Amour

18 Şubat 2013 Pazartesi

Amour


Amour, Haneke, 2012
"People always fight to maintain their dignity, and the more difficult the situation you’re in, the bigger the battle. That’s our fate as humans, regardless of age. Every individual is confronted with the question of how much of their dignity they’re prepared to give up, or the extent to which they’ll fight against it."* 
Michael Haneke, Amour (1) 

Michael Haneke'nin 2012 yapımı filmi Amour, bize iki yaşlı insan üzerinden "aşk"ı sorgulatıyor. Bu aşk üzerinden de hayatı, insanı ve daha birçok maalesef yüzeysel ele alıyor olduğumuz demode konuyu.

Aslında filmin isminin doğru çevirisi ne olurdu bilemiyorum. Film Türkiye'de vizyona "Aşk" diye girdi ama Fransızca bilen biri olarak filmin ismini ben gayet "Sevgi" olarak da çevirebilirdim mesela. Aynı şekilde bir başkası "Dostluk" dese, çok yadırgamazdım. Haydi "Dostluk" bir kenara dursun, ama kelime anlamı itibariyle kimse "Amour" kelimesini Türkçeye doğrudan "Aşk" diye bir kalemde çeviremez. Açıkçası burada biraz Türkiye'deki sinema endüstrisinin gişe kaygısına şahit olduğumu hissediyorum. "Sevgi" isimli bir filme 100 kişi gelecekse, "Aşk"a 500 kişi gelir. Bu ülkemizin bir gerçeği...

***

Şu "filmin isminin doğru çevirisi ne olurdu?" sorusunu "şimdilik" bir kenara bırakalım ve birazcık filmin içine girelim. Belki o zaman sorduğumuz soruya daha rahat cevap verebiliriz ve ben de niçin "Sevgi" isminin de pekala koyulabileceğini açıklayabilmiş olurum.

***

Amour Paris olduğunu tahmin ettiğim bir yaşlı şehrinde geçiyor -bunu şehrin yaşlı nüfusuna bakarak söyleme yetkisini kendimde görüyorum. Geniş bir daire, yüksek tavanlar, hayallerdeki mobilyalar ve kitaplar-piyano-plaklar... Hemen izleyicinin zihninde bir damga beliriyor: bu evde her kim yaşıyor ise; sanatla alakalı biri, muhtemelen yaşı ileri biri, zengin biri ve hayatın ritminden biraz kopuk, evde vakit geçirmeyi seven biri.

Bu damgayı basmak üzere elinde tutan seyirci, tek bir yerde yanılıyor. "Biri" değil, "birileri"... Bir yaşlı çiftten, iki kişiden bahsedeceğiz, onların evine konuk olacağız.

Georges (Jean-Louis Trintignant) ve eşi Anne (Emmanuelle Riva), mümkün olduğunca sade bir dille tasvir ettiğim apartman dairesinde yaşayan bir yaşlı çift. Seksen üzeri gibi duran karı-koca, filmin ilk sahnelerinde birbirleriyle fevkalade nazik bir dille ve pek de eğlenir gibi, hayatı bu şekilde sevmiş ve olduğu haliyle kanıksamış gibi muhabbet ediyorlar, "yaşayıp gidiyorlar." 

Fransızca bilenler kuşkusuz hissedeceklerdir, çok temiz bir biçimde konuşuyorlar ana dillerini. Pek az kullanılan, son derece büyük bir nezakete işaret eden kimi dilsel kalıpları savuruyorlar karı koca birbirlerine. "T'ai-je dit que je t'ai trouvée très jolie ce soir," mesela, Türkçeye tam anlamıyla geçemeyecek kadar "ender" bir kullanım. İlla çevirecek olsak, cümlenin nezaket arayışını beri yana bırakıp şöyle diyebiliriz: "Bu gece seni çok güzel bulduğumu söylemiş miydim?" 

1995 yılında 7 yıl, 2002'de de 5 yıl Fransa Cumhurbaşkanlığı yapmış Jacques Chirac'ın da eşine bir ömür boyu "siz" diye hitap ettiğini düşünecek olursak, bu nezaketin Fransızlara özgü bir hassasiyet olduğu neticesine varabilir miyiz?..

Neyse. Önemli olan bu iki yaşlı Fransız'ın birbirlerine iltifat etmeleri, birbirlerine karşı hala aşk/sevgi duygularını beslemeleri.

İşte film böyle başlıyor. Ne oluyorsa da, çok değil filmin onuncu dakikasına yakın oluyor. Karı koca başbaşa yenilen bir yemek esnasında, Anne bir anda geçici hafıza kaybı yaşıyor. Georges ne olup bittiğini anlayamadan, Anne kendine geliyor ve az önce yaşadıklarına dair hiçbir şey anımsamıyor.

O andan itibaren, filmin bir çeşit "görünmez sekanslar" halinde ilerlediğini söyleyebiliriz. Filmin bence en büyük eksiği de işte tam bu noktada ortaya çıkıyor. Aradan geçen zaman belirtilmeden, Anne'ın her yeni "sekans"ta hafızasını biraz daha yitirdiğini, vücudunun önce sağ yarısına, sonra da tamamına felç geldiğini görüyoruz. 

Yaşlı çiftin kızları Eva (Isabelle Huppert), filmde pek gözükmese de, aslında önemli bir rol oynuyor. Felçli karısıyla ilgilenen ve bir tek karısıyla konuşabildiği yıllar boyu birlikte yaşamakla ve aynı yastığa baş koymakla anca elde edilebilecek frekans uyuşmasından doğan bir "üst-dil" sayesinde Georges, Anne'ın isteklerine tam anlamıyla vakıf olabiliyor. Karısına verdiği "bir daha seni asla hastaneye yatırmayacağım, seni huzur evine vermeyeceğim" sözünün arkasında katı katıya duran Georges, "kimi eylemlerini" denetlemeye kızı Eva'nın yaşananlara bir parça dışarıdan, daha "aşksız/sevgisiz", günün gereklilikleri bağlamında bakması sayesinde muktedir olabiliyor.

Hasta bir yaşlı kadın ile, onunla ilgilenen kocası ve aynı zamanda da tek arkadaşının hikayesini anlatıyor Amour. 

Ama filmin sorduğu asıl soru şu: "bir ömür boyu ayakta, sapasağlam gördüğümüz bir sevdiğimizi; hasta ve tek başına hayatta kalmaktan aciz hale geldiğinde -ya da geldiği takdirde- de sevebilir miyiz? Sevmek zorunda mıyız? Sevmeli miyiz?.."

Hani diyor ya Cemal Süreya, babasının ölümünün ardından: "babamdan ummazdım bunu" diye; ben de soruyorum: acaba her halükarda, sevdiğimiz kişiyi sevmeye devam etmeli miyiz?

Georges (Jean-Louis Trintignant) ve Anne (Emmanuelle Riva)
Annemin elimi tutup bana şöyle dediğine çok defa şahit oldum: "oğlum, inşallah bir gün bana bakmak zorunda kalmazsın, sana ayakbağı olmam..."
Bu temennisi annemin, hep bana çok saçma gelmiştir. İşin bu kısmında değilim. İnsanın beyninin, yaş ilerledikçe, böyle düşüncelerle dolmasındayım daha çok... İnsan nasıl olur da böyle bir şey düşünür. Anneme "anne sana az evvel söyledim ya anneannem seni aradı diye!" diyerek kızdığım zaman ve kızarken haklı olduğumdan, anneme hakikaten anneannemin aradığını haber verdiğimi gayet net hatırladığımı bildiğim zaman, ben annemin aklına böyle bir "kaygı" tohumu ekiyor olduğumu hiç fark etmezdim, hissetmezdim... 

Cennet anaların ayakları altındadır, diyen bir toplumun ferdi olarak, bu filmi izledikten, bunları düşündükten sonra kendimden bir parça utanıyorum. O topluma da ne kadar entegreyim, gerçi onu da bilmiyorum...

Peki annem değil de bu kişi, karım olsun mesela. (Karım yok ya, bol kepçe atabilirim, kimse alınmaz.) Karım elden ayaktan kesilse. Konuşamasa, hareket edemese, sadece kütle-hacim olarak bir mevcudiyeti olsa bu dünyada... Bu işkence değil mi? Benim açımdan o kadar olmasa da, karım için bu işkence olmaz mı? 

Düşünmesi bile korkunç. Bir zamanlar aşık olduğun, cinsel olarak arzuladığın; zekasına muhtemelen, hayran olduğun; uzun uzun ellerinin süzülüşünü izlediğin, dudaklarına baktığında bu organın ne işe yaradığını ilk defa kavradığın kadın; ağzına verdiğin lokmayı çiğnemekten aciz... 

Sen gitar çaldığında sana o güzel sesiyle şarkı söyleyen kadın, sinirlendiğinde sana tokat atan, hastalandığında pamuk elleriyle sana çorba yapan kadın; şimdi senin onun altını temizlemene muhtaç...

Peki bu bir zorunluluk mudur? Yani, bir zamanlar kahramanımız olan babamız, ilk sevgilimiz annemiz, aşkımız karımız-kocamız bahsettiğim hale geldiklerinde, yine de yaşamaya devam etmek zorundalar mı?.. 

Ben bu konuda pek emin değilim...

Bu soruların sonu tabii ötanazi hakkına kadar gider. Ülkemizde de daha kürtaj muhabbetine bu denli sınırlamalar getirilmiş, getirilecekken; sanırım ötanazi hakkından bahsetmek, saçmalık olur. 

Ama düşünülmelidir, o ayrı.

Ben düşündüm. Belli ki Haneke de düşünmüş. Bu yüzden zaten Haneke'nin röportajından alınma bir "cevapla" başladım yazıya.

Böyle bakıldığı zaman da, "aşk"ın daha içsel olduğunu (tek taraflı) ve "sevginin" ise dışavurulması gerektiğini   kabul ediyorsak eğer (çift taraflı); o zaman filmin adı "Aşk" kadar pekala "Sevgi" de olabilirmiş diyorum ben, filmi henüz izlemeyenler için fazla detay da vermeden...

Muhteşem oyunculuklarla bezediği filmini, basit bir prodüksiyonla anne-babasının gerçek hayatta yaşadıkları evde çekmiş Haneke. Israrla reddediyor: "filmi, anne-babamdan ilham alarak yapmadım," diye, tıpkı filmin enteresan bir anında, fol yok yumurta yokken ortada ekrandan geçen bir dizi tablonun hiçbir anlamı olmadığını söylemesi ve bir anda yaşlı çiftin evine giriveren güvercinin herhangi fikrin sembolü olduğu tezini reddettiği gibi. (2)

Ne var ki ben septiğim bu konuda, şüpheci yani. Ama olsun. Bana düşündürdükleri yeter Haneke'nin. Oscar'da insana bu kadar doğrudan dokunan bir filmin akıbeti ne olur bilemem. Ancak Haneke filmlerini takibe devam, yılmadan, bıkmadan, usanmadan. 

Ve kabul edelim: ölüm, bazen fevkalade makul bir tercihtir.

*, "Kişi itibarını korumak için bir ömür mücadele ediyor ve durum ne kadar kötüye giderse, kavgası o denli çetinleşiyor. İnsanlığın değişmez kaderi bu, yaş ayırt etmeksizin. Her birey, itibarından ödün vermeye ne kadar hazır olduğu sorusuyla karşı karşıya kalıyor veya savaşının ne kadar daha süreceği..."

*1, (http://www.afc.at/jart/prj3/afc/main.jart?rel=de&reserve-mode=active&content-id=1164272180506&artikel_id=1332442011817)


0 yorum :

Yorum Gönder