Şubat 2013

20 Şubat 2013 Çarşamba

Lincoln


Lincoln, 2012, Steven Spielberg

Steven Spielberg ABD'nin efsane, Cumhuriyetçi başkanı Lincoln'ün hayatının son aylarını anlatan bir film yapmayı düşündüğü zaman, bu önemli rol için aklına ilk Daniel Day-Lewis geliyor. Kendisine hemen ulaşıyor ve projesini sunuyor. Teklifi enine boyuna değerlendiren Lewis 2003 yılında Spielberg'e bir mektup yazıyor ve mektubunda "role bürünemeyeceğinden" endişe ettiğini ve Lincoln ile arasında kişisel bağ kurmasının imkansız olduğuna inandığını dile getirdikten sonra, meşhur yönetmenin teklifini "nazikçe" reddediyor. 

Spielberg hayal kırıklığı içerisinde Lincoln rolü için Liam Neeson'a yöneliyor akabinde. Fakat Neeson da yönetmenin teklifini bu sefer, "yaşım bu rol için biraz ileri, beni affet," diyerek geri çeviriyor.

Spielberg baktı ki bu böyle olmayacak, Lewis'e tekrar "kur yapmaya" başlıyor. Bir mektup daha sonra Lewis'e, bir tane daha ve bir tane daha... Lewis kararından dönmüyor. Scorsese Lewis'in elinden ne çektiyse, Spielberg de onu çekecek belli...

Spielberg en son çare, eski dostu Leonardo Di Caprio'yu arıyor. Kendisinden yardım istiyor. Ünlü yönetmeni kıramayan Di Caprio, Lewis'e telefon açıp, "kararını gözden geçirmelisin. Steven seni çok istiyor, bu filmi sensiz yapma niyetinde değil" diyor. Anca bunun üzerine Lewis, Spielberg'in "senaryosunu okumayı" kabul ediyor.

Lewis'in Spielberg'in senaryosunu okumayı kabul etmesi demek, pek tabii filmde oynamayı kabul etmesi anlamına gelmiyor... Lewis Spielberg'e ulaşıyor ve role hazırlanmak için tam bir yıl istiyor. "Önce karakterin sesini bulmam gerek" diye ısrarcı olan Lewis'i Spielberg "o ya da bu şekilde" anlıyor ve aktöre istediği süreyi veriyor. 

Nihayet bir sene dolup da filmin çekimlerine başlandığı vakit koca çekim ekibi sette yalnızca 19. yüzyıla ait kıyafetlerle dolaşıyor, Spielberg hep aynı takım elbiseyi giyiyor ve Daniel Day-Lewis'e artık ismiyle değil de şu şekilde hitap ediyor: "Mr. President." ("Bay Başkan")


***

Sally Field & Daniel Day-Lewis
Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili bilgim çok az. Nasıl ki bir dizi ABD'li dünya haritasında benim ülkemin yerini gösteremiyorsa; ben de onların eyaletlerinin, hatta başkentlerinin, hatta en meşhur şehirlerinin yerini gösteremem. Bu cümle "hodri meydan!" sertliği koksa da, işin aslı öyle değil. Ben ABD'yi hiç merak etmedim bu yaşıma kadar. Bana empoze edilen eğitimini reddettiğim gibi, kültürünü de ancak benimkiyle karıştırarak enjekte edebildiler kanıma. "Git yurt dışında bir yerlerde kaybol" dediklerinde bana, elimin altında duran ülke olmasına rağmen ABD, gitmedim. Merak etmedim hiç, beni çekmedi, diyelim geçelim.

O yüzden burada Lincoln filmini izleyip uzun uzadıya tarihi bir yazı yazmayı "blogumun özgürlüğüne" uygun bulmuyorum. Canım istemiyor. Filmden bahsetmeyeceğim. Haydi geçmiş olsun!

Zaten filmden de pek bir şey anlamadım. Yalan değil bu! Mükemmel bir izleyici olduğumu hiç iddia etmedim.

1865 yılında oluyor ne oluyorsa galiba. İç savaş var ABD'de. Lincoln ABD'deki savaşı bir an evvel bitirebilmek, beyazlar ile Afroamerikanlar arası savaşı nihayete erdirebilmek, köleliği son verebilmek için Temsilciler Meclisi'nden onay alınmasına çalışıyor. Bir oylama yapılacak bu iş için. Tarihe de bu oylamanın ismi 13. Yasa Değişikliği olarak geçmiş hatta. 

Bu uğurda da Lincoln, bir Cumhuriyetçi olarak hem kendi partisi içindeki farklı eğilimlerle mücadele ediyor, hem de Demokratların rızasını almak üzere lobi çalışmaları yürütüyor.

Hepsinden öte, ailesinin içinde, savaşmak isteyen büyük oğlu Robert'i savaşa gitmemeye ikna etmeye çalışırken, bir yandan da karısının "eğer oğlumuzun savaşa gitmesine izin verirsen, kanepede yatarsın!" dırdırlarıyla uğraşıyor.

Yani dışta kendi partisi içinde oluşabilecek çatlaklar ve karşı partiyi ikna uğraşlarıyla ilgilenen Lincoln, içte huysuz karısı ve rüşdünü ispatlamaya çalışan "birazcık şımarık" oğluyla cebelleşiyor.

Anladığım bu. Ama yanlışlar da olabilir. Dediğim gibi, pek vakıf olmadığım, olmaya da uğraşmadığım bir konu ABD Tarihi. Dolayısıyla içine giremiyorum bir türlü.

***

Daniel Day-Lewis'e geçeceğim ama... Eğer filmde Thaddeus Stevens'ı oynayan Tommy Lee Jones'un muhteşem performansından en azından bir cümleyle de olsa bahsetmezsem yazı eksik kalabilir. Oynadığı rol bir kere çok enteresan zaten. Nasıl ki Lincoln üzerinden bir liderin özel hayatına, ülkesi için verdiği tüm mücadelelerin yanında bir de evinde yaşadığı mücadelelere, sorunlara giriyorsa Lincoln filmi; Thaddeus Stevens rolüyle de Afroamerikan yanlılığını bir grup ABD'linin, bireysel bir şekle büründürüyor... İzlemeyenler için sürprizi kaçmasın diye öylece bırakıyorum. Çok enteresan...

***

Gelelim Day-Lewis'e...!

Bu adam öyle bir adam ki... Bence 1-Marlon Brando'ysa (zamanına hürmeten o da...), 2-Al Pacino/Robert De Niro/Jack Nicholson'sa... 3 de tartışmasız Daniel Day Lewis'tir.

1809 ila 1865 yılları arasında yaşamış bir politikacıdan bahsediyoruz: Abraham Lincoln'den. Bu adamın haydi diyelim her şeyini muhteşem bir şekilde çalıştınız, sesini nasıl etüt edersiniz?.. Bu mümkün müdür? 

Daniel Day-Lewis BBC'ye verdiği bir röportajda, Lincoln'ün sesinin her yerde çok met edildiğinden,  çok tasvir edildiğinden bahsediyor. Başkanı anlatan biyografilerde, adına yapılmış belgesellerde hep bu "özelliği" üzerinde durulmuş Lincoln'ün. Lewis de, mümkün olduğunca yaklaşmaya gayret etmiş tabii mükemmele. Hem de İngiliz aksanından sıyrılarak, ki bunun fevkalade zor bir şey olduğunu tahmin ediyorum... Ve ortaya çıkan sonucu bir cd ye kaydedip, hemen Spielberg'e yollamış. Üzerine de bir not iliştirmiş cd yi taşıyan paketin: "herkesten önce sen duy istedim."

Vampiri bir postürü olduğu söylenir Lincoln'ün, düztabanmış gibi yürüdüğü. Çok uzun boyluymuş aynı zamanda başkan; sesi ince ve tiz, ara ara hafif çatallaşan, Illinois-Indiana ve Kentucky aksanlarının bir karışımı olarak nitelendiriliyormuş.

İşte bu adamı Lewis, baya iyi yeniden ete kemiğe büründürmüş... 

Denilebilir ki, madem bilmiyorsun ABD'ye dair bir şey, Lincoln'le tanışmış olma ihtimalin de olmadığına göre, nasıl oluyor da Lewis'in yorumunu beğeniyorsun? Haklılık payı var tabii bu yorumda. Ama sinema da bu değil mi zaten? Kaçımız Hitler'i tanıdık ya da Serge Gainsbourg'u ya da Nelson Mandela'yı?.. Ama hepimiz Bruno Ganz'ı, Eric Elmosnino'yu ve Morgan Freeman'ı bu tarihi şahsiyetlere can verirken takdir ettik. 

Daniel Day-Lewis Lincoln'ü zaten, ben öğreneyim diye oynadı. Olay o!

***

Daniel Michael Blake Day-Lewis ve O'nun filmlere hazırlanış maceraları?

* My Left Foot - 1989

İrlandalı felçli bir yazarı oynadığı filmin çekimleri süresince Lewis, tekerlekli sandalyeden bir kez olsun kalkmadı. Öğle yemeklerini ona ekipteki insanlar yediriyorlardı. Sandalyenin geçmeyeceği bir yere gideceği vakit, yine ekipteki görevliler Lewis'i kucaklarında taşıyorlardı.

* The Last of the Mohicans - 1992

Bir Amerikan yerlisini oynadığı film için altı ay gibi bir süre Alabama'nın vahşi doğasında yaşadı. Yönetmen Michael Mann'ın demesine göre Lewis bu filmin çekimleri süresince doğru dürüst yemek bile yememiş. Tüfeğini bir saniye bile yanından ayırmadan, kano yapmayı, hayvan derisi yüzmeyi öğrenmiş...

* In The Name of the Father - 1993

Bir hata sonucu hapse düşmüş bir adamı oynadığı film öncesi uzunca bir süre hapishanede yaşamış Lewis. Bir sorgulama sahnesi için üç gün hiç uyku uyumamış.

* The Crucible - 1996

Bu filmin çekimleri süresince hiç yıkanmamış. Oynayacağı karakterin evini kendisi inşa etmiş ve vücuduna gerçek dövmeler yaptırmış.

* The Boxer -1997

Boksörü oynayacağı için eski dünya boks şampiyonundan 18 ay boyunca boks dersleri almış. Rol arkadaşı Emily Watson'la senaryo icabı 14 yıl görüşmemesi gerekiyormuş; rolü kabul ettiği andan itibaren çekimler bitene kadar Emily Watson ile kesinlikle görüşmemiş, görse de onu, bir kez olsun konuşmamış.

* Gangs of New York -2002

Kasap Bill rolü için uzun süre bir kasabın yanında çalışmış. Çekim aralarında ikide bir bıçağını biliyormuş. Filmin geçtiği 19. yüzyılda sıcak tutan mantolar olmadığı için çekim aralarında kalın, modern mantolar giymeyi reddetmiş ve bu yüzden zatürre olmuş. Aynı zamanda bu filmde yeterince sinirlenebilmek için sık sık Eminem dinliyormuş.

***

Sally Field & Daniel Day-Lewis

Kısacası ben geçen gün Ukde Sineması'nda Lincoln filmini değil, Lincoln'ü, Daniel Day-Lewis'i seyrettim.



19 Şubat 2013 Salı

Silver Linings Playbook


Silver Linings Playbook, 2012,  David O. Russel

Filmin henüz 14üncü dakikası. Tımarhaneden "şartlı tahliye" olan aldatılmış ve akıl sağlığını, huzurunu yitirmiş adam, eski hayatına dönünce bir kriz geçirir ve neticesinde kendini ruh doktorunun önünde bulur. Ruh doktoru  kriz geçirmiş adama şöyle der: "hastalığının ne olduğunu biliyor musun! Manik depresifmişsin." Adam şöyle bir düşünür ve ardından doktora bakarak konuşur: "Evet... Ruh halim değişiyor, aşırı stres nedeniyle tuhaf şeyler düşünüyorum..."

Eğer bir filmde buna benzer bir sahneyle karşılaşıyorsanız, bilin ki bu film seyirciyi salak yerine koyan, fazla izlenilmek isteyen, seyirciyi zorlamaktan kaçınan bir sinema geleneğinin ürünüdür. 

Neden?

  1. Hangi ruh sağlığı bozuk insan, hastalığını bu kadar açık sözlülükle dile getirir? Hasta, hastalığıyla gerçekten de bu kadar barışık olabilir mi?
  2. Hangi ruh sağlığı bozuk insan, hastalığını bir aptala anlatır gibi "hem de işin erbabına, doktora" bu denli açıklayıcı bir biçimde açıklar?
  3. Hangi ruh sağlığı bozuk insan, hastalığını açıklarken bir kez olsun yutkunmaz bile ve oldukça berrak, hatasız bir cümle kurar?
ABD sineması bunu yapıyor, hem de sıkça yapıyor. Çünkü seyircisini kaybetmek istemiyor. Sinemada filmi izleyen seyirci, "manik depresyon da nesi?" deyip filmden kopmasın istiyor. Her şeyi açıklamaya, mümkün olduğunca takibi yüksek tutmaya çalışıyor. 

Öyle hemen ABD sinemasını küçümsemeyelim. ABD sinemasına öykünen Türk sinemasının kimi neferleri de bu "sığ" taktiğin savunuculuğuna çoğu zaman soyunuyor... Neyse.

***
Jennifer Lawrence-Bradley Cooper

2012 yapımı Silver Linings Playbook mainstream -ana akım- bir Hollywood filmi.

Öğretmen Pat Solitano (Bradley Cooper) bir gün eve döndüğünde kendi gibi öğretmen karısını, yine aynı okulda tarih dersleri veren bir başka öğretmenle sevişirken yakalar. Nevri dönen Pat Solitano, tarih öğretmenini haşatı çıkıncaya kadar döver ve bu eyleminden ötürü, kafayı sıyırdığı teşhisiyle akıl hastanesine kapatılır. 

Filmi Pat'in, 8 ay sonra hastaneden çıktığı; evine, anne-babasının yanına döndüğü ve beri yandan hayatını eski haline, mutlu olduğu günlere geri getirmeye çalıştığı sahnelerden itibaren takip ediyoruz.

Karısının hala kendisine aşık olduğunu düşünen Pat, bir şekilde "yaklaşma yasağı" olan karısına ulaşmaya çalışır ve bunun için tek yol, kendi gibi ruh sağlığı zedelenmiş Tifanny'den (Jennifer Lawrence'tan) geçer. 

Kocasını kaybetmiş ve büyük bir depresyonun içine, tıpkı Pat gibi düşmüş Tiffany, birçok erkekle sadece yatmak için yatar ve kendini, itibarıyla beraber zedeler.

Tifanny'yi Pat'ten ayıran özellik, Tifanny'nin hastalığını ve başına gelenleri artık kabul etmiş olmasıdır. Pat ise karısının onu hala sevdiğini, bir gün muhakkak tekrar bir araya geleceklerini ve zihinsel olarak hiçbir problemi olmadığını düşünmeye devam etmektedir.

Bir şekilde Tiffany Pat'e, Pat de Tiffany'ye ilaç olur ve bu iki ruh sağlığı zedelenmiş kimse, birbirlerinin kucaklarında şifa bulurlar.

Tabii bir takım "bu maçı kazanırsak, kurtulacağız!" yapmacık coşkusu, "her şey çok güzel olabilir, hayat devam ediyor, yiiihaa!" iteklemesi filmin her anında yoğun bir biçimde hissediliyor...

Ama geneli itibariyle çabuk tüketilen, akıcı ve insanı pek de üzmeyen bir film olduğunu söyleyebilirim Silver Linings Playbook'un. İzlemezsen ölmezsin, ancak izlersen de hayatının en kötü deneyimi olmaz.

***

Bradley Cooper, Robert De Niro

Notlar, notlar...

  1. Jennifer Lawrence, çok etkileyici bir performans sergiliyor. Kızın her geçen gün daha büyük rollere soyunması tebrik edilecek cinsten. Üstelik yaşının hala 23 olduğunu düşünecek olursak... İşte öyle... (15 Ağustos 1990 doğumlu Lawrence)
  2. Robert De Niro Baba Pat rolüyle Oscar'a aday. En iyi yardımcı erkek oyuncu dalında. Rakipleri kuvvetli. Bilhassa The Master filminden Philip Seymour Hoffman ve Lincoln'den Tommy Lee Jones De Niro'yu zorlayacaklardır kuşkusuz. (Django Unchained'den Christoph Waltz de tabii büyük aktörü zorlayacaklar arasında ama birkaç yıl arayla iki Oscar kendisi için biraz zor gibi...) Akademi Ödüllerine dair benim en merak ettiğim bu dalda kazananın kim olacağı? De Niro'nun "yardımcı" erkek oyuncu dalında aday olduğunu görmek zaten kulağa bir garip geliyorken, bir de üstüne aday olduğu bir yerde bu devin ödülü kaptırması... Aman! Aman!
  3. Filmdeki espriler beni çok güldürdü. Filmin mizahi yanı tam ayarında. Esprilerin, niteliğinden çok benim hayatımda da vuku bulmuş olması beni çok güldürdü. "İşte aynen böyle, bunu ben de yaşamıştım!" demesi bir izleyicinin, filmin belli bir başarıyı zaten elinde tuttuğunun göstergesidir.
  4. Geçmişi parlak olmayan bir kadını hayatına aldığın zaman, hissettiğin egemen duygu çekinceden çok korkudur. "İnsanlar ne derler?", diye pek çekinmezsin, ama "ya bu kadın geçmişte yaşadıklarını tekrarlarsa, o zaman ben insanlara ne derim?", korkusu tüm bedenini sarar. 
  5. Bir erkeğin tüm fantezilerini yaşayabileceği için bir fahişeyle yatmaya can atması, ama aynı maceralı sevişmeyi karısından gördüğü zaman karalar bağlaması ve artık karısına fahişe gözüyle bakması ne acıklı bir durumdur...
  6. Birçok yüksek gişe hasılatlı filmin başrol oyuncusu Bradley Cooper'ın bu film için "audition"a, yani "denemeye" çağrıldığını duymak çok düşündürücü. Memleketimin başrollerini ve çakma  aktörlerini düşününce soruyorum: en son hangi film ya da dizi için denemeye alındılar?..
  7. Chris Tucker'ın da filmde ufak bir rolü var. 1997 yılından beri beyaz perdede gözükmüyordu. Baya kilo almış. Michael Jackson'ın "You Rock My World" şarkısının başında "Alright, shomon then! Shomon!" deyişi hala kulaklarımda.

18 Şubat 2013 Pazartesi

Amour


Amour, Haneke, 2012
"People always fight to maintain their dignity, and the more difficult the situation you’re in, the bigger the battle. That’s our fate as humans, regardless of age. Every individual is confronted with the question of how much of their dignity they’re prepared to give up, or the extent to which they’ll fight against it."* 
Michael Haneke, Amour (1) 

Michael Haneke'nin 2012 yapımı filmi Amour, bize iki yaşlı insan üzerinden "aşk"ı sorgulatıyor. Bu aşk üzerinden de hayatı, insanı ve daha birçok maalesef yüzeysel ele alıyor olduğumuz demode konuyu.

Aslında filmin isminin doğru çevirisi ne olurdu bilemiyorum. Film Türkiye'de vizyona "Aşk" diye girdi ama Fransızca bilen biri olarak filmin ismini ben gayet "Sevgi" olarak da çevirebilirdim mesela. Aynı şekilde bir başkası "Dostluk" dese, çok yadırgamazdım. Haydi "Dostluk" bir kenara dursun, ama kelime anlamı itibariyle kimse "Amour" kelimesini Türkçeye doğrudan "Aşk" diye bir kalemde çeviremez. Açıkçası burada biraz Türkiye'deki sinema endüstrisinin gişe kaygısına şahit olduğumu hissediyorum. "Sevgi" isimli bir filme 100 kişi gelecekse, "Aşk"a 500 kişi gelir. Bu ülkemizin bir gerçeği...

***

Şu "filmin isminin doğru çevirisi ne olurdu?" sorusunu "şimdilik" bir kenara bırakalım ve birazcık filmin içine girelim. Belki o zaman sorduğumuz soruya daha rahat cevap verebiliriz ve ben de niçin "Sevgi" isminin de pekala koyulabileceğini açıklayabilmiş olurum.

***

Amour Paris olduğunu tahmin ettiğim bir yaşlı şehrinde geçiyor -bunu şehrin yaşlı nüfusuna bakarak söyleme yetkisini kendimde görüyorum. Geniş bir daire, yüksek tavanlar, hayallerdeki mobilyalar ve kitaplar-piyano-plaklar... Hemen izleyicinin zihninde bir damga beliriyor: bu evde her kim yaşıyor ise; sanatla alakalı biri, muhtemelen yaşı ileri biri, zengin biri ve hayatın ritminden biraz kopuk, evde vakit geçirmeyi seven biri.

Bu damgayı basmak üzere elinde tutan seyirci, tek bir yerde yanılıyor. "Biri" değil, "birileri"... Bir yaşlı çiftten, iki kişiden bahsedeceğiz, onların evine konuk olacağız.

Georges (Jean-Louis Trintignant) ve eşi Anne (Emmanuelle Riva), mümkün olduğunca sade bir dille tasvir ettiğim apartman dairesinde yaşayan bir yaşlı çift. Seksen üzeri gibi duran karı-koca, filmin ilk sahnelerinde birbirleriyle fevkalade nazik bir dille ve pek de eğlenir gibi, hayatı bu şekilde sevmiş ve olduğu haliyle kanıksamış gibi muhabbet ediyorlar, "yaşayıp gidiyorlar." 

Fransızca bilenler kuşkusuz hissedeceklerdir, çok temiz bir biçimde konuşuyorlar ana dillerini. Pek az kullanılan, son derece büyük bir nezakete işaret eden kimi dilsel kalıpları savuruyorlar karı koca birbirlerine. "T'ai-je dit que je t'ai trouvée très jolie ce soir," mesela, Türkçeye tam anlamıyla geçemeyecek kadar "ender" bir kullanım. İlla çevirecek olsak, cümlenin nezaket arayışını beri yana bırakıp şöyle diyebiliriz: "Bu gece seni çok güzel bulduğumu söylemiş miydim?" 

1995 yılında 7 yıl, 2002'de de 5 yıl Fransa Cumhurbaşkanlığı yapmış Jacques Chirac'ın da eşine bir ömür boyu "siz" diye hitap ettiğini düşünecek olursak, bu nezaketin Fransızlara özgü bir hassasiyet olduğu neticesine varabilir miyiz?..

Neyse. Önemli olan bu iki yaşlı Fransız'ın birbirlerine iltifat etmeleri, birbirlerine karşı hala aşk/sevgi duygularını beslemeleri.

İşte film böyle başlıyor. Ne oluyorsa da, çok değil filmin onuncu dakikasına yakın oluyor. Karı koca başbaşa yenilen bir yemek esnasında, Anne bir anda geçici hafıza kaybı yaşıyor. Georges ne olup bittiğini anlayamadan, Anne kendine geliyor ve az önce yaşadıklarına dair hiçbir şey anımsamıyor.

O andan itibaren, filmin bir çeşit "görünmez sekanslar" halinde ilerlediğini söyleyebiliriz. Filmin bence en büyük eksiği de işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Aradan geçen zaman belirtilmeden, Anne'ın her yeni "sekans"ta hafızasını biraz daha yitirdiğini, vücudunun önce sağ yarısına, sonra da tamamına felç geldiğini görüyoruz. 

Yaşlı çiftin kızları Eva (Isabelle Huppert), filmde pek gözükmese de, aslında önemli bir rol oynuyor. Felçli karısıyla ilgilenen ve bir tek karısıyla konuşabildiği yıllar boyu birlikte yaşamakla ve aynı yastığa baş koymakla anca elde edilebilecek frekans uyuşmasından doğan bir "üst-dil" sayesinde Georges, Anne'ın isteklerine tam anlamıyla vakıf olabiliyor. Karısına verdiği "bir daha seni asla hastaneye yatırmayacağım, seni huzur evine vermeyeceğim" sözünün arkasında katı katıya duran Georges, "kimi eylemlerini" denetlemeye kızı Eva'nın yaşananlara bir parça dışarıdan, daha "aşksız/sevgisiz", günün gereklilikleri bağlamında bakması sayesinde muktedir olabiliyor.

Hasta bir yaşlı kadın ile, onunla ilgilenen kocası ve aynı zamanda da tek arkadaşının hikayesini anlatıyor Amour. 

Ama filmin sorduğu asıl soru şu: "bir ömür boyu ayakta, sapasağlam gördüğümüz bir sevdiğimizi; hasta ve tek başına hayatta kalmaktan aciz hale geldiğinde -ya da geldiği takdirde- de sevebilir miyiz? Sevmek zorunda mıyız? Sevmeli miyiz?.."

Hani diyor ya Cemal Süreya, babasının ölümünün ardından: "babamdan ummazdım bunu" diye; ben de soruyorum: acaba her halükarda, sevdiğimiz kişiyi sevmeye devam etmeli miyiz?

Georges (Jean-Louis Trintignant) ve Anne (Emmanuelle Riva)
Annemin elimi tutup bana şöyle dediğine çok defa şahit oldum: "oğlum, inşallah bir gün bana bakmak zorunda kalmazsın, sana ayakbağı olmam..."
Bu temennisi annemin, hep bana çok saçma gelmiştir. İşin bu kısmında değilim. İnsanın beyninin, yaş ilerledikçe, böyle düşüncelerle dolmasındayım daha çok... İnsan nasıl olur da böyle bir şey düşünür. Anneme "anne sana az evvel söyledim ya anneannem seni aradı diye!" diyerek kızdığım zaman ve kızarken haklı olduğumdan, anneme hakikaten anneannemin aradığını haber verdiğimi gayet net hatırladığımı bildiğim zaman, ben annemin aklına böyle bir "kaygı" tohumu ekiyor olduğumu hiç fark etmezdim, hissetmezdim... 

Cennet anaların ayakları altındadır, diyen bir toplumun ferdi olarak, bu filmi izledikten, bunları düşündükten sonra kendimden bir parça utanıyorum. O topluma da ne kadar entegreyim, gerçi onu da bilmiyorum...

Peki annem değil de bu kişi, karım olsun mesela. (Karım yok ya, bol kepçe atabilirim, kimse alınmaz.) Karım elden ayaktan kesilse. Konuşamasa, hareket edemese, sadece kütle-hacim olarak bir mevcudiyeti olsa bu dünyada... Bu işkence değil mi? Benim açımdan o kadar olmasa da, karım için bu işkence olmaz mı? 

Düşünmesi bile korkunç. Bir zamanlar aşık olduğun, cinsel olarak arzuladığın; zekasına muhtemelen, hayran olduğun; uzun uzun ellerinin süzülüşünü izlediğin, dudaklarına baktığında bu organın ne işe yaradığını ilk defa kavradığın kadın; ağzına verdiğin lokmayı çiğnemekten aciz... 

Sen gitar çaldığında sana o güzel sesiyle şarkı söyleyen kadın, sinirlendiğinde sana tokat atan, hastalandığında pamuk elleriyle sana çorba yapan kadın; şimdi senin onun altını temizlemene muhtaç...

Peki bu bir zorunluluk mudur? Yani, bir zamanlar kahramanımız olan babamız, ilk sevgilimiz annemiz, aşkımız karımız-kocamız bahsettiğim hale geldiklerinde, yine de yaşamaya devam etmek zorundalar mı?.. 

Ben bu konuda pek emin değilim...

Bu soruların sonu tabii ötanazi hakkına kadar gider. Ülkemizde de daha kürtaj muhabbetine bu denli sınırlamalar getirilmiş, getirilecekken; sanırım ötanazi hakkından bahsetmek, saçmalık olur. 

Ama düşünülmelidir, o ayrı.

Ben düşündüm. Belli ki Haneke de düşünmüş. Bu yüzden zaten Haneke'nin röportajından alınma bir "cevapla" başladım yazıya.

Böyle bakıldığı zaman da, "aşk"ın daha içsel olduğunu (tek taraflı) ve "sevginin" ise dışavurulması gerektiğini   kabul ediyorsak eğer (çift taraflı); o zaman filmin adı "Aşk" kadar pekala "Sevgi" de olabilirmiş diyorum ben, filmi henüz izlemeyenler için fazla detay da vermeden...

Muhteşem oyunculuklarla bezediği filmini, basit bir prodüksiyonla anne-babasının gerçek hayatta yaşadıkları evde çekmiş Haneke. Israrla reddediyor: "filmi, anne-babamdan ilham alarak yapmadım," diye, tıpkı filmin enteresan bir anında, fol yok yumurta yokken ortada ekrandan geçen bir dizi tablonun hiçbir anlamı olmadığını söylemesi ve bir anda yaşlı çiftin evine giriveren güvercinin herhangi fikrin sembolü olduğu tezini reddettiği gibi. (2)

Ne var ki ben septiğim bu konuda, şüpheci yani. Ama olsun. Bana düşündürdükleri yeter Haneke'nin. Oscar'da insana bu kadar doğrudan dokunan bir filmin akıbeti ne olur bilemem. Ancak Haneke filmlerini takibe devam, yılmadan, bıkmadan, usanmadan. 

Ve kabul edelim: ölüm, bazen fevkalade makul bir tercihtir.

*, "Kişi itibarını korumak için bir ömür mücadele ediyor ve durum ne kadar kötüye giderse, kavgası o denli çetinleşiyor. İnsanlığın değişmez kaderi bu, yaş ayırt etmeksizin. Her birey, itibarından ödün vermeye ne kadar hazır olduğu sorusuyla karşı karşıya kalıyor veya savaşının ne kadar daha süreceği..."

*1, (http://www.afc.at/jart/prj3/afc/main.jart?rel=de&reserve-mode=active&content-id=1164272180506&artikel_id=1332442011817)


Anna Karenina


Anna Karenina, 2012, Joe Wright


"Delirip, kendimizi trenin altına atmasak da, bence hepimiz ona -Anna'ya- benziyoruz. Hepimiz en sevdiklerimizi incitiyoruz, pişman olduğumuz şeyler yapıyoruz. Bunları kötü insanlar olduğumuz için değil, kendimizi her an kontrol edemeyen duygusal insanlar olduğumuz için yapıyoruz. Siz Anna'dan daha iyi misiniz? Gerçekten mi? Ben daha iyiyim diyemem. İyi bir insan olmaya çalışıyorum ama hatalar yapıyorum. Buna insanlık diyoruz."
Keira Knightley, Aralık 2012, Milliyet Sanat

2012 yapımı Anna Karenina filminin başrol oyuncusu Keira Knightley'nin Milliyet Sanat dergisinin 2012 Aralık sayısında yayınlanan röportajında, "Anna Karenina ile hangi konularda duygusal bağ kurabiliyorsunuz?" sorusuna verdiği yanıt, romanın büyüklüğünü anlatır cinsten. Eserin içinde bir karakter var. Toplum tarafından pek kolay benimsenemeyecek türden eylemlerde bulunan, bir kadın karakter. Ve insan bu karakteri önce okuyor, sonra bir yargı getiriyor ama daha önce "anlıyor". Ve anladığı bu karakter üzerinden, kendine varıyor. Ellerinin arasında tuttuğu kağıt yumağının üzerinde destanı yazılı karakterle bir oluyor, onun yanına oturuyor, onun elini tutuyor ya da kendisine gelmesi için suratına kocaman bir tokat indiriyor. 

Roman sanatının en büyük arayışı ve kaygısı yüzyıllardır gerçekçilik olmuştur. Gerçeğe mümkün olduğunca yaklaşma, yaşadığımız dünya üzerinde bir dünya yaratma, ayıkken rüyaya dalma -işin garibi; ne kadar ayık olursan o kadar derin dalarsın bu rüyaya. Lev Nikolayeviç Tolstoy, 19. yüzyılın başında doğmuş ve takip eden yüzyılın başında işi uzatmadan göçmüş gitmiş Rus yazar, gelmiş geçmiş en büyük yazar olarak gösterilir. Lolita kitabının yazarı Vladimir Nabokov, koskoca Dostoyevski'ye burun kıvırırken, ABD'de ve dünyanın birçok yerinde verdiği edebiyat derslerinde Tolstoy'u baş tacı etmiştir.


Neden?

İşte bu dediğim sebepten. Bir romancı ki, eseri yayınlanmaya başladıktan tam 139 yıl sonra bir kez daha sinemaya uyarlanıyor ve en büyük bütçeli, klasik edebiyattan belki de en kopuk sinema ödüllerine tam 4 dalda aday oluyor. 

Neden?

Çünkü yazdığı eseriyle ne soğuk savaş tanıyor, ne kapitalizm-komünizm... Sınırlar ötesine geçiyor ve sizin sinemanız varsa, bizim de edebiyatımız var, diye bas bas bağırıyor.

Sebepler çoğaltılabilir ama tez hep aynı kalacaktır.



Jude Law

***

Pek bilindiktir ama yine de yazalım. Anna Karenina kitabı, 1870'lerin Rusya'sını anlatır. Toplumun en üst tabakasına mensup bir kadının, evli-çocuklu bir kadının, yasak aşkını hikaye eder romancı Tolstoy eserinde...(veya beyaz perdeye uyarlamasının yönetmeni Joe Wright ve senarist Tom Stoppard filmlerinde). 

Yüksek bir devlet memuru olan Aleksey Aleksandroviç Karenin (Jude Law) ile evli Anna Karenina (Keira Knightley), monoton ve sıkıcı hale gelmiş evliliğinden bıkarak Vronski (Aaron Taylor-Johnson) isimli bir kont ile yasak aşk yaşar. 

Başta tatlı gelen bu ilişki, yavaş yavaş Anna Karenina'yı hem ruhen, hem de fiziki olarak çok yıpratacak, hastalık kapılarına dayandıracak, sonunda da bu kuvvetli gibi görünen, ancak bir süre sonra artık daha fazla tahammül gücü kalmayan kadını, feci bir intihara sürükleyecektir.

Olay aslında işte bu kadar basit. Ama tabii söz konusu kitabın Türkçesinin 836 sayfa (İletişim Yayınları) olduğunu düşünürsek, hikayenin birçok yerde çıkmazlara girdiğini, dallanıp budaklandığını ve yaşanan bir olay üzerinden ayrıntılandırma yöntemiyle 19. yüzyıl Rusya'sını baştan aşağı resmettiğini hiç korkmadan söyleyebiliriz.

***

Notlar, Notlar...:


Set-Sahne
Anna Karenina-Kont Vronski


  1. Keira Knightley'nin "en iyi kadın oyuncu" dalında Oscar'a en azından aday olmasını beklerdim.
  2. Filmi izlemek hiç istemezdim. Vizyona girdiğinde de gidip izlemeyişim bundandır. Kitabını henüz okumadığım bir filmi izlemek, ancak Oscar'a aday olduğu takdirde gerçekleşebilirdi zaten... Allah'tan konu, edebiyatla ilgilenen herkesin bildiği bir konu da, kitabı okuduğumda yine aynı zevki alacağımı düşünüyorum.
  3. Filmin en ilginç yanı çekimleri. Film, Rusya'da bir klasik dönem filmi olarak değil de; baştan sona -kimi  üçük parçalar dışında- tiyatro sahnesinde çekilmiş. Oyuncular da sanki birer küçük kukla. Hepsi, görünmeyen bir yönetmenin direktifleriyle hareket ediyor. Filmin yönetmen tarafından bu şekilde yorumlanması, büyük bir yenilik tabii. Bu duruma başrol oyuncusu Keira Knightley de şaşırmış: "Joe Wright bana aklındakinden bahsettiğinde, bunun delilik olduğunu düşündüm. Filmle ilgili ilk konuşmalarımızda Anna Karenina Rusya ve İngiltere'de çekilecek, tamamen gerçekçi bir film olacaktı. Ama bütçe birkaç kez kesilince, Wright'ın yeni ayarlamalar yapması gerekti. Ardından filmi, St. Petersburg'da romanın birkaç başka versiyonunun daha çekildiği evde çekmek istemediğini fark etti. Sahne-set fikri aklına yattı. Çünkü 18. ve 19. yüzyıldaki Rus aristokrasisi, Rusça bile konuşamıyordu; Fransızca ve İtalyanca konuşuyordu. Bu insanlar Fransız evlerine benzeyen evlerde yaşıyorlardı. Kendi kültürleriyle hiçbir bağlantıları yoktu kısaca. İşte set-sahne fikri de, rol yaptıkları ve kimlik krizi geçirdikleri fikrine uygun düşüyor. Bu da, Joe'nun her zaman işlemek istediği bir şeydi ve filmi 'çağdaş' uyarlama haline getiren de bu özelliği oldu."
  4. Anna Karenina'yı henüz ben de okumadım. Ama herkese okumasını tavsiye ederim. "Anna Karenina çok uzun, okuyamam," diyenlere de Madame Bovary'yi öneririm, kitabın Fransız orijinali; ya da daha iyisi Aşk-ı Memnu var, aynı eserin "üzerinde ayıp olmasın diye bir parça oynanmış" Türk taklidi... Bunlar da okunabilir tabii...
  5. Böylesi meşhur bir eserin beyaz perdeye uyarlaması, edebiyatın sinema üzerindeki etkisini merak eden, çalışılmış oyunculuk nedir görmek isteyenler için zevkli olacaktır. Ancak, böylesi uzun bir romanın bir buçuk saatlik bir filme uyarlanması, kimi kafa karışıklıklarına yol açmamış da değil. "Şu kimdi?", "bunun konuyla ilgisi ne şimdi?" gibi sorular, hikayeyle alakası pek fazla olmayan kimselerin kafasına ara ara takılabilir. Filmi oldukça müsait bir zamanda izlemek, en doğrusu olacaktır.



17 Şubat 2013 Pazar

Django Unchained


Django Unchained, Tarantino, 2012


Spagetti Western 1960 ile 75 yılları arasında Avrupa'daki, çoğunluğunu İtalyan yapımcı ve yönetmenlerin oluşturduğu bir dizi sinemacının düşük bütçeyle, ABD Western filmlerine öykünerek yaptıkları filmlere verilen pejoratif -yermeli, küçümseyici- isimdi. Bir İtalyan makarnası olan Spagetti önadı  da, ABD'liler tarafından işte bu yüzden bahsi geçen sinemaya verildi. 

1966 yılında İtalyan Sergio Corbucci, İtalyan-İspanyol ortak yapımı olan bir film çekti. Bu filmin açılış sahnesinde bir kovboy, çamurlara bata çıka peşinden sürüklediği bir tabutla, güney ordusunda binbaşı olan ırkçı Jackson'ın hakimiyetindeki kasabaya doğru ilerliyordu. Bu kovboyun gözlerindeki intikam ateşine arka planda çalan Luis Bacalov'un Django isimli müziği eşlik ediyordu: 

"Django, you must face another day -Django, hesaplaşmanı daha sonraya bırakmalısın.

Django, now your love has gone away -Django, sen şimdi sevgilini kaybettin."

Django, 1966, Sergio Corbucci

Aradan geçti tam 46 yıl. Bir ABD'li yönetmen, hem de meşhur/popüler bir yönetmen, tuttu bu vaktiyle memleketinin küçümsediği sinemanın eseri filmi tekrar yorumladı. Filmin ismi Django Unchained idi, yönetmenin ismiyse Quentin Tarantino.

***

Tarantino'nun Django'su, aslında Corbucci'nin Django'suyla benzer bir açılışa sahip, diyebiliriz. Tek fark Corbucci'ninkinde sırtta taşınan bir tabut var iken, Tarantino'nunkinde sırtta kamçı izleri, kan ve ter var.

Filmde hikaye edilen olay 1858 yılında, Amerikan İç Savaşına iki yıl kala vuku buluyor. Alman kökenli eskinin dişçisi, şimdinin ödül avcısı Dr. Schultz -Christoph Waltz-, peşine düştüğü adamların yerlerini bilen tek kişi olması sebebiyle Django'yu -Jamie Foxx'u- köle tacirlerinin ellerinden "kanlı bir biçimde" kurtarıyor ve ona şöyle diyor: "işte sana özgürlük, gel bana yardım et, senin intikamını alalım."

Film bu mesajı verdikten sonra kendine yeni bir alt-sınıf buluyor: blaxploitation. Yani; 1970'li yılların ABD'sinde ortaya çıkan, daha çok Afroamerikanları hedef kitlesi olarak belirleyen bir tür "siyahilere ırkçılık edenlerden intikam alan filmler"e verilen isim. Daha doğrusu bu filmleri içine alan alt-tür.

*** 

Django bu teklifi hiç düşünmeden tabii kabul ediyor. Ancak aklında olan özgür kalmaktan ziyade, Dr. Schultz'un peşine düştüğü üç adamdan tekinin sahibi olduğu plantasyonda, beyaz köle tüccarı Calvin Candie'nin plantasyonunda kaybettiği karısı Broomhilda von Schaft'ın -Kerry Washington'un- yaşıyor olma ihtimali ve onu kurtarabilme ihtimali...

Samuel L. Jackson ve Leonardo DiCaprio
İşte o andan itibaren Django ile Dr. Schultz birlikte çalışıyorlar ve tabiri caizse birbirlerinin gediklerini ustalıkla kapatan mükemmel bir ikili haline geliyorlar. 

Bir dizi ırkçıyı fena halde haşlayan ikili, sonra asıl büyük lokmaya, Calvin Candie'ye -Leonardo DiCaprio'ya- doğru ilerliyor. 

Django ile Dr. Schultz, Calvin Candie'den intikam alabilecekler mi? İntikam aldılar diyelim, Django'nun karısı olan Broomhilda von Schaft'ı Calvin Candy'nin elinden kurtarabilecekler mi? Kurtarsalar bile sonunda hayatta kalabilecekler mi? 
***

Not Defterimden:

     1.Tarantino 2007 yılında The Telegraph gazetesine verdiği röportajda zaten ABD'nin kölelikle olan iğrenç geçmişini yansıtacak bir filmi büyük bir ciddiyetle değil, ancak Spagetti Western tadında çekmeyi düşündüğünü söylemişti.


Django Unchained filmi üzerine Spike Lee (Malcolm X, Inside Man ve Do the Right Thing gibi önemli filmlerin Afroamerikan yönetmeni) bir açıklama yaparak filmi "saygısızlık" olarak kabul ettiğini ve kati surette izlemeyeceğini söyledi. Ardından twitter hesabından konuyla ilgili düşüncelerini genişleten yönetmen, "Amerikan köleliği  bir Sergio Leone spagetti westerni değildir, bir holokosttur," dedi ve ekledi: "benim atalarım köleydi. Afrika'dan çalınmışlardı. Onlara saygı göstereceğim."  

İki farklı yaklaşım... Kimi konuların "hassas konular" olarak nitelendirilmesi işte tam da bundan dolayı olsa gerek. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal. Birisi çıkar bu konuyu gündeme getireceğim, der ve bir film yapar. Diğer çıkar "iyi güzel de, bunun dili-üslubu bu mudur?" der. İkisine de kızamazsın; ikisi de kendi açısından haklıdırlar. 


Ben kendi adıma şöyle düşünüyorum. Dünyanın filmin yapıldığı yere göre bir ucunda, Türkiye'de ben bu filmi izledim ve film üzerine, filmde anlatılanlar üzerine bir araştırma yapma gereği duydum. Beni buna iten bu film oldu. Bu konuda da yalnız olmadığımdan eminim. Demek ki Tarantino en azından bir farkındalık yaratmış, ki bu da başlı başına takdir edilesi bir adım.

     2.Filmin en güzel yanı belki de, tarihle uyuşup uyuşmamasını umursamadan, Tarantino'nun yaşanan kimi hadiselerden kendince intikam alması. Boris Vian'ın Günlerin Köpüğü kitabının başında şöyle bir ibare yer alır: "Mon histoire est entièrement vraie, puisque je l'ai imaginée d'un bout à l'autre." Yani, "hikayem tamamen doğrudur; çünkü onu bizzat ben, hem de baştan sona hayal ettim." 

Tarantino'nun yaklaşımıyla, Boris Vian'ın yaklaşımı arasında pek bir fark göremiyorum. Hayat zaten yeterince gerçek, sanatta en azından kimi ince dokunuşlara yer açamaz mıyız? Yaşıyor olduğumuz hayatın, başımıza gelen kimi şeylerin seyrini sanatla değiştiremez miyiz?

     3.Tarantino'nun hayran olduğum iki özelliği: 

a)-Filmleri için seçtiği "soundtrack" -film müzikleri-, 
b) Sinema bilgisi... 

Tarantino'nun sinema bilgisi gençken çalıştığı video dükkanından kalma. Lise mezunu bile olmayan yönetmene "sinema okuluna gittin mi?" diye sorulduğunda hep aynı cevabı veriyormuş: "hayır, sinemaya gittim."

     4.Bugün "hangi yönetmenin film setinde yer almak istersin?" diye sorsalar, tartışmasız vereceğim isimlerin başında Tarantino yer alır. Yönetmenler çektikleri filmleri izlerken büyük zevk alıyorlardır kuşkusuz, ama ben Tarantino'nun filmini çekerken de büyük zevk aldığından eminim. 


Jamie Foxx ve Christoph Waltz
     5.Christoph Waltz, DiCaprio, Jamie Foxx ve daha görür görmez tanıdığım "beyazdan çok beyazcı" Samuel L. Jackson; rollerinde bir harikalar. Belki biraz DiCaprio'nun sırıttığını söyleyebilirim ama çok da emin değilim...

Afroamerikanların seçme hakkının sorunsuz olarak ancak 1965 yılında sağlandığı ve 2009 yılında ilk defa bir Afroamerikan'ın başkanlık koltuğuna oturduğu bu garip ülkenin tarihiyle sinema yoluyla yüzleşmesini izlemek için Django Unchained hiç de fena bir fikir değil. 

15 Şubat 2013 Cuma

Life of Pi


Life of Pi, Ang LEE, 2012

Okyanusaşırı bir yolculuk yaptığınızı düşünün. Koskoca bir gemidesiniz ve içinde bulunduğunuz gemi çeşit çeşit yaban hayvanla dolu. Bir gece fırtına bastırıyor ve geminiz batıyor. İçinizdeki maceracı ruha engel olamadığınız için siz de o sırada güverteye çıkmışsınız ve bu sayede mucizevi bir şekilde biraz sonra yaşanacak olan faciadan kurtuluyorsunuz. Okyanusun ortasında, ailenizin de içinde olduğunu bildiğiniz geminin görkemli batışını izlerken uzaktan, küçücük bir filikanın içindesiniz ve yalnız da değilsiniz. Filikada size eşlik eden bir orangutan, bir sırtlan, bir ölü zebra ve bir de Bengal kaplanı var...

Çoğu yazarın aradığı bir tattır, başlıca endişesidir insanın doğa ile olan ilişkisini metnine yansıtabilmek. Yaşar Kemal, Mahmut Makal gibi yazarlarımız, bizim ülkemiz açısından, bunu başarabilmiş edebiyatçılardır. Dört ciltlik İnce Memed eserinde Yaşar Kemal, Memed'in başına gelen her türlü sağlık sorununda Çukurovalıların doğaya sığındığını fevkalade geniş hazneli bir dille aktarır okuyucuya. 

Bir kitaptan uyarlama olduğunu düşünürsek Life of Pi'nin, eserin yazarı Kanadalı Yann Martel'in de benzer bir arayış içerisine düştüğünü savunabiliriz.

Bir insan, günümüz dünyasının insanı, acaba doğanın göbeğinde kalırsa, neler yaşar? Neler yaşar?, sorusu bir kenara; nasıl hayatta kalır?

***

Life of Pi, Kamera Arkası

Ben İstanbul'da yaşayan bir kimseyim. Çocukluğumun büyükçe bir bölümü bu koca şehirde geçti. Küçükken o yarım aklımla sorduğum bir "masum" soruyu anımsattı bu film bana: "annemin elinden tutmuş bir yerlere yürürken, yanından geçtiğim çöp kutularının yamacına birikmiş kediler, niçin beni, annemi gördükleri anda korkuyla dört bir yana kaçışırlar? Bunu neden yaparlar?"

İnsan doğa ile olan ilişiğini ne zaman kesti? Bu münasebet ne zaman son buldu?

Kentleşme, iyi güzel de, peki ya doğa? Kentler yaratma fikri mi doğayı öldürdü; yoksa doğa mı kentlere ayak uyduramadı?

En son ne zaman penceremizin önüne bir parça ekmek koyduk ki kuşlar yemlensinler?

Ne zaman o kuşlara bakarak "aman, sonra hepsi pervazlara pisliyorlar, arabalarımızın boyasını kaldırıyorlar bir şey değil!" demekten vazgeçtik? Dünyanın sonu mudur bir parça kuş pisliği?

Kediler nankördür, dedik. Ben bilirim, evet, bir parça öyledirler. Ama sahibine saldıran bir kediye sordunuz mu derdi ne, durduk yere mi atlamış sahibinin kasıklarına yani?

Kimi Avrupa şehirlerinde, mesela ilk aklıma gelen olduğu için söylüyorum Prag'ta, ağaçlara minik fileler içinde, top gibi nesnelerin asılı olduğunu gördüğümde çok şaşırmıştım. O sırada yanımda olan bir Çek dostuma nesnelerin ne olduğunu sorduğumda bana kuşlar için olduğunu söylemişti, filelerin içinde top şeklinde duran ağaca asılı nesneler, meğer ekmek bazlı yemlermiş...

Bu sistemi ülkemizde yaygınlaştırmak çok mu zahmetli? Çok mu pahalı? Ya da çok mu estetik dışı?

***

Soruya geri dönelim: bugün doğanın ortasında bir başımıza kalsak, hayatta kalabilir miyiz?

"Ne saçma soru, doğanın ortasında niçin tek başıma kalayım ki?" diye soranlara şu cevap verilebilir mi: "kışın araba motorunda uyuyan kediler, uçan kuşlar, sokakta gördüğün köpekler...vb. senin anlayışındaki bir medeniyetin ortasında kalmak zorunda mıdırlar peki? Sana bu hakkı, bu lüksü kim veriyor?"

On bir dalda adaymış Oscar'a Life of Pi. 3D izleme zevki kuşkusuz paha biçilmez. Ama bence asıl güzel olan, filmin seyirciye doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlatması. Keşke bir nebze daha bu konuya vurgu yapsaymış yönetmen ya da yapımcı... Her kimse.

Oyunculuk falan bekleme zaten. Öyle bir alan yok filmde, aktör/aktrislerin meziyetlerini aktarabilecekleri. Başroldeki çocuk Suraj Sharma denemeye bile girmemiş rol için.

Filmden beklenti görsellik. Efektler ve hikaye... Semavi dinleri karıştırmak, üstüne de bir parça Hinduizm serpiştirmek, "her biri aslında aynı şeyi söylüyor, her biri aslında aynı öğretinin savunucusu!" gibi de bir mesaj... Al sana Hollywood filmi.

***

Kanadalı yazar Yann Martel, Başbakanına 4 yıl boyunca her pazartesi bir kitap göndermiştir. Booker ödüllü yazarın eylemi için açıklaması ise şöyle:“Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri bir gün benim kabuslarıma dönüşebilir.”


Son söz belki de "ne acı" olmalı. Böylesi haşmetli, böylesi heybetli, böylesi göze hitap eden görüntüleri, doğa görüntülerini artık sadece filmlerde görebiliyoruz. Çünkü bu dünyada adını işitmediğimiz ne kadar çok ada varsa, o adalara gidip, kendi kafamıza göre yaşama ihtimalimiz de bir o kadar az.

14 Şubat 2013 Perşembe

Argo



Argo, 2012, Ben Affleck

2012 yapımı ABD'li Argo filmi; "en iyi film", "en iyi yardımcı erkek oyuncu", "en iyi uyarlama senaryo", "en iyi müzik", "en iyi kurgu", "en iyi ses kurgusu", "en iyi ses miksajı" gibi yedi dalda 2013 yılı Oscar'ına aday. Peki bu adaylıkları gerçekten hak ediyor mu?

ABD'nin Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı'nın genel adı olan Pentagon, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı CIA ve ABD sinema endüstrisinin kalbi Hollywood arasında bir ilişki olduğu artık söylentilerin de ötesine geçti.

Pentagon ile Hollywood arasında gözle görülür bir işbirliği olduğunu yıllardır biliyorduk zaten. Öyle ki Pentagon'da sadece Hollywood işleriyle ilgilenen bir medya bürosu olduğu zaten saklanmayan bir bilgi. 

CIA ise bu konuda bir parça daha ketum olsa da, uzun yıllardır Hollywood içerisinde önemli mevkilere CIA ajanlarının getirildiği kulaklara çalınır durur. 

Çok değil, birkaç sene önce Paramount'un 1950'lerdeki sansür bürosu şefi Luigi Luraschi'nin aktif bir CIA ajanı olduğu ortaya çıktı. Günyüzüne çıkan belgelerde sarih bir biçimde görülüyor ki Luraschi'nin CIA'ya ABD'nin imajını düzeltme amaçlı sansür faaliyetleri hakkında düzenli olarak rapor geçiyormuş. Aynı Luraschi uzun yıllar Hollywood yapımı film ve dizilere siyah karakterler dahil etme ve Sovyet karşıtı bir zihin yaratma konusunda "minik" görevlerde de bulunmuş.

Bir diğer gözle görünür bilgi de, mesela CIA'nın 1950 yılında George Orwell'in anti-komünist romanı Hayvan Çiftliği'nin yayın haklarını satın almış olması, aynı zamanda filmin 1954 yılında beyaz perdeye uyarlamasındaki tüm masrafları kendi cebinden karşılaması...

***

Bütün bunları laf olsun diye söylemiyorum. Amacım "Hollywood karşıtlığı değil", benim konum bu değil zaten. Sadece demek istediğim, Hollywood'ta çekilen birçok filme, bu kuşkuyu cebimizden bulundurarak bakmalıyız. Bu "seçicilik" zaman zaman bizi paranoyaklığa götürmüyor değil; ancak güçlü efektlere, sağlam oyunculuklara, harikulade kurgulara kanıp beynimizin yıkanmasındansa, varsın paranoyak olalım, diye düşünüyorum...

***

2012 yapımı Argo filmi de işte böyle, kuşkuyla yaklaşmamız gereken bir film.

Muhammed Musaddık, İran'ın seçilmiş başbakanı, ülkesinin kaynaklarını Batı'ya peşkeş çekmediği için 1953 yılında CIA tarafından düzenlenen bir kumpasla görevinden alaşağı edilir. ABD Musaddık'ın yerine rahatça yönetebileceği Şah Rıza Pehlevi'yi geçirir. Şah haliyle, koltuğunu borçlu olduğu ABD'ye mümkün olduğunca kaynaklarını açarken, beri yandan da müthiş bir yolsuzluk ve yozlaşmaya düşer. Her baskıcı rejimin yapacağı gibi o da bir gizli servis kurar -SAVAK- ve bu gizli servis halka kan kusturur. 

Baskıya dayanamayan halk 1979 devrimini yapar ve iktidar, devrim muhafızlarına ve de sürgünden dönen Ayetullah Humeyni'ye geçer. 

Çiçeği burnunda devrim ABD elçiliği önünde pek tabii eylemler düzenler. Galeyana gelen halk zincirlerini kırar ve elçiliğin kapılarını kırıp, ne var ne yok yakıp yıkar. 

Elçilikte tam 52 tane ABD'li rehin alınırken, 6 tane ABD'li diplomat da olay yerinden kaçmayı başarır. 

Bu diplomatlar Kanada büyük elçisinin evine sığınırlar ve ABD'den birilerinin gelip kendilerini kurtarmalarını 4 Kasım 1979 ile 20 Ocak 1981 seneleri arasında, aşağı yukarı iki yıl süren krizin ilk aylarında, her an öleceğiz korkusuyla beklerler...  

Tony Mendez, yani Ben Affleck, bu altı kişilik grubu kurtarmak üzere ABD'den İran'a yola çıkacak isimdir.

Peki aklından geçen nedir? 

Hollywood ile işbirliği yaparak, sanki bir bilim kurgu filmi çekecekmiş gibi İran'a giren Affleck, 6 ABD'li diplomatı da kendi ekibindeymiş gibi gösterip, apar topar ülkelerine geri kaçırmaya çalışır.

Argo en basit haliyle, işte bu hikayeyi anlatıyor.

***

Burası Kapalı Çarşı mı?
Not Defterimden:

  1. Filmde bir tane bile İranlının oynamamış olmasını anlamlandıramıyorum.
  2. Konuya baktığın zaman inanılmaz bir aksiyon filmi, gözlerini beyaz perdeden ayıramayacağın takip sahneleri bekliyorsun... Ama yok. Her şey çok sessiz sakin ve tabiri caizse "baygın" geçiyor. 
  3. Ben Affleck'i hiç sevmezdim, hala da sevmiyorum. Bir tek bu filmde abartısız oynamayı başarmış, o zaman da çok cansız olmuş. Sen bir bağımsız sinemada Jim Carrey olamazsan nasıl, bir ABD aksiyon filminde de Ben Kingsley olamazsın.
  4. İran gerçekten filmde gösterildiği kadar çirkin bir yer mi? Bu soruyu gerçekten soruyorum. Orada öcüler mi yaşıyor. Bir tane temiz pak insan yok mudur? Ya da güneş Acem ülkesinin topraklarını hep es mi geçer? Bu soruları gerçekten meraktan soruyorum. Ama orada görevde bulunmuş, samimiyetine son derece güvendiğim bir teknik direktörümüzün Tahran'dan döndükten sonra dedikleri geliyor aklıma: "tahmin ettiğiniz gibi değil; bizden çok daha özgür oldukları alanlar var ve insanları bizim insanımızdan maalesef çok daha kültürlü..."
  5. Filmin kaç sahnesi Türkiye'de çekildi? Bana öyle geliyor ki çoğu? Eğer film İran'da çekildiyse, helal olsun İran'a, topraklarında böylesi bir filmin çekilmesine izin verdiği için, derdim...
  6. ABD'lileri bir konuda takdir ediyorum: sinemanın kudretini fevkalade iyi anlamışlar. Bu sektörün dünyayı ne kadar pembe gösterebileceğini, işine gelmeyen dünyaları da ne kadar kara gösterebileceğini anlamışlar, kağıtlarını ona göre oynuyorlar. Kaldı ki ABD anti-komünist bir ülke. Bu uğurda elinin altında kendi yarattığı bir silah var. Dünyanın bir diğer ucuna ulaşabildiği, bir hayli kudretli bir silah. Bunu kullanmasın da ne yapsın? FB TV'de niçin Galatasaray belgeselleri gösterilmiyor diye kızabilir miyiz?.. ABD'nin bu oyunu kim ne derse desin zekice. Saygı duymaktan başka ne yapılabilir ki?
  7. Şu İran'da yaşananlar, bana bir şeyler anımsatıyor ama... Çıkaramıyorum.
  8. İlgilenenler için işin iç yüzü: http://www.wired.co.uk/news/archive/2012-10/19/making-of-argo

Killing Them Softly




"Birini öldürmek nedir bilir misin?.. İnsan duygusallaşıyor. Duygusallaşıyor işte... Bir sürü tantana ve emin ol bu hiç de eğlenceli bir iş değil... Bana emanet edilen adam öldürüleceğini anlayınca ağlar, sızlar, yalvarır, donuna işer, annesini ister... Bir anda durum utanç verici bir hal alır. Onları duygularına dokunmadan öldürmek istiyorum. Bir şey hissetmeden, uzaktan ve kibarca öldürmek istiyorum."
 Jackie, Brad Pitt, Killing Them Softly

Geçen gece Ukde Sineması'nda izlediğim filmin Türkiye'yle arası pek iyi değil. Malum, filmin ülkemizde vizyona girdiği hafta dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, katıldığı bir televizyon programında Killing Them Softly filmi için şunları söyledi: 

‘’İsim vermiyorum ama bir dolu küfrü alt alta dizdiğinizde gişe yapıyorsunuz. Ben devlet olarak buna destek veremem. Benim işim sanat filmi. Şiddeti, etnik ayrımcılığı, nefret söylemini destekleyemem. Brad Pitt’in filmini gördüm. Görmeyin. Sinemadan çıkmayı düşündüm, iğrenç. Bu kadar yüz kızartıcı diyalog hiçbir mekânda duymadım, duymak da istemem. 13 yaş üstüymüş film. ‘18 yaş üstü yapın hatta yapabiliyorsanız kaldırın’ dedim. İnsan eşiyle izlerken rahatsız olur mu?’’
Siyaset Ukde Sineması'nın konusu değil, bu sebepten bu açıklamalar üzerine yorum yapmayacağım. Belki bir bilgi daha aktarabilirim çok çok, o da ne kadar gerekli bilemiyorum...

Ertuğrul Günay'ın bu açıklamalarından sonra ilk iki hafta 15 yaş sınırıyla oynayan film için yeni yaş sınırı 18 olarak belirlendi. 

Tüm bunlardan bahsetmemin asıl sebebi, filmin en azından isminin çeviri açısından Türkçe'yle arasının güzel olduğu. Killing Them Softly, Kibarca Öldürmek, bence filmin içeriğini tam da kıvamında anlatıyor.

***

Killing Them Softly bir romandan beyaz perdeye uyarlanmış. George V. Higgins isimli ABD'li bir romancının 1974 yılında yayımladığı Cogan's Trade kitabı, filme ilham kaynağı olmuş.

Film basit bir suç dünyası profili çiziyor olabilir, ancak hikaye boyu neredeyse her sahnede bulunan televizyon, radyo gibi kitle iletişim araçları sayesinde film aynı zamanda Bush'tan Obama'ya geçişi, ABD'nin dünya üzerinde ikinci dünya savaşından bu yana yüklendiği misyonu, ekonomik açıdan ülkenin her başkan yahut başkan adayının vaatlerini, aynı zamanda bu vaatlerin içlerinin ne kadar halktan kopuk olduğunu, bir grubu hiç mi hiç ilgilendirmediğini fevkalade güzel anlatıyor.

Bu açıdan filmin içinde, bir başka film daha oynuyor denebilir.

***

Bunun dışında filmin asıl hikayesine bakacak olursak, çok büyük insanların yaşamlarına burnumuzu sokmuş olmuyoruz. 

Ufak bir kumarhane, orta karar meblağlar ortada dolaşan; basit bir kumarhane sahibi ve bu kumarhaneyi soymaya gelen iki pek de akıllı olmayan hırsız. 

Kumarhanenin soyulması sorun değil, soyanın kim olduğunun bilinmesi -tahmin edilmesi diyelim- sorun. 

İsimler meydana çıkınca, geriye intikam almak kalıyor. 

Paraları çalınan ve aptal yerine konan kumarhane müdavimleri bir dizi cinayet işleyecekler ve bunun için bir profesyonele ihtiyaçları var. İşte Brad Pitt'in canlandırdığı Jackie karakteri de tam da bu noktada devreye giriyor. 

Film Jackie isimli tetikçinin kendisine emanet edilen iki hırsız, onların patronu ve de bu hırsızlık olayında parmağı olması muhtemel kumarhane sahibini "kibarca" öldürmesini anlatıyor.


***

Not Defterimden:



  1. Filmdeki cinayet sahnelerini görünce, insanların öldürüşlerini, Türk sinemasının daha kırk fırın ekmek yemesi gerektiğine tüm kalbimle inandım. Bu kadar inandırıcı ve estetik olamaz hiçbir ölüm. ABD sinemasının olayı da bu olsa gerek; hunharca yaşanan ölümleri bile imrendirici gösterebiliyor... Bu iyi mi kötü mü, bilemedim.
  2. A, B'ye bir kötülük yapar. B de, A'dan intikam almak için C'yi görevlendirir. Hikaye de C'nin, A'nın peşine düşüşünü anlatır... O kadar kolay değil o iş. Killing Them Softly'yi No Country For Old Men'deki (2007) kadar yüksek bir heyecanla takip etmek mümkün değil. Kovalama sahneleri çok daha durağan, çok daha ağır oturaklı, çok daha gerçekçi ve psikolojik.
  3. Bu filmi sırf oyunculukları daha bilinçli gözlemleyebilmek için bile bir kere daha izleyebilirim. Sadece Brad Pitt değil; kumarhane sahibi Ray Liotta, çaylak hırsız Scoot McNairy ve sürpriz bir rolü olan James Gandolfini, tek kelimeyle muhteşemler... Karakter yaratmak, doğal olmak bu olsa gerek...
  4. Pek akıcı bir film değil. Kimi yerlerdeki özdeyişsel kullanımları iyi yakalayabilmek için kafa müsait olduğunda izlenmeli film. Sindire sindire, yavaş yavaş...
  5. Filmdeki müzik pek kulağıma ilişmedi ne hikmetse. Biraz daha akılda kalıcı bir müzik ve bir parça daha  gerilim seviyesi yüksek kurguyla bu film Akademi Ödülleri'ne bence oynardı. 
  6. Filmin yönetmeni Andrew Dominik'i yine Brad Pitt'in başrolünde olduğu The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford (2007) filminden biliyorum ve beğeniyorum. Ancak yine de aynı senaryonun bir de Quentin Tarantino tarafından ele alınılışını izlemek isterdim.