kadının yurt dışına kaçabilmesi için gerekli olan tüm belgeleri sağlaması. Theo, eski sevgilisinin ricasını kabul ediyor -biraz para karşılığında elbette- ve Kee ile ilgilenmeye başlıyor. Fakat Theo'nun bilmediği bir şey var: Kee, insanoğlunun geleceğini tek başına değiştirebilir; çünkü yeryüzündeki tek/son hamile kadındır.

'Film, savaşlara büyük göndermeler içeriyor.'

Pablo Picasso - Guernica

Filmin birkaç sahnesinde ünlü İspanyol ressam Pablo Picasso'nun, Nazilerin İspanya-Guernica'yı bombalaması üzerine yaptığı "Guernica" adlı tablo kullanılıyor. Bilindiği gibi bu tablo XX. yüzyıl savaşlarının ve bu savaşlarla gelen dehşetin en büyük sembollerinden biri olarak kabul edilmektedir. Öyle ki bu tabloyu gören bir Nazi askeri Picasso'ya sorar: "bu resmi siz mi yaptınız?" ve Picasso'dan akıl dolu bir cevap alır: "hayır, bu resmi siz yaptınız!".


Arbeit Macht Frei
Aynı zamanda filmdeki birçok çarpışma sahnesinde, harabeye dönmüş şehirlerin duvarlarında Nazi döneminde sıkça kullanılan "Arbeit Macht Frei" (çalışmak size bağımsızlık kazandırabilir) gibi sloganlara da göndermeler var.









Yakın tarihe ise daha çok Jasper'ın (Michael Caine) oynadığı rol üzerinden atıfta bulunulmuş. Jasper filmde siyasi karikatürler yapan, ödüllü bir sanatçıyı canlandırıyor. Ormanın ortasında, bir çeşit sığınağa benzeyen evinin duvarlarında sıkça The Guardian gazetesinin karikatüristi Steve Bell'in çalışmalarını görüyoruz. Bilindiği gibi Steve Bell, ABD ve benzeri, emperyalist politika güden ülkelerin yöneticileriyle sıkça dalga geçen bir sanatçı. Film, konusunu işlerken bu detayı göz ardı etmiyor.

Steve Bell'in bir çalışması


'Cuarón!'

Alfonso Cuarón


Cuarón, tartışmasız Meksika'nın yetiştirdiği en etkileyici yönetmenlerden biri. Onu ilk kez iki bin bir (2001) yapımı 'Y Tu Mamá También' ile tanımış ve tarzına hayran kalmıştım. Sonra bir Harry Potter filmiyle karşıma çıkmış ve hayallerimi yıkmıştı. Fakat sonradan anlayacaktım ki; her yönetmen gibi Cuarón da, sadece aklında olan filmleri yapmak için kimi maddi kaynak yaratacak filmlere başvurmak zorunda kalmıştı. Nitekim kısa süre sonra karşıma bu muhteşem aksiyon/bilim kurgu filmiyle çıkmış ve yeniden beni kendisine hayran bırakabilmeyi başarmıştı. Phyllis Dorothy James imzalı ve aynı adı taşıyan kitaptan uyarlama olan Children of Men'de anlatılmak istenen hikayeyi işleyişi, kamerayı ustaca kullanışı -evet, o ormandan arabayla geri geri kaçış sahnesinden bahsediyorum-, seçtiği müzikler ve kurgulayış becerisiyle Cuarón, gelecek filmlerini merakla beklememi sağlıyor.




'Mick Jagger-Keith Richards, Thom Yorke, Pink Floyd, John Lennon...'

Filmin müzikleri de, haliyle filme paralel olarak savaş karşıtı bir duruş sergiliyor. Bilhassa Jasper'ın dinlediği müzikler, rock ve alternatif rock parçalarının tıpkı klasik müzikler gibi ebediyet ruhunu ne kadar sağlam taşıdığının bir çeşit kanıtı gibi. Filmi izledikten sonra birkaç gün bu müzikleri tekrar tekrar dinleyesiniz geliyor. Bu açıdan filmin 'soundtrack albümü' de edinilmeye değer gözüküyor.

Clive Owen
'Clive Owen.'

Son dönemlerde sürekli Clive Owen filmleriyle karşılaşıyorum. Geçen gün 'Closer', 'Inside Man' filmlerini izledim. Şimdi de Children of Men. Görünüşe bakılırsa Owen'ı sık sık filmlerde görmeye devam edeceğiz. Tıpkı Julianne Moore ve Michael Caine gibi... Son dönem izlediğim çoğu Hollywood filminde ne zaman bir lezbiyen karakter olsa Julianne Moore canlandırıyor, ne zaman hafif yaşlı bir karakter olsa da Michael Caine! Sırıtmadıkları sürece sorun yok, ama sıkıcı gelmeye başlayacaklarından korkmuyor da değilim...

Son bir öneri: eğer imkanınız varsa Children of Men'i yüksek kalitede ve kuvvetli ses sistemleriyle izleyin. İnanın bu sayede filmin etkisini oldukça arttırabilirsiniz.

25 Mart 2011 Cuma

21 Grams




'Dünya bizi birbirimize yaklaştırmak için döndü, 
Üstüne doğru, üstümüze doğru döndü,
Tıpkı Symposion'da denildiği gibi;
Sonunda bizi bu rüyada buluşturabilmek için döndü.'



Eugenio Montejo
Venezuelalı şair/yazar Eugenio Montejo'nun "Dünya Bizi Birbirimize Yaklaştırmak İçin Döndü" adlı şiiri, 21 Gram filminin en iyi özeti gibi duruyor; öyle ki şiiri Türkçemize çevirirken, filmi ruhumun derinliklerinde bir yerlerde tekrar izlemiş gibi oldum. Montejo'nun şiirinin bu ilk kısmı filmin küçük bir yerinde geçiyor. Yani şiirin tamamı filmde yer almıyor. Sadece bir 'ısırık', gerisini sen araştırıp bulacaksın; tabii eğer sinema filminin yalnızca beyaz perdeye yansıyan kısmıyla ilgilenmiyorsan... 

Kimi yönetmenlerin filmlerini içi boş bir cam şişe olarak tasarladıklarına inanırım. İçinde yaşadıkları o canlarını sıkan dünyadan bir kağıt koparıp, yerden topladıkları kömür parçalarıyla akıllarına gelenleri; bilhassa 'canlarını sıkan olayları', bir bir karalarlar o küçük beyaz kağıda. Ardından, kimsecikler görmesin diye büyük bir telaşla tıkıştırırlar o küçük kağıt parçasını cam şişelerinin; yani filmlerinin içine, öylece fırlatırlar denizin en kıyıdan ırak dalgalarına. İşte biz, sinemaseverlerin görevi o cam şişenin vurduğu kıyıda hazır beklemek. Ve nihayet amacımıza ulaştığımızda da, asla cam şişeden çıkanla yetinmemek. Çünkü bilmemiz gerekir ki, yönetmenin anlatmak istediği fevkalade büyük, fakat cam şişe ve içine tıkıştırılmış beyaz kağıt bir o kadar küçüktür.


İşte Alejandro González Iñárritu'nun 21 Gram'da Montejo'nun şiirinin yalnızca ilk dört dizesini kullanmasının sebebi budur. Iñárritu ister ki; biz, sinemaseverler kalkıp şu kafamızı karıştıran şiirin devamını bulalım. Iñárritu ister ki; biz onun peşinden koşalım. İnebildiğimiz kadar derine inip, filmi tam anlamıyla kavramaya gayret edelim.


Dünya bizi birbirimize yaklaştırmak için döndü, 
Üstüne doğru, üstümüze doğru döndü,
Tıpkı Symposion'da denildiği gibi;
Sonunda bizi bu rüyada buluşturabilmek için döndü.
Geceler geçti, karlar, gündönümleri;
Dakikalarca, milenyumlarca zaman geçti.
Ninova'ya doğru giden bir at arabası,
Nebraska'ya vardı.
En az yedi soyumuzun bulunduğu yerden,
bir horoz öttü, alemimizin ötesinden.
Dünya döndü, müzikal bir biçimde,
Bizi güverteye davet ederek;
Ve bir an bile durmadan, devam etti dönmeye,
Sanki onca aşk, onca mucize,
Symposion'un parçalarının arasına sıkışıp kalmış,
Birkaç adagio'dan ibaretmiş, yıllar evvel yazılmış.

...

Iñárritu neredeyse tüm filmlerinde bir takım tarihsel ya da dini olaylara göndermeler yapar. Babil filminde bu bahsettiğim; İncil'de ve Tevrat'ta yer alan Babil Kulesi Efsanesi olarak karşımıza çıkarken; 21 Gram'da bir çok kez İncil'e yapılan göndermelerle kesişir yolumuz. "Biri sana tokat atarsa, ona öbür yanağını dön", "Tanrı, saçının bir telinin kımıldayışını bile bilir" gibi çok önemli dini deyişler, filmin kalbinde yatan mesajın algılanması açısından fevkalade önemlidir.

'Benzer şeyleri yukarıdaki şiir için de söyleyebiliriz.' 

Şiiri adam akıllı anlayabilmek ve filmle ilişkilendirebilmek için evvela Platon'un meşhur diyalog biçiminde verilmiş eseri Symposion hakkında biraz bilgi toplamak gerekir. Nebraska ve Ninova'nın nerelerde olduğunu bilmek de bir o kadar önemlidir. "Neden Ninova'ya giden at arabası Nebraska'ya varıyor?", pekala sorulabilecek sorulardan bir tanesidir. "Peki, bunun filme yansıması ne?", "Symposion'da anlatılan bilgeliği kanıtlama çabasını filmle nasıl ilişkilendirebiliriz?" ya da en basitinden; "ilişkilendirebilir miyiz?"... "Ya bu diyaloglarda ölümlülerin, ölümsüzlük çabalarından bahsediliyorsa?" gibi soruların ardı arkası kesilmez. Tabii 
eğer filmi ıslak bir çamaşır gibi toprağa sıkmayı, bu sayede elde edeceğiniz su damlalarını önemsiyorsanız.



'Tıpkı Amores Perros gibi 21 Gram da bir kazanın etrafında temelleniyor.' 

Konu itibariyle büyük benzerlikler taşıdığını söyleyemem, ancak Amorres Perros ile 21 Gram arasında gözden kaçmayacak benzerlikler var. Mesela her ikisi de bir araba kazasının sonucunda hayatları değişen kimseleri mercek altına alıyor.

Film kalp yetmezliği çeken ve aşktan yoksun bir evlilik yapmış matematik profesörü Paul Rivers (Sean Penn), bir trafik kazası sonucu kocasını ve iki kız çocuğunu kaybeden acılı bir anne Christina Peck (Naomi Watts) ve suçla dolu yaşantısından çıkış yolunu Tanrı inancında, imanda bulan fakat buna rağmen başı beladan bir türlü kurtulmayan bir aile babasının; Jack Jordan'ın (Benicio Del Toro) etrafında geçiyor. Bu üç farklı insan tipini bir trafik kazası bağlıyor. Christina'nın eşini ve çocuklarını arabasıyla ezen Jack Jordan; Christina'nın kocasının ölümüyle kalbinin nakledildiği kişiyse Paul Rivers... Yani hayatları boyunca yolları kesişmeyen bu üçlü, farkında olmadan birbirlerinin hayatlarını bir hayli 'derinden' etkiliyorlar.


Alejandro González Iñárritu
'Iñárritu ve muhteşem senarist: Guillermo Arriaga.'

Iñárritu dendiği zaman bende akan sular durur. Son dönem dünya sinemasının bence en etkili ismi. Biutiful, filmografisindeki en zayıf film olsa da, yine de piyasadaki tüm filmlerin çok çok önünde bir eser bence. 'Gelişiyor' dediğimiz dünyamızın aslında nasıl bir iletişimsizlik noktasına ilerlediğini en etkili anlatan yönetmen tartışmasız Iñárritu'dur. Kamerasını dogma 95'ciler gibi mobil kullanarak, dolaysız bir biçimde karakterleri yansıtmayı başarmıştır. En ufak bir mimiğe, en gözden kaçması muhtemel bir jeste 'filmin kaderini emanet ettiğinden', filmin her karesi ayrı bir önem kazanır. Filmlerini bir kere izlediğimizdeki hislerimizi; ikinci, üçüncü, hatta mümkünse dördüncü izleyişimiz tamamlar. Anlatım tekniği olarak neredeyse her filminde kullandığı arkalı önlü anlatım sayesinde, sanki bizi öykülerine diker en sağlam yerlerimizden. Filmin belki de en önemli olan son sahnesini henüz ilk sahneden vermesiyle kendine olan güvenini kanıtlar: "al, sana hikayemin sonunu veriyorum; ama göreceksin ki yine de hikayemi dinlemek için can atacaksın!". Gerçekten de öyle oluyor, hikayesi için can atıyoruz!

'Oyunculuklar ders niteliğinde!'

Sean Penn, filmin yapıldığı 2003 yılında Oscar'ı aldı, ama Mystic River'daki performansıyla. Zannedersem iki filmle birden Oscar'a aynı dalda aday olmak mümkün olmadığından böyle bir durum ortaya çıktı. Oysa Penn, bu alanda bir ilke imza atabilirdi.

Naomi Watts'ı 21 Gram'da izledikten sonra 'en iyi kadın oyuncu' dalında Oscar'ı nasıl kaçırdığını anlamadım. Bunun için Oscar ödüllerinin neye hizmet ettiğini birazcık düşünmem yetti. (Babil'de Cate Blanchett yerine Naomi Watts nasıl olurdu?)

Benicio Del Toro, Stella Adler'ın yamacında yetişme en iyi aktörlerden biri. Bunu 21 Gram'da bir kez daha gözler önüne seriyor. Tim Robbins'in Mystic River'daki performansını izlediğimden Benicio Del Toro'ya heykelcik konusunda haksızlık yapıldığını düşünmüyorum. Kaldı ki Benicio Del Toro gibi bir aktöre o minik ödülün hiçbir şey katmayacağının da bilincindeyim. Eminim ki zerre kadar umurunda olmamıştır.

Charlotte Gainsbourg ve Melissa Leo'da iki başarılı performansla karşımıza çıkıyorlar. Melissa Leo, ileride alacağı Oscar'ı, Gainsbourg da Cannes'daki 'en iyi kadın oyuncu' ödülünü müjdeliyor gibi sanki filmde.

Uzun lafın kısası: 21 Gram'a bir şans vermeniz gerek. Ama şimdiden itiraf etmeliyiz; 21 Gram, 21 gramdan çok daha ağır bir film. 

16 Mart 2011 Çarşamba

A History of Violence


Viggo Mortensen



Yaşadığınız şehrin merkezinde bulunan bir küçük restoranda çalışıyor, mütevazı bir hayat sürüyorsunuz. Günün birinde, gündüz vakti, eli silahlı iki adam çalıştığınız restorana giriyor ve orada bulunan herkesi ölümle tehdit ederek çalışma arkadaşınıza tecavüze yelteniyor. Bu sahneyi görünce bir anda nevriniz dönüyor ve sizin bile beklemediğiniz bir anda, ani bir hamleyle eli silahlı iki saldırganı feci bir şekilde öldürüyorsunuz. Soru şu: siz, masum sandığınız ta kendiniz, aslında kimsiniz?

A History of Violence, 2005 yapımı bir David Cronenberg filmi. Cronenberg'i 'The Fly' ve 'Eastern Promises' gibi heyecan seviyesi yüksek filmlerden hatırlayabiliriz. 'Robocop', 'Top Gun' ve 'Star Wars VI - Jedi'nin Dönüşü' gibi filmleri yönetmenin de kapısından dönmüş bir yönetmen. Yani kendine göre iyi bir kariyeri var diyebiliriz. A History of Violence filminde daha evvelden çalıştığı Viggo Mortensen'le de tekrar birlikte olma imkanı bulmuş... vs. Ancak gel gelelim ki bir şeyler eksik... A History of Violence, belki de şimdiye kadar Ukde Sineması'nda izlediğim en vasat filmdi.

'Konu olarak ilginç sayılabilir'.

Film, Tom Stall'un (Viggo Mortensen), avukat karısı ve iki çocuğuyla birlikte Milbrook - Indiana'daki mütevazı yaşantısıyla başlıyor. Her şey çok normal. Küçük bir kafe, veya restoran nasıl derseniz, bir kaç tanıdık müşteri, gelip-giden kahveler, ufak-tefek pasta-çörekler... her şey son derece normal. Taa ki restorandan içeri eli silahlı iki adamın girdiği güne dek. 

Adamlardan teki restorandaki müşterileri etkisiz hale getirirken, öteki Tom'un mesai arkadaşına tecavüz etmeye yelteniyor. Bunun üzerine kimsenin nereden geldiğini bilmediği bir enerjiyle, hatta daha önemlisi 'tecrübeden geldiği hissedilen bir soğukkanlılıkla' Tom, adamlardan her ikisini etkisiz hale getiriyor -onları öldürerek- ve biranda tüm kasabanın kahramanı oluveriyor. Yerel medya Tom'un peşinden koşuyor, onu televizyona çıkarıp daha da meşhur etmeye çalışıyor vesaire, vesaire... 

Bu ilgiden hiç hoşlanmayan Tom, biran evvel normal hayatına dönmek istiyor. İşin aslı bu ilgiden memnun olan ailesiyse, zamanla Tom'un nasıl hissettiğine önem veriyor ve medyaya karşı Tom'unkine benzer bir tepki alıyor. Neticesinde gazeteciler Tom'un kapısından yavaş yavaş uzaklaşıyorlar fakat tam bu sırada Tom'un peşine siyah camlı bir makam arabası takılıyor. Kim olduğu ve nereden geldiği bilinmeyen bu araç, Tom'u geçmişiyle yüzleştiriyor.

İçinde bir yerlerde gizlediği şiddeti açığa çıkarmasıyla bir bedel ödemesi gerektiğini bilen Tom, ne yazık ki geçmişte olduğu gibi başına buyruk kararlar alamayacaktır, çünkü artık evli-çocukludur ve hesap vermesi gereken bir ailesi vardır. 

...

Yaklaşık bir buçuk saat süren film, tıpkı dediğim gibi; konusu itibariyle çok ilgi çekici. Ancak izleyenler kabul edeceklerdir ki film, geneli itibariyle oldukça zayıf, ve bağlandığı yerlerle bir çeşit tutarsızlık taşıyor. Gücün bedelleri, geçmişten kopamamak, bir şeyleri her daim açıklamak zorunda oluş gibi çok temel meselelere dokunmak isteyen yönetmen, bence sadece filmini 'iyi niyetli' bir biçimde, fazla üzerine eğilmeden çekmiş. Bir diğer deyişle 'yaratılırken epey çaba harcanmış konusunu heba etmiş'.



Tek alkışlanabilecek nokta: filmin son derece gerçekçi vurma-vurulma sahneleriydi. Onu da, bu bütçeyle yapıversinler, değil mi ama...

Ed Harris


Viggo Mortensen, onun karısını oynayan Maria Bello ve filmin küçük bir kısmında yer alan Ed Harris'in performansları oldukça ilgi çekici.  Fakat filmin Oscar adaylığı, 'en iyi yardımcı erkek oyuncu' dalında William Hurt'e gelmiş. Hurt'ün sergilediği zayıf performans bir yana, bu ödül adaylığına yalnızca 'maksimum' on dakika sahnede görünerek erişmiş olması; ya Akademi'nin o sene elinde pek fazla tercih olmadığına, ya da Oscar'ın sallama bir ödül olduğuna işarettir. İkinci şıkkın havada bir toz bulutu gibi dağılması ve benim tezimin yok olması dileğiyle(!).
Maria Bello


14 Mart 2011 Pazartesi

You Don't Know Jack






Jack the Ripper, ya da Türkçe'siyle 'Karın Deşen Jack'; 1988 yılının ikinci yarısında Londra'da yaşamış ve yirmiye yakın cinayet işlemesine rağmen izini tamamen kaybettirmeyi başarmış bir seri katildir -kurbanlarının tamamı hayat kadınlarından oluşmaktadır-... Dr. Jack Kevorkian ise; doksanlı yılların sonunda ABD'de takriben 130 kişinin hayatını sonlandırmış, defalarca mahkemeye çıkıp beraat etmiştir. Soru şu: "bir insanı katil yapan şey nedir?.." Al Pacino'dan etkileyici bir film: 'You Don't Know Jack'



Bir cinayet olayında/haberinde en ilgimi çeken kısım hiçbir zaman cinayetin nasıl işlendiği değildir; katilin kim olduğudur. Kim kimi deşmiş, hangi aletleri kullanmış, sıradan bir ölüm mü, tecavüz de olmuş mu... bunların hepsi son derece tahammül edilmez kabul ettiğim detaylardır ve hepsini insanın yüreğine işkence görürüm. Beni şoke eden her zaman katilin özel hayatıdır. Camus'nün Meursault'sunu anlamak isterim... Katilin psikolojisi, aklından neler geçtiği ve sosyal statüsü beni düşündürür. Mesela bir fakirin katil olmasına aklım yatar ama bir zenginin cinayetinde 'doyumsuzluğu' bulurum. Bu beni hayatımla ilgili düşünmeye iter.

John Goodman'ı uzun süre sonra önemli bir projede görmek güzeldi.
Türkiye'nin en baba Amerikan kolejini bitirmiş, devasa bir sitede kızlarla dolu bir havuz başında yaşayan gencin, her istediğini elde edebiliyor olmasına rağmen katil olması, bence en saf haliyle 'bir araştırma konusudur' ve zaten ilk soru da sönmüş ateşin hala dumanı tüterken sorulur: "çok iyi bir aileden gelen, her şeyi olan bir çocuktu; böyle bir şey yapmış olmasına imkan yok, emin misiniz?" Bu soru da bizi katil üzerine düşünmeye iter.

Deliller toplanır, sorgular sonlanır, karar verilir: evet, katil o'dur. Ne kadar zengin de olsa, ne kadar eğitimli de olsa, ne kadar her şeyi de olsa -'her şey' neyse artık- sonuç değişmez: katil o'dur.

İşte 'You Don't Know Jack' filminde de Dr. Kevorkian'ın düştüğü durum biraz bu. Her şeyden evvel o bir doktor. Yaşı itibariyle ununu elemiş, eleğini asmış. Maddi açıdan bir sıkıntısı yok, olmadığı gibi zaten "kurbanlarından da" para istemiyor. O, sadece hastalarına ölmeleri konusunda yardımcı oluyor.

"Ölüm de bir haktır."

Biraz karamsar da olsa filmin önemli bir konusu var. Hepimizin bildiği gibi, kimi hastalıkların maalesef tedavisi yok. Bunlar çok ağır hastalıklar ve en iğrenç özellikleri de maalesef hastayı yavaş yavaş eritmeleri. Dr. Jack Kevorkian (Al Pacino) da tıp alanındaki tecrübesi ve biraz da hayata bakışındaki 'gerçekçi'yaklaşım sayesinde, pençesinde olduğu hastalıktan kurtulması mümkün olmayan hastalara bir imkan sunmak istiyor: ötanazi hakkı. Dr. Kevorkian amacına hizmet edecek bir makine üretiyor. Bu çok büyük işçilik gerektirmeyen makine, basit bir sisteme dayanıyor: hastanın kendi iradesiyle karar vererek 'çeşitli şekillerde' kendi ölümüne sebebiyet vermesi. Bu makine, hastaya ağrısız-sızısız bir ölüm sunuyor. Belki de ölüm yerine 'intihar' demek daha doğru olur...

İntiharlar mutlaka hastanın yakının da bulunduğu bir ortamda, tamamen mutabık kalınarak ve en önemlisi, bir kameraya canlı canlı çekilerek gerçekleşiyor. Hasta tamamen şikayetçi olduğu hayatından, tam anlamıyla kendi isteğiyle ve büyük bir huzurla ayrıldığından; dolayısıyla hasta yakınları da 'hastanın huzurlu gidişinden mutluluk duyduğundan' Dr. Kevorkian'a yasal olarak hiç bir suç yüklenemiyor. Tüm bu olaylar -130 kişinin ölümü- Dr. Kevorkian'ın birinci dereceden desteğiyle, ötanazinin yasak olduğu Michigan eyaletinde gerçekleşiyor. Bu sebepten de Dr. Kevorkian'ın başı sık sık mahkemeyle belaya giriyor. Haliyle muhafazakar kesim ayağa kalkıyor, tüm bu yaşananları insan haklarına aykırı bulanlar celalleniyor ve basının da bu işin üstüne gitmesiyle Dr Kevorkian'ın adı çıkıyor Dr. Death'e (Dr. Ölüm).

Ve sonunda; ölümün de bir hak olduğunu savunan Dr. Kevorkian ile yasalar arasında amansız bir düello başlıyor.



'Filmin yönetmeni Oscar'lı!'




You Don't Know Jack filminin yönetmeni Barry Levinson'ı; 96 yapımı ve Brad Pitt ile Robert De Niro'nun başrollerini paylaştığı Sleepers filminden hatırlıyorum. Zor bir konuyu iyi işlediğini fakat filmin bir çok yerinde seyircinin dikkatini fazlasıyla dağıttığını, koşan filmin ayağına kimi zaman adeta 'çelme' taktığını hatırlıyorum. Aynı şeyi kendisine Oscar getiren 88 yapımı Rain Man'de de gözlemlemiştim. Konu itibariyle Sleepers'tan daha hareketli olmasına rağmen anlatımı itibariyle yine bir hayli durağandı Rain Man.

Benzer şeyleri You Don't Know Jack'te de görebiliriz. Çok heyecanlı bir konusu yok filmin. Önemli, ama heyecanını yitirmiş bir konu. İspanyol sineması gibi bütçesi çok daha düşük bir sinema bile bu ötanazi konusuna çok daha sağlam eğilmişti, hem de çok daha erken: 2004 yılında Mar Adentro. 'En iyi yabancı dilde film' ödülünü almıştı Akademi'den. Başrolünde Javier Bardem, yönetmen koltuğundaysa Alejandro Amenabar... (Hep şu Amenabar Hollywood'a gitse ne olur diye merak etmişimdir... Mesela şu meşhur Vanilla Sky'ın, Amenabar'ın Abre Los Ojos filminin Hollywood uyarlaması olduğunu biliyor muydunuz?..)

'Al Pacino-Dr. Kevorkian'


Al Pacino'yu bu filmde izleyip de "çok yaşlanmış!" diyenler Pacino'yu tanımıyor, onun nasıl rolünü önemsediğini ve rolünün içine 'tam anlamıyla' girdiğini bilmiyor demektir. Pacino, yine şaheser bir performans ortaya koyuyor ve taraflı tarafsız herkese şu soruyu sordurtuyor: "neden bu filmi sinemalara değil de bir televizyon kanalına sattılar acaba, oysa Pacino bu performansıyla 'en iyi erkek oyuncu' dalında rahatlıkla ödüle ulaşabilirdi?". Gerçekten de öyle. Bardem-Firth arasına bir ustayı eklemek, belki ödül törenini daha izlenilebilir bir hale getirebilirdi. Neyse, böyle bir manzara artık başka bahara kaldı...

'Küçük bir uyarı.'



Dr. Kevorkian'ın resim-müzik gibi sanat dallarına da ilgisi var.
İşte Dr. Kevorkian'ın filmde de vurgulanan tablolarından bir tanesi.

Ermenilerle,Türklerin arasında geçenlerin konuşulacağı yer asla bu platform değildir, görüş bildirecek kimse de zaten ben değilim. Yalnızca filmi izleyecek olanlara bir uyarı: film 'soykırım' olduğunu kabul etmiş kişilerin bakış açısıyla yapılmış ve bu bakışa hizmet eden kimi sahneler içeriyor. Hassasiyeti olanların dikkatine.

11 Mart 2011 Cuma

Darbareye Elly



Eğer bana "son zamanlarda izlediğin en düşündürücü film neydi?" diye sorsalar, hiç tartışmasız 'Darbareye Elly(Elly hakkında)' derdim...

Bu yıl Almanya'ya, Berlin Film Festivali'ne -Berlinale- gitme fırsatım oldu. Festivalin 61. yılında orada olabilmek benim için mutluluk vericiydi. Fakat bu mutluluk, maalesef festival kitapçığını alana kadar sürdü. Kitapçığın içindeki filmler insanı heyecanlandırmadığı gibi, bir de sayfa diplerine festivali düzenleyenlerce not düşülmüş: "filmlere en geç iki gün evvelden bilet alabilirsiniz", "bir kişi iki biletten fazla alamaz", "bilet fiyatları 9-12 euro arasında değişir -normalde Berlin'de bir filme bilet parası 8 eurodur-"...vs.

Bu ve bunun gibi onlarca olumsuzluk Berlinale'nin olan tüm havasını kaçırmıştı. Geriye yalnızca zenginlere hitap edebilecek bir sistem kalmış, olay kültürel bir aktiviteden halkın faydalanmasından, kültürel bir aktivite sayesinde halkı ve turistleri sömürme durumuna dönüşmüştü.

Küçük festival kitapçığından yola çıkarak bilet almak üzere seçtiğim sınırlı sayıda filmden birinin bir 'Asghar Farhadi' filmi olan 'Jodaeiye Nader az Simin' olmayışını bu şekilde açıklayabilir miyim?.. Belki! Ama hayır! Berlinale programında Farhadi'nin son filmi 'Jodaeiye Nader az Simin'i gözden kaçırmış olmamı kimseye açıklayamam. Hele bir de film "Altın Ayı'yı" aldıysa...

Tüm filmlerini izlemedim Asghar Farhadi'nin, ancak izlediğim bir filmi bana tüm filmleri hakkında temel bir fikir vermeye yetti. 

Darbareye Elly, yaz tatili için İran'ın kuzeyine, uzun süredir terk edilmiş vaziyette bekleyen yazlık evlerine giden üç İranlı ailenin hikayesini anlatıyor. -Filmin merkezinde bu yazlık ev ve bu evde yaşanan olaylar var- Bu üç  dost ailenin yazlık eve gidiş sebebi aslında; aile fertlerinden olan Sepideh'in (Golshifteh Farahani) yakın geçmişte Almanya'dan dönmüş olan Ahmad'e (Shahab Hosseini) kızının öğretmeni 'Elly'yi (Taraneh Alidoosti) tanıştırmak istemesidir. İlk görüşte Ahmad ve Elly birbirlerinden hoşlanırlar. Bu durum evdeki üç aileyi de mutlu eder. Fakat her şey Elly'nin biranda ortadan kayboluşuyla bambaşka bir yola girer. Mutlu mesut ilerleyen film, biranda heyecan kazanır ve tepetaklak olur. İlerleyen dakikalar boyunca Elly'nin kayboluşunun ardından ortaya çıkacak kimi 'sırlar', filmdeki bazı karakterlerin hayatını değiştirecektir.



'Tamamen yargı üzerine kurulu.'
Film, Elly'nin garip sayılabilecek kayboluşunun ardından bambaşka bir alana sürükleniyor demiştim. Ortada kaybolan bir kız var ve bu kızın nasıl kaybolduğunu kimse bilmiyor. Bir anda yok oluyor hepsi bu. Arkasında, onu öz ailesinden ayırarak kuzeye götürmenin sorumluluğunu taşıyan üç aile bırakarak... 



Pek tabii geride kalanları telaş basıyor. "Nasıl kayboldu?", "nereye gitti?", "öldü mü?" gibi soruların yanında, bir de "ailesine ne diyeceğiz?" gibi sorular peydahlanıveriyor. Kaybolan kızın arkasından sorulan sorular, adeta filmin sonu için belirleyici oluyor. Sorulan sorular gittikçe derinleşiyor ve bu sefer silahların namluları aile içinde dolaşmaya başlıyor. Paniğe kapılınca aile fertleri birbirlerine sırtlarını dönmeye başlıyorlar. Ve yavaş yavaş yargılarını ortaya dökmeye başlıyorlar. Yargıları derken; hem İran'daki kadına karşı kimi hassasiyetler içeren yargılardan, hem de ön yargılardan bahsediyorum. Bir kayboluşun ardından ortaya dökülen ön yargılar, aile içi tüm sırları ortaya dökmeye yetiyor.

'Bir ortadan kayboluş üzerinden toplum incelemesi.'

Darbareye Elly filminin yönetmeni Farhadi'nin bence büyük yanı işte bu noktada ortaya çıkıyor. Yönetmen bir kayboluşu sahneye koyuyor fakat incelediği kesinlikle 'bir kızın kayboluşu' değil. Tam tersine, 'bir kızın kayboluşu üzerinden koca toplumun analiz edilmesi'... 

İran'daki kadın hakları konusu çok gerçekçi bir biçimde gözler önüne serilmiş bu filmde. Öyle ki kimileri bu filmi İran'ı kötüleme kampanyası olarak görebilir. Ben, İran hakkında yalnızca kulaktan dolma bilgilere sahip olduğumdan boyumdan büyük yorumlara kalkışmayacağım. Tek söyleyebileceğim; benim duyduklarımla filmin anlattıklarının kesiştiğidir. Yani İran'da 'kadının' çok hassas bir noktada duruyor oluşudur. Kimi zaman hatta 'ben kadınımı hem severim, hem döverim' bakışının toplumda hakim olduğudur. Bu film de, tam bunu anlatıyor. 



Ama dediğim gibi, yalansa da koca ülkenin günahını almak kimseye yakışmaz...

Unutmadan! Bildiklerim arasında bir de, filmin başrol oyuncusu Golshifteh Farahani'nin 2008 yılında bir Ridley Scott filmi olan Body of Lies'ta oynadıktan sonra ülkeden çıkma yasağı aldığı var... Ülkesinden çıkamadığı için çağrıldığı Prince of Persia filminin denemelerine katılamadığını, hatta sonunda ülkesinden kaçmak zorunda kaldığını bile biliyorum! Farahani halen Fransa-Paris'te yaşamakta. Ülkesinden uzak ve ülkesine dönme izni bulunmadan. 

Tabii ki genelleme yapmak istemiyorum ancak bazı gerçeklerin de korkusuzca söylenebilmesi lazım. Farhadi sırf bu korku yüzünden filmlerinin reklamını, filminin çekimleri bitene kadar yapamamakta. Neden? Çünkü eğer yaparsa  İran'ın devlet erkanının çekimlere "dur!" diyeceğinden korkuyor... Bu çok acı. Çok yazık...



Farhadi, Darbareye Elly'le Berlin Film Festivalinde 'Gümüş Ayı' kazandı ve filmini alternatif bir cep sineması olan Ukde Sineması'nda da göstertmeyi başardı. İşte özgürlük budur!




Serpico





Öyle bir polisiye film düşünün ki tanıtım cümlesi: "İş arkadaşlarının birçoğuna göre o yaşayan en tehlikeli insandı; yani dürüst bir polisti." olsun, başrolünde de Al Pacino oynasın... "Serpico"


Konu 'polis' ve dolayısıyla 'adalet düzeni' olduğunda insanın eli ne kaleme, ne de bende olduğu gibi klavyeye gidiyor. Bu tip konular biraz dokunulmaz. Konuştun mu başına iş alabilirsin. Tedbirli davranman gerek. O yüzden ya susacaksın, ya da cümleler ağzından çıkmadan iki kere düşüneceksin. Aksi takdirde kendini, sana "ben buraya nasıl ve ne ara geldim?" şeklinde bir soru sordurtacak yerlerde bulabilirsin. Ruhun duymaz.


'Bizim, ülke olarak burnumuzu sokmak istemediğimiz bir konuda Amerikalılar 1973 yılında bir film yapmışlar.'  


Film yetmişli yıllarda geçiyor. Serpico (Al Pacino) adlı bir polis memuru, polislik kariyeri boyunca akademide öğrendiği "teorik" bilgileri hayata geçirmeye gayret eder. Nedir bu bilgiler? Temelde ahlaka ve namusa dayanan bir takım etik doğrular diyebiliriz: rüşvet almamak, görevini suistimal etmemek...vs. Fakat ne zaman ki Serpico polis olarak görev yapmaya başlar, anlar ki sistemin çivisi çıkmış; tüm polisler rüşvet yiyorlar, her yerde kara para var. 


Serpico önceleri yerel suçlulardan toplanan ve polisler arasında pay edilen rüşvetten kendine düşen lokmayı reddeder, ancak kısa süre sonra bir şeyler yapması gerektiğini düşünür ve bu yolsuzluğa karşı harekete geçer. Evvela konuyla ilgili amirlerine başvurur fakat beklediği ilgiyi göremez. Durum biraz 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' halini almıştır. 


Serpico, rüşvetten kendisine düşen payı almazken hiçbir polis memuru bu olayı umursamaz. Fakat ne zaman ki Serpico, örgüte yayılmış olan rüşvet olayıyla açık açık mücadele etmeye başlar, o zaman işler karışır. Serpico'nun tüm mesai arkadaşları artık ona düşmandır. 


Dürüst polis memurunun çabaları, sonunda bir federal mahkemenin ilgisini çeker ve böylelikle Serpico, rüşvete karşı mücadelesini daha resmi bir ortama/dile dökmüş olur. Ve sonunda Serpico, artık tüm meslektaşları tarafından nefret edilen bir polis memuru haline dönüşmüştür. 


'Gerçek bir olaydan uyarlama'


'Waldo Salt' (Midnight Cowboy, Coming Home filmleriyle Oscar almış) ve 'Norman Wexler' (Joe filmiyle Oscar adaylığı bulunuyor) gibi iki kurt, aynı adı taşıyan Peter Maas'ın kitabından uyarlamışlar Serpico'nun senaryosunu. Bu senaryo onlara 'en iyi uyarlama senaryo' dalında Oscar adaylığı getirmiş. Böylesine zor bir konuda kağıtta kalem kaydırmak başlı başına büyük bir iştir, cesaret ister ve emin olun bu işin altından alnının akıyla kalkmış olmak, on tane Oscar'a bedeldir. 


Bugün ABD'nin son derece gelişmiş bir ülke olması boşuna değildir. 70'li yıllarda kendi polis sistemini eleştiren bir filmin senaryosunun, bir yıl sonraki, ülkenin en prestijli ödülü  olan Oscar ödülüne aday olması 'özgürlükten' başka ne ile açıklanabilir? Kendisini eleştirmesini bilen herkes ve her şey; mutlaka ama mutlaka çarpık yönlerini törpüler ve ayaklarının yere daha sağlam basmasını sağlar.


'İnsanlık dersi.'


Filmin başrol oyuncusu Al Pacino, canlandıracağı karakteri daha iyi tanıyabilmek için uzun süre 'gerçek' Serpico'yla birlikte zaman geçirmiş. Bu süre içerisinde Pacino yalnızca bir kere Serpico'ya şu soruyu yöneltmiş: "neden yaptın bunu?" -rüşvete karşı, tüm meslektaşlarına cephe alarak mücadele etmesini kast ederek- ve aldığı cevap sanırım en sansürsüz 'insanlık dersi' niteliğinde: "bilmiyorum Al... İlla ki bir yanıt vermem gerekiyorsa derdim ki...Yapmamış olsaydım, müzik dinlerken kime dönüşüveriridim?"


İşte bu kadar basit. Kimi zaman bazı sorulara çok daha şaşaalı cevaplar bekliyoruz. Cevaplar bizi tatmin etmiyor çünkü cevabın bize anlattığına kendimizi yabancı hissediyoruz. Oysa iş ahlakından hiç taviz vermemiş ve bu yüzden 'istenmeyen adam' ilan edilmiş bir kimseye "neden?" diye sorsak; "çünkü aksi takdirde 'ben, 'ben' olamazdım" cevabından daha mantıklı hangi cevabı verebilir bizlere?


Sorusunun yanıtından iyi bir ders çıkarmış olacak Al Pacino. Rolünü yine muhteşem oynamış. Zaten insan boşuna usta olmuyor. 1973-1974-1975-1976 yıllarında, art arda 'en iyi erkek oyuncu' Oscar ödülü adaylıkları bulunuyor Al Pacino'nun. O yıllarda çekilmiş tüm Al Pacino filmlerini izledim ve inanın adayı olduğu ödüllerin hepsini de kazanmış olsaydı, tarih hiç sırıtmazdı. 


Neden mi kazanamadı? Son cümlelerim de bu sorunun cevabı olsun madem. İşte 1974 yılının 'en iyi erkek oyuncu' dalında Oscar adayları, Al Pacino'nun rakipleri:


-Save the Tiger: Jack Lemmon (kazandı)
-Ultimo Tango a Parigi: Marlon Brando
-The Last Detail: Jack Nicholson
-The Sting: Robert Redford
-Serpico: Al Pacino


Son derece kısa ama çok şey anlatan bir cevap olmuş olması dileğiyle...

10 Mart 2011 Perşembe

A Single Man


'Moda'nın dünyada en hızlı değişen şey olduğunu farz edersek, modacıların da dünyada en hızlı değişen şeylerle uğraşan kimseler olduğunu söyleyebilir; hatta bir adım ileri giderek 'gelip geçici meşgaleler peşinde koşan insanlar' olarak tanımlayabiliriz kendilerini... Beri yandan 'felsefe'; insanoğluna soyunun köreldiği güne kadar eşlik edecek, düşünce var oldukça baki kalacak 'varlık araştırması'dır. Peki ya meşhur bir modacı film yapsa ve bu film felsefi bir içerik taşısa?.. 'Gelipgeçicigillerden', 'kalıcı' bir çalışma: A Single Man.



Colin Firth'ün The King's Speech'teki performansını görenler, tahmin ediyorum kendilerine "yahu bu herif hep böyleydi de biz mi fark edemedik, yoksa adamın The King's Speech'teki performansı bir atımlık kurşun mu? diye sormuşlardır. Ben de sordum. Çünkü her ne kadar Bardem'in arada kaynadığını düşünsem de, Firth'ün performansıyla akademideki en iyi erkek oyuncu ödülünü hak etmediğini söyleyecek kadar uçuk değilim. Belki bu yüzden, belki de sadece kapağını görünce güzel bir film olabileceğini düşündüğümden bu gece Ukde Sineması'nda oynattığım film A Single Man'di.





Daha evvel 'Mine Vaganti' film yazımda artık sinemada homoseksüelliğin fazla ön plana çıkarılmasından duyduğum rahatsızlığı dile getirmiştim. Tamam, ilk dönem Almodovar filmlerini sanatsal bir perspektifle incelediğimizde, erkek evlat-anne ilişkilerini göz önünde bulundurarak bir daha anlamlandırmaya çalıştığımızda ortaya ilginç neticeler çıkıyor; kabul. Aynı şeyi Avrupa'daki Türk yönetmenlerin çalışmaları için de söyleyebilirim. Ama bir konunun üzerinde defalarca tur atınca, konunun bir cazibesi kalmıyor seyirci filmi hep ön yargıyla izliyor.  Hollywood nasıl Hitler dönemi Almanya'sından yeterince ekmek çıkardıysa, yeni dönem sinemacılar da homoseksüelitenin ekmeğini yemeğe bir süre daha devam edecekler gibi gözüküyor. Bundan vazgeçmek lazım: konunun hassasiyetine saygı duymak; her şeyden evvel tekrar düşmemek lazım.


İşte A Single Man'in ilk sahneleri bana, yukarıda yazdığım düşüncelerimin ışığında: korku verdi. "Eyvah" dedim; "yine homoseksüelite!". Fakat ilerleyen sahneler bana yanıldığımı gösterdi.




George (Colin Firth) ABD'de bir üniversitede İngiliz Edebiyatı dersi veren bir İngiliz profesördür. Kendisi aynı zamanda homoseksüeldir ve 16 yıldır birlikte olduğu sevgilisi Jim'i (Matthew Goode) bir trafik kazasında kaybetmiştir. Bu kayıp George'un hayatında 'bir yıkım' yaratır. Ölen sanki sevgilisi değildir; George'un ta kendisidir. Varoluşunu sevgilisi üzerinden kanıtlayan George, hayatının gidişatını etkileyen bu olaydan sonra yaşamına dair derin sorgulamalar yapar ve sonunda intiharın kendisi için en doğru seçim olduğuna karar verir. Derin bir keder hissini vücudunun her yerinde -en belirgin olarak kalbinde- hisseden George'un attığı her adım sanki bir ağıttır. Muhteşem evine, geliri yüksek işine ve bir insanın isteyebileceği neredeyse her şeye sahip olmasına rağmen George; kaybedilen bir aşkın ardından hayata küsmeyi ve içine düştüğü anlamsızlıktan kurtulmayı tercih eder.







Film baştan sona muhteşem sahnelerle dolu. Filmin yönetmeni Tom Ford, pek çoğumuzun bildiği gibi aslen modacı. Sanırım göz zevkinin eseri olacak; filmin geçtiği yerler, dekorasyon ve oyuncuların kostümleri/giysileri tam anlamıyla muhteşem. Her anıyla film kendini izletmeyi başarıyor. Ya bir kıyafeti derinlemesine inceliyorsunuz, ya eski amerikan arabalarına (film 1962'de geçiyor) bakakalıyorsunuz, ya da profesörün muhteşem evini görüyor derin derin iç geçiriyorsunuz. (Bu gibi detaylardan bahsediyor oluşumun sebebi filmin daha ön planda olan sinemasal değerlerini geriye atma çabam değil; emin olun hem senaryosu hem kurgulanışı bakımından A Single Man çok güzel bir film. Yalnızca bugüne kadar bu denli 'şık'bir film izlememiş olmanın heyecanıyla bu kadar anlatıyorum Tom Ford'un 'göz zevkindeki' hassasiyetini. Her ne kadar kostümlerde adı geçmese de, eli değmemiş olamaz kostümlere...)

'Colin Firth için birkaç cümle eklememek elde değil.'

2010 yılında A Single Man'le Oscar adayı olmuş ancak Jeff Bridges'a kaybetmiş. En iyi erkek oyuncu dalında bu sene eğer Jeff Bridges'ın adaylığına rağmen Colin Firth kazanamasaydı, çok ayıp olurdu gibi... Bir sene bir, öbür sene öteki... Bir oyucunun iki sene üst üste Oscar kazanması, hem de aynı dalda ne kadar mümkündür, daha evvelden olmuş mudur bilmiyorum ama A Single Man'i izleyen herkes sanırım 2009-2010 adaylıklarında Colin Firth'ün bizi kapıdan döndürdüğünü hissetmiştir. Hatta şöyle diyelim: bu tecrübeye bizi Colin Firth ve Jeff Bridges geçtiğimiz iki yılda çok yaklaştırdılar. Peki bu sene yine her ikisi de 'en iyi erkek oyuncu' dalında aday olsalar ne olur?

Tom Ford
Film bittiğinde, rahatsızlık hissetmiyorsunuz. Konu her ne kadar uçlarda olsa da, yönetmenin vurguyu eşcinselliğe değil de doğrudan 'aşk'a vermiş olması,üzerinizden büyük bir yük kaldırıyor. Bu bir aşk filmi, homoseksüel veya heteroseksüel bir aşk değil: sadece aşk. Ve bu filmin yönetmeni Tom Ford, her ne kadar asıl mesleği olan modacılıkta başarılı olsa da, sinemaya önümüzdeki yıllarda daha çok ağırlık vereceğe benziyor.