Temmuz 2011

26 Temmuz 2011 Salı

La Science des Rêves


Gael García BERNAL, 'Stéphane' rolünde


Louis Chedid diye bir müzik adamı vardır. İşinde başarılı olmasının yanı sıra, sanat dünyasına Matthieu Chedid gibi bir 'yetenek küpü' evlat hediye edecek kadar da iyi bir babadır... Louis Chedid'in babası meşhur yazar Andrée Chedid'tir... Bu üç nesil sanatçı aile, genelde eserlerini Fransız dilinde vermişlerdir, fakat hepsi Cezayir asıllıdır... Yani; sömürgelerdir. Yani, ezilmişlerdir. Yani, emperyalizm nedir, gurbet nedir iyi bilirler. Yani savaş nedir, gayet iyi bilirler!..

Louis Chedid 2006 yılında 'Le Soldat Rose' adlı bir müzikalin kadrosunda bulundu, müzikalin bestelerini yaptı. Le Soldat Rose, yani 'Pembe Asker'... İsmini tercüme edip bırakmam, sanırım müzikalin 'savaş karşıtı' duruşunu yansıtmak için yeterli bir eylemdir...

Gael García Bernal

Müzikalin şarkıları, birbirinden ünlü Fransız şarkıcılarca yorumlanıyordu ki; 'müzikal' gibi zor kabul gören bir tarz, toplum tarafından daha rahat benimsensin, müzikalin mesajı alabildiğine yayılsın.

15 şarkılık müzikal cd'sinin en etkileyici şarkılarından biri, Alain Souchon'un seslendirdiği: Lunettes Bleues, Lunettes Roses (mavi gözlükler, pembe gözlükler).

Alors on a perdu ses yeux d'enfants 
Ces lunettes bleues , lunettes roses , 
Pour regarder le monde autrement 
Un beau jour on les pose négligemment 
Ces lunettes bleues , lunettes roses 
Et nous voila devenus grands *



*Öyleyse çocukken sahip olduğumuz gözlerimizi yitirdik,
Dünyaya farklı bir şekilde bakabilmek için ihtiyacımız olan
Şu mavi, şu pembe olan gözlüklerimizi yitirdik.
Bir gün geldi bıraktık bir köşeye,
Şu mavi, şu pembe olan gözlüklerimizi, yitirdik.
Ve işte sonunda biz de büyüyüverdik.


La Science des Rêves, her ne kadar fiziksel olarak büyüse de hala, inatla bir çocuk ruhuna sahip olmayı başarabilen ve bu sayede etrafındaki çoğu kimseden farklı bir yaşam süren Stéphane Miroux'nun (Gael García Bernal) hikayesini anlatıyor.


Bernal ve Gainsbourg


Stéphane, Meksika'da yanında yaşadığı babasının ölümünün ardından, Paris'te yaşayan annesinin yanına gitmeyi, bir süre orada kalmayı kabul eder. Paris'te küçük bir apartman dairesine, annesinin yanına yerleşir. Küçük dairenin karşısındaki daire de, Stéphane'ın annesine aittir ve orada yaşayan ve Stéphane'ın aşık olacağı kız Stéphanie de (Charlotte Gainsbourg) haliyle Stéphane'ın annesinin kiracısıdır.


Stephane'ın bir özelliği vardır: sık sık rüya görür ve rüyalarından o kadar zevk alır ki, kendisini tamamen rüyalarına teslim eder, kimi zamanlar 'rüya' ile 'gerçeği' ayırt etmekte güçlük çeker. Bu her ne kadar Stéphane için keyif verici bir durum olsa da, genelde onun çevresi tarafından dışlanmasını, toplumdan kopmasını ve yalnızlaşmasını tetikler.





'Çevre' dediğimiz bu geniş alanın içine Stéphanie'yi de eklemek pekala mümkün. Stéphanie Stephane'dan çok hoşlanır ancak, Stéphane'ın kendi dünyasındaki yaşamını gördükçe biraz tedirgin olur ve o da çoğunluk gibi Stéphane'a temkinli yaklaşır. 


Sürekli renkli rüyalar gören, kimi zaman hayatta karşılık bulamadıklarına rüyalarında karşılıklar türeten Stephane, çaresiz, rüyalarının kapılarını Stéphanie'ye açmak zorunda kalır. Film de işte burada başlar zaten! Acaba Stephanie, içinde yaşıyor olduğumuz 'büyüklerin dünyasını' bir süreliğine olsun bir kenara bırakıp, 'hayaller alemine' sevdiği erkekle birlikte yelken açabilecek midir?..


***
Film Oscar ödüllü Michel Gondry'nin elinden çıkma. Şahsen, yönetmenin Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmini çok beğenmiştim. Ancak orada beğendiğim; filmin yönetilişinden, ya da oyunculuklardan çok dahiyane senaryoydu. Ortada çok kuvvetli bir metin vardı. Onun dışında basmakalıp oyuncu Jim Carrey'i beğenecek değildim herhalde... Gerikalan her şey de, tıpkı Carrey gibi vasattı.

Yönetmen hakkında nihayi kararı verebilmek için bir iki filmine daha gözatmak gerekiyordu, bunlardan biri işte bu La Science des Rêves filmiydi ve karar net: Michel Gondry anca vasat bir yönetmen.

Filmin ilerleyişini gördükçe, aklımdan Tim Burton'ın aslında ne kadar külfetli bir işin altından kalktığını düşündüm. Herkes onun gibi olamıyor demek ki, deneyen de işte bu vasat yönetmen gibi eline yüzüne bulaştırıyor. Filmin tarzıyla Burton'ın sinema tarzı aynı, ama beyaz perdeye yansıyan maalesef sıradan bir film. Keşke filmi Burton çekseymiş!

Gael García Bernal

*Lütfen filmi izleyen ve beğenmeyenler aynı senaryonun bir de Tim Burton'ın elinde nasıl şekilleneceğini düşünsünler.
*Bernal, büyük yetenek! Gainsbourg, yalnızca uyumlu.
*Filmin asıl parlayan yıldızı Alain Chabat idi. Bilhassa esprileri muhteşemdi.
*Alain Chabat: "Arkamda kalıcı bir şeyler bırakmak gibi bir derdim yok... (Gaz çıkartır) Bunun dışında!"
*Filme dair en beğenmediğim nokta; sürekli iç mekanlarda geçiyor oluşu. Her sahnenin kapalı mekanlarda geçmesi, derin bir sıkıntıya ve boğulmaya yol açıyor. Bu açıdan bir bunaltı hissi hakim filme. Bu bunaltıdan, rüyalar aracılığıyla çıkarma fikri güzel olabilir -eğer varsa- ancak onu da yönetmen piç etmiş...

*The Velvet Underground'un "after hours" isimli şarkısının filmde Bernal tarafından seslendirilmesi çok hoştu.
*'Gözlerini kapat, kalbini aç', filmin mottosu. Yeter de artar bile!



25 Temmuz 2011 Pazartesi

Oldboy


Oldboy, 2003



1929 Şili doğumlu sürrealist sinema yönetmeni Alejandro JODOROWKSI'ye 'en beğendiği beş cinayet sahnesini' sordukları zaman, şöyle bir düşünmüş ve sonra da "bir tanesi kesinlikle, Güney Kore filmi olan Seom'daydı!", demiş ve aldığı cevap sonrası şaşkınlığını gizleyememiş röportöre çıkışmıştı: "bir ABD filmi söylememi bekliyordun değil mi?.. Hayır, en iyi cinayet sahneleri Kore'den çıkar!".

Geçen gece Ukde Sineması'nda gösterilecek olan filmi seçmek için arşivimin başına geçtiğimde, aklımda Jodorowski'nin işte bu sözleri vardı. Yine bir Güney Kore filmi olan Oldboy'u, hiç düşünmeden, seçtik. Filmi başlattık, izledik, bitirdik ve kendi kendimize şöyle düşündük: "yahu arkadaş, bu Güney Korelilerin nesi var?.." Nasıl bir ülkede yaşıyorlar ki böyle bir ruh haline bürünüyorlar?.. Bu kadar 'siyah' bir sanat anlayışı olabilir mi!"

'Manga'dan türeme!..'


Memleketimizde anca lüks kitabevlerinde  bulabileceğiniz bir şeydir 'Manga', o da olsa olsa İngilizce'sini. Pek popüler olamamıştır haliyle 'Manga' denen çizgi romanlar bizim topraklarda, fakat seveni de tam sever 'Manga'ları. Geçen sene tanıştığım bir kızın koca bir rafı Manga ile doluydu mesela, "bir tane okuyayım dedim, işte gördüğün bu 'manga' rafı ortaya çıktı sonra", demişti hiç unutmam...

Bu sebeptendir ki Manga kültürüne dair 'pek sınırlı' bilgiye sahibimdir. Ancak şöyle ifade edeyim; eğer her Manga'nın konusu, şu Oldboy'un konusu gibiyse, aman çocuklardan uzak tutun; kitabevlerinin bir bildiği var demektir...

Oldboy'un yönetmeni Chan-wook Park'ın Oldboy'u, meşhur Japon Manga Oldboy'dan türettiğini düşünürsek, öyle zannediyorum ki yukarıdaki tezimin sağlamasını yapmış oluruz!..

***




Tarantino'nun Kill Bill'inde bir takım sahnelerin kendine has bir çekim tarzı vardı. Gönül ister ki ismini bileyim de söyleyeyim, gönül ister ki siz de ismini bilin doğrudan anlaşalım. Fakat ben izah etmeyi yeğliyorum:


Hani şu sessiz sahneler var ya... Hani sanki Asya'dan kopup gelmişler!.. İşte onlardan bahsediyorum. Karizmatik bir dövüş aleti, siyah giyinmiş adamlar ve bir söz söyledikten sonra durağan bir ses efektiyle kameranın oyuncuların suratından kayması anı... Sanki bir roman okuyormuşçasına, sessiz ama sert sahneler... Ağır çekimler, ama hızlı sahneler...

Kill Bill'deki Lucy Liu'nun ailesinin öldürülüşüne, çocukluğuna döndüğü sahneleri hatırlayın. Hani şu çizgi film modunda çekilmiş olan sahneler var ya, onları gözünüzün önüne getirin işte...

Psikolojik olarak bir hayli zorlayıcı sahneler bunlar, hele ki ABD sinemasına vurgunsanız, çoğu zaman altından kalkamazsınız bu sahnelerin; yorar sizi...

İşte Oldboy'da bu teknikle çekilmiş bir film. Aslında 'çekilmiş' deyip, topu kameramana atmak biraz yanlış olabilir; diyaloglar, müzik, oyunculuk... aslında filme dair her teknik, işte bu tarzın eseri.

Manga okumasını sevenler Oldboy'u pek beğeneceklerdir; zira film Manga'nın kare kare beyaz perdeye aktarımı gibi...

***

Nuri Bilge Ceylan, Bir Zamanlar Anadolu'da filminin akabinde Yekta Kopan ile, NTV için bir röportaj yapmıştı. Sinema ile ilgili kimselerin rahatlıkla göndermelerde bulunabileceği 'kültür membası' bir söyleşi gerçekleştirmişlerdi. Önümüzdeki yazılarımda mutlaka, bahsi geçen röportaj sayesinde N.B. Ceylan'dan alıntılar yapacağım. Ama bu yazı için sadece bir cümleyi ön plana çıkarmayı hedefliyorum.

"Sinemanın gittiği yeri görünce, kendimi fazlasıyla yalnız hissediyorum... Bana öyle geliyor ki sinema, üzerine en çok yaptırım uygulanan sanat dalı. Bir yazara romanının kaç sayfa olacağını söyleyemezsiniz, ancak sinemacı filmini belli 'normlarla' sınırlı tutmak zorunda kalıyor çoğu zaman. Bir sinema filminin süresi tartışma konusu olabiliyor, nasıl ve hangi tekniklerle çekileceği de elbette..."
(Röportajda bu fikri başka cümlelerle anlatıyor N.B Ceylan; benimkisi aklımda kalışları itibariyle aklımda kalanlar.)

İşte bu normların tamamen dışında bir film Oldboy. ABD filmlerinden, ya da amerikanize olmuş sinemalardan ırak bir film... Alışmakta güçlük çekebilirsiniz, ancak bir kere kaptırdınız mı kendinizi, tadından da yenmez!..

***
Dae-su Oh'un (Min-sik Choi) kimliği belirsiz kişilerce kaçırılıp, tam 15 yıl boyunca, içinde televizyonu olan ve orta sınıf bir otel odasını andıran bir 'hapiste' tutsak edilmesini ve ardından 'bir anda', hiçbir açıklama yapılmadan serbest bırakılmasını anlatıyor Oldboy. Dae-su Oh'un, bu esrar perdesini aralamak, kendisine bu hainliği yapanı bulup intikamını almak için tam 5 günü var! Ne eksik, ne fazla. Zaman akıyor ve bir yandan istediğine gittikçe yaklaşırken, beri yandan da önüne çıkan kafa karıştırıcı engellerle uğraşıyor Dae-su Oh. O filmin içinde uğraşırken, siz de beyaz perde önünde kafa patlatıyorsunuz filmin sırlarına... Bir süre sonra Dae-su Oh ile aranızdaki duvar eriyip ince bir zara dönüşüyor; siz Dae-su Oh oluyorsunuz, Dae-su Oh da siz!..

***
İşin aslı Oldboy, filmin yönetmeni olan Chan-wook Park'ın "İntikam Üçlemesi'nin" ikinci ayağı. İlk film: Boksuneun Naui Geot, üçüncü film ise: Chinjeolhan Geumjassi. Ben bu diğer iki filmi izlemedim. Ancak yorumlarda belirtildiğine göre Oldboy'un içerisinde ilk filme dair kimi hikayelerden parçalar mevcut. Aynı bakış açısıyla üçüncü filmde de ikinci filmden, yani Oldboy'dan kimi parçalar bulunabilir, bu da üçüncü ve birinci filmleri de edinmek ve izlemek için yeterli bir sebeptir!

***

*Kameranın -dolayısıyla izleyicinin- duvara dönüştüğü, ipincecik bir koridorda on beş kişinin hunharca dövüştükleri sahneyi ve bu sahnede kullanılan çekim tekniklerini çok beğendim.


*Bir insanın intikam uğruna gözünü karartabiliyor oluşunu sevdim.

*Aynı insanın 'son derece makul' bir sebep ile, süt dökmüş kediye dönüşünü daha çok sevdim.

*Manga nedir, bir nebze olsun bir şeyler anlayabilmiş olmak hoşuma gitti.

*Dünyanın bir ucundan bir film izlemiş olmayı sevdim.

*Meselesi olan bir film izlemiş olmayı sevdim.

*Ahtapotların çiğ çiğ yeniliyor oluşlarına inanmak istemiyordum; inandım.

*Filmin ismini sevdim.

*Oyunculukları -bilhassa Ji-tae Yu'nunkini- çok beğendim.

Ji-tae Yu

Kalitesi ve gerilimi yüksek, kaçırılmayacak kadar güzel bir film... Önerilir!

Kapanışı filmi izleyenlerin anlayacağı güzel bir şiirle yapalım:
-Solitude-

LAUGH, and the world laughs with you; 
Weep, and you weep alone.  For the sad old earth must borrow it's mirth, 
But has trouble enough of it's own.  Sing, and the hills will answer; 
Sigh, it is lost on the air.  The echoes bound to a joyful sound, 
But shrink from voicing care. 

Rejoice, and men will seek you;  Grieve, and they turn and go. 
They want full measure of all your pleasure,  But they do not need your woe. 
Be glad, and your friends are many; Be sad, and you lose them all. 
There are none to decline your nectared wine,  But alone you must drink life's gall. 

Feast, and your halls are crowded;  Fast, and the world goes by. 
Succeed and give, and it helps you live,  But no man can help you die. 
There is room in the halls of pleasure  For a long and lordly train, 
But one by one we must all file on  Through the narrow aisles of pain.

Ella Wheeler Wilcox



Dip Not: Filmi izleyip de beğenenler için önerim; muhakkak 2010 Güney Kore yapımı Akmareul Boatda isimli filmi izlemeleridir.


21 Temmuz 2011 Perşembe

Kingdom of Heaven


'Balian de Ibelin', Orlando BLOOM



Savaş filmi yapmak, deontolojik değerlere sahip sinemacılar için zor iştir. Zira savaş dediğin iki ucu boklu değnek olduğundan, her iki uçtaki boka da aynı mesafede yaklaşmasını bilmelisin. The 'Kingdom of Heaven' da, işte bunu becermeye en çok yaklaşmış savaş filmlerinden.

'The Departed', 'London Boulevard' ve 'Body of Lies' gibi üst düzey aksiyon filmlerinin başarılı senaristi William Monahan'ın kaleminden çıkma; 'Gladiator', 'Black Hawk Down', 'American Gangster' gibi seyircinin ilgisini üzerine çekmeyi iyi bilen filmlerin yönetmeni Ridley Scott'un imzasını taşıyan bir savaş filmi 'Kingdom of Heaven'.

Konusu; 'haçlı seferleri'... Zor konu. Hele yapıldığı dönemi dikkate alacak olursak-yıl 2005-, sanırım işin ciddiyetinin daha iyi farkına varırız. Biraz düşünelim o dönem dünyada neler oldu, diye.

***
Film ekibi, filmin çekileceği yer olan Fas'a iner. Hazırlıklar başlar, set son kez gözden geçirilir, çekimler başladı başlayacak Daily Telegraph gazetesinde bir haber: "bu film açık seçik Bin Ladin'e sataşıyor!"... Set ekibi şokta. Düşünün, İslam dünyasının (belki de 'Arap dünyasının' demek daha doğru olur) Hıristiyan dünyası ile (belki de 'ABD ile' demek daha doğru olur) en 'elektrikli' olduğu dönemde, güvenliğinizin tam olarak sağlanıp sağlanmadığından emin olamadığınız bir yerde, Haçlı seferleri üzerine bir film çekiyorsunuz ve böyle bir haber yapılıyor hakkınızda -hem de bu haber Daily Telegraph gazetesine ait.

Liam NEESON ve Orlando BLOOM

'Kovboylarla dolu bir kasabada, kafada kıpkırmızı elma ile dolaşıyor olmaktan beter bir durum!..'

Hollywood'un hararetlenmiş yapımcı odalarında yapılan uzun süren toplantıların ardından, filmin senaryosunun dünya basını ile paylaşılması yönünde, sağlıklı bir karar çıkıyor. 

Her şey bitti, artık gönül rahatlığı içerisinde filmimize devam edebiliriz, derken bir ikinci şok, set ekibini bu sefer daha derinden vuruyor. UCLA Hukuk Fakültesi eğitim görevlisi Profesör Doktor Khaled Abou el Fadl film üzerine kaleme aldığı bir yazıda aynen şöyle bir ifade kullanıyor: "Bu filmin insanlara, Müslümanlık'tan nefret etmeyi öğrettiğine inanıyorum. Gözlerde Müslümanlara dair; 'aptal', 'derin konular hakkında düşünmesini bilmeyen', 'geri kafalı' ve 'engelli insanlar' imajı uyandırmak asıl amaç..."

Orlando BLOOM ve Jeremy IRONS

Film ekibine ve yapımcılarına yönelik ikinci darbe!..

Tüm bu eleştiriler, haliyle Fas Kralı IV. Muhammed'i de son derece etkiliyor. Bereket; Fas, her ne kadar bir krallık da olsa, mümkün olabildiğince 'modern' bir krallık... IV. Muhammed hemen ipleri ele alıyor ve Ridley Scott'a ve tüm sete özel güvenlik tahsis ediyor.

İşin beni düşündüren kısmı şurası:

Ben filmi izlerken İslam'a, dolayısıyla Müslümanlara karşı herhangi bir sataşma, aşağılama göremedim.

Kimi Batı cephesi üstünlükleri var, yok değil. Mesela şu Kudüs'ün Balian tarafından savunulması sahnesinde, zayıflığı her halinden belli olan; kralını yitirmiş, asker açığı olan(...) bir Haçlı ordusunu arkasını almış Balian'ın, Kudüs'ü savunurkenki savaş stratejisi çok zekice. Öyle ki "Kudüs akşama bizimdir!" diyen Selahaddin Eyyubi'nin ordusu, Kudüs kapılarında beklemedikleri bir direnç ile karşılaşıyor... Bu bir nebze, evet, küçük düşürücü bir olaydır... Ancak benim bunu bir çeşit 'Müslüman aşağılaması' olarak alabilmem için, işin gerçeğini bilmem lazım. Yoksa kim karar verebilir ki, bunun bir sataşma olduğuna?.. Ya gerçekten durum buysa?.. Hiç mi görmedik, çocuklarımıza anlatmadık, okullarda ezberleyip tahtada birbir sıralamadık 'on kişilik' orduların 'yüz binleri' devirdiğini?


Devam ediyorum: 

Film biter, dünyaya dağıtımına başlanır ve Beyrut'ta bir sinema salonundaki gösterimi sırasında, 'heyecan verici' bir olay yaşanır. Filmin bir sahnesinde Selahaddin Eyyubi, savaş alanında yere düşmüş bir Haç'ı, yerden kaldırıp, dik bir biçimde masaya koyuyor. İşte bu ağır çekimde verilen sahne Beyrutlu'ları heyecanlandırmış olacak, salondaki çoğu kimse ayağa kalkıp Selahaddin Eyyubi'nin bu hareketini alkışlıyor -gerçekten dini duyguları kabartmasını bilen bir sahne; tabii Müslümanlar için.

Ghassan MASSOUD, Selahaddin Eyyubi rolünde
Buna benzer hadiseler, farklı Müslüman ülkelerde de yaşanıyor ve işte tam bu sırada aklımdaki iki küçük bilgiyi birleştirme ihtiyacı duyuyorum: 

1-Ridley Scott, senaryoyu defalarca değiştirdiklerinden bahsediyor.
2-Senaryosu perdeye aktarılmadan tepki çeken bir Haçlı seferleri filmi, bittikten sonra Müslümanlarca ayakta alkışlanıyor.

Acaba senaryo, film çekilirken hafif değişikliklere uğramış olabilir mi?
Eğer uğradıysa bunda Muhammed IV'in Ridley Scott için özel olarak arttırdığı güvenlik önlemlerinin yahut film ekibine olan özel ilgi-alakasının bir etkisi olabilir mi?.. 

***
  • Metis Yayınlarının kataloğunda da bir kitabı mevcut olan (İran, Ketlenmiş Halk), Kolombiya Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmış Hamid Dabashi; filmin başından sonuna kadar hep film ekibiyle birlikte olmuş ve onlara faal olarak tarih danışmanlığı yapmış... Belki de sırf bu küçük bilginin hatırına filmin gerçekçiliğine inanmak lazım. Lazım mı gerçekten?..
  • Orlando Bloom'un, başrol için 30 kiloluk kas yapmasını takdir ediyorum.
  • Liam Neeson, Jeremy Irons ve Eva Green'i bir filmde, hep birlikte görmek güzeldi.
  • Edvard Norton'ın cüzzamlı kral, Kral Baldwin'i oynamasından önemli bir oyunculuk dersi çıkarmak gerekmiyor mu acaba?.. Adamın filmin kadrosunda olduğunu, film sonrası yaptığım araştırmalardan öğrendim. Bu kadar 'adını duyuramayacağı' bir rolü tercih etmesindeki sebep, adını duyurmakla işi olmadığı anlamına gelir mi ki?
    Edward NORTON
      Edward NORTON
  • Zekice tasarlanmış savaş sahneleri, bence doyurucuydu.
  • Böyle filmlerde niçin Fransızlar Fransızca, İtalyanlar İtalyanca konuşmazlar. Anladık film ABD filmi de, bu kadar mı zor ana diline uygun oyuncu seçimi yaparak filmi gerçek koşullarına uygun, dolayısıyla 'gerçekçi' hale getirmek?..


Balian: "Tüm bu zevale değer miydi? Kudüs'ün önemi nedir?"
S. Eyyubi: "Hiç bir şey... Her şey!"

20 Temmuz 2011 Çarşamba

J'ai Tué Ma Mère



Bu filmi anlatırken gelin biraz G.G Márquez'den, biraz Goethe'den, biraz Rimbaud'dan ve biraz da Bertolucci'den bahsedelim! Bakalım ortaya ilginç bir şey çıkacak mı?..

Hayat istisnalarla dolu. Hiç kuşkusuz! En güvendiğiniz genel yargı bile sizi yarı yolda bırakabilir. Bunu biliyoruz...
Elinizde tuttuğunuz kitabın en can alıcı sözünün altını; bir hayat boyu size eşlik eder, dara düştüğünüzde size 'el feneri' olur umuduyla çizersiniz... O cümle -özlü söz- o küçük kitaptan daha küçük bir kağıt parçasına aktarılır, oradan da başucunuza... Bakar bakar "dikkatli olmalıyım!", dersiniz, kendinizi beri yandan çimdiklikleyerek.

Gün olur öyle bir olay yaşarsınız ki, başucunuza altın harflerle kazıdığınız 'öğüt' ya da her ne ise, sizi büyük bir yanılgıya düşürür, açıkta kalırsınız...



Bu ne o sözün yanlışlığını gösterir, ne de sizin durumunuzla pek fazla bağdaşmamasını; yalnızca istisna taşına takılmıştır ayağınız, şans işte!..

Bu sebeptendir ki bir görüş aktaracaksam dikkatli olmamda yarar var!.. Bunun bilincinde olarak söylüyorum: "sinema ve edebiyatta, genç olmak bir avantaj değil, dezavantajdır!". Çünkü her iki sanat dalında da yaşadıklarınızın hem niteliği, hem de niceliği yaşınıza doğrudan bağlıdır ve anlatımınızın kuvvetlenmesi ancak çöp kutunuzun buruşuk saman kağıtlarıyla ve arka odanızın heba olmuş film makaralarıyla dolmasıyla gerçekleşebilecek bir olaydır.

Toy bir sinemacının toyluğu güzel olabilecek konuları kötü anlatımıyla piç etmesinden, toy bir yazarın toyluğuysa "Liseler Arası Sait Faik Edebiyat Ödülleri'ne", öğretmenlerinin teşvikiyle, bir öykü gönderiyormuşcasına kaleme aldığı ağır ve gerçeküstü benzetmelerle dolu cümlelerden belli olur.

Bu böyledir. Fakat, ne hoş ki istisnalar vardır!..

Bernardo Bertolucci mesela! 1940'ta doğmuş Bertolucci. Bir süre yalnızca şiir yazmış, sonra ani bir kararla sinema sektörüne girmiş. Pier Paolo Passoli'nin yanında çıraklık ettiği kısa dönemden sonra, tutmuş o da bir film yapmış. İlk eserini 62 yılında vermiş La Commare Seca, ikincisini ise 1964 yılında; Prima Della Rivolzione... Bu ikincisiyle kazanıyor ilk Oscar heykelciğini -kazanan filmi de olsa, yönetmenine say-.

Kaç yaşında? 24!..

İstisna...

Bu verdiğimiz 'sinema'dalından bir örnekti. Gelin bir de yazarlardan bulalım o aradığımız 'istisnamızı'...

İlk aklıma gelen örnek:

Günün birinde Almanya'da bir genç, bir roman yazar. Yıllardan 1774...

Bu roman öyle büyük bir salgına sebep olur ki toplumda; bir anda, tıpkı kitabın baş karakteri gibi mavi ceket-sarı pantolon giyen "aşık" gençlerin istilasına uğrar ülke... Kitabın basımıyla birlikte Almanya'da intihar vak'aları artar, toplum baştan aşağıya zedelenir!

Ben okudum bu kitabı. Okuduğum en muhteşem aşk kitaplarındandı. -Sulu öpüşmeler, tahrik edici 'aşkımsı' sözler arıyorsanız okumaya yeltenmeyin-

Adı da Die Leiden des jungen Werthers idi; Genç Werther'in Acıları.


Yazar? Johann Wolfgang von Goethe.


Yaş? 25.


İstisna!


Xavier Dolan, solda.



Peki tüm bunları niçin anlattım?


Bugün de bu insanlara 'ucundan kıyısından' benzeyen bir sinemacı ile karşı karşıyayız: Xavier Dolan.
Son filmi J'ai Tué Ma Mère-Annemi Öldürdüm.


Bir Goethe mi? Asla... Bertolucci? Bunu ilerleyen yıllarda göreceğiz. Ancak şimdilik şu kadarını söyleyebilirim ki; bu çocuk en azından deniyor. Edebiyatı sinemaya yansıtmaya, beyaz perdedeki görüntüleri de edebi bir dille izleyiciye algılatmaya çalışıyor. Bir şekil başkaldırı sineması da denebilir, yaptığına. En azından Ukde Sineması'nda gösterilen filmi için. Homoseksüel bir yönetmen olarak, homoseksüel bir genç yönetmen olarak; otobiyografik hikayesini anlatmaya çalışıyor. Olabildiğince çıplak haliyle... Bu bir başkaldırı değilse nedir?


G.G Márquez'in genç yazarlara bir numaralı öğütüdür otobiyografik anlatı: "hikayenizi fazla uzaklarda aramayın, yanıbaşınızdan yola çıkın anlatmaya", der.


Xavier Dolan işte bu yolu benimsemiş bir şekilde, homofobik annesiyle ettiği kavgaları, zaten hiç olmayan babasının yokluğunda yaşadıklarını, ergenlik döneminin yalnızlıklarını aktarıyor beyaz perdeye. "Ben buyum", diyor, "işinize gelirse!".


Anne 'Chantale' rolünde Anne DORVAL



***
20 Ekim 1854. Kuzey Fransa, Ardennes Bölgesi. Bourbon Sokağı, numara: 73. Küçük bir oğlan çocuğu doğar. İsmi Arhur Rimbaud...

Rimbaud'nun babası annesini küçük yaşta terk eder. Anne Katolik yobazıdır. Oğlanı yatılı okullara yollar...

Anneyle edilen sert kavgalar, bitap düşmüş bir beden, yalnızlık, hastalık ve sıkıntı...

İyi bir şair olmak için yeter de artar bile!

Arthur Rimbaud. Paul Verlaine aşığı bir genç şair... İlk şiir kitabı 1873'te, Rimbaud henüz 19 yaşında iken basılır... Verlaine ile tanışır. Verlaine'i tavlar ve karısını terk etmesini sağlar. Uzun süre iki eşcinsel aşık Almanya-Belçika dolanıp dururlar... Nereye gitseler homoseksüel oluşları sebebiyle dışlanır, horlanırlar...

Büyük aşkları her zaman büyük kavgalara sahne olmuştur. Bir gün artık dayanamayan Verlaine, Rimbaud'nun üzerine tabancayla ateş açar. Rimbaud kurtulur... Verlaine ise hapse atılır...

Sonra tek bir kez karşılaşırlar. Bu son görüşmeleri olacaktır ve Rimbaud, o tarihten itibaren bir daha asla şiir yazmayacaktır...

Bu hayatta öldürülecek tek kişi, kendi içindeki düşmandır.
O düşmanı dizginlemek 'sanat'tır.
Ne kadar sanatçıyız?

***
Xavier Dolan'ın hikayesi de Rimbaud'nunkinin bir benzeri. Hatta ben tüm filmi sanki Rimbaud'nun hayatını izliyormuşum gibi izledim. Annesiyle sürekli kavga eden bir homoseksüel genç var ortada. Hikayenin ortası işte tam burası.

Öyle kavgalar ki bunlar, hayatta çözülemezler. Öyle ki film bitince annenin haklı olduğu toplamda 10 kavga, Xavier'nin haklı olduğu yine toplamda 10 kavga sayabilirsiniz. İki uç var yani. Her ikisi de kendi halinde. Orta yol bulmaları imkansız, çünkü hiç anlaşamıyorlar. Birbirlerine açıklayacak bir şeyleri de yok. Dedim ya; imkansız kavgalar ediyorlar. Tamamen anlam karmaşalarından doğan!..

***

Çok süper bir film mi? Hayır, kesinlikle değil!.. Ancak iyi bir başlangıç. 'Güvenilir bir çek'. Umut vaat eden bir film. Geleceğe dair önemli mesajlar veren. Ben süper filmler yapacağım, bana güvenin, diyen...

Onun dışında aksayan bir film var ortada. Bir anne ile homoseksüel evladının kavgaları. Klasik bir amerikan filmi edasıyla ilerleyen bir film var gözler önünde... Hani şu Leonardo Di Caprio'nun Robert De Niro ile oynadığı This Boy's Life misali bir anlatı. Ama dediğim gibi sıkışıp duruyor. 

Bu genelde anlatıcının, anlattığı olayı yaşamaya koyulup, ne yaptığını unutmasıyla ortaya çıkan bir olaydır. Sanatsal yan ortadan kaybolur. Kendi hikayesini anlatan anlatıcı o kadar sinirlenmiştir ki olaya, iki saatlik hikayesinin büyük bir bölümünü, o sinirlendiği şeyden hıncını almakla çar çur eder. Anlatıcı zevk alır muhakkak bu işten, ancak seyirci ne olup bittiğini bir türlü anlamaz. Hele söz konusu olan olay bu tip bir ergen meselesi ise. Çoğu yetişkinin bir çok 'anne-oğul kavgası sahnesinde' filmden koptuğuna kalıbımı basarım. Bu bir tür anlatım sıkıntısı.

Ve işte J'ai Tué Ma Mère'de de buna benzer bir sıkıntı söz konusu.

Onun dışında stili, kamera hakimiyeti muhteşem Dolan'ın. Zaten baş rol oyuncusu olarak kendisini canlandırdığından, rolüne de hakim. Tekrar ediyorum, çatlak ergen erkek sesini muhteşem bir biçimde yansıtmış. -Gerçi bu yazıyı yazabilmek için izlediğim röportajlarında da sesinin filmdeki gibi olduğunu fark ettim, ne desem bilemiyorum-

*Quebec aksanlı Fransızca'yı sevemedim. Bir ABD'linin Franszıca konuşmasına benziyor kulağa doluşu.
*Bizim de henüz on dokuz yaşında bu filmi yapan Xavier Dolan gibi genç sinemacılara ihtiyacımız var.
*Bunun için gerçek manada acılara ihtiyacımız var.
*Ve tabii bir de bizi destekleyenlere.

19 Temmuz 2011 Salı

Stigmata


Patricia ARQUETTE,  'Frankie Paige' rolünde



Merak ediyorum; nasıl olur da The Da Vinci Code filmi tüm Vatikan yetkililerini ayağa kaldırıyor da, kendisinden tam yedi yıl evvel yapılmış Stigmata'yı kimse umursamıyor?.. İlginç.

Kimileri vardır 'din'e dair derin sorular beslerler. Emin olamazlar bir türlü din'in varlığından ya da yokluğundan. Tam inanmışken öyle bir olay yaşarlar ki kafaları allak bullak olur; ya da tam tersi, hiç inanacakları yokken bir ışık görürler, bir varlık emaresi; her şey değişir... Artık ne bir insan insandır onlar için, ne de ilahiler yalnızca melodi...

İşte böyle kimselerden biri, geçen hafta Ukde Sineması'nı ziyaret etti. Şartı belliydi: "beni aydınlat!". Dine dair bir film görmek istiyordu. Biraz basite kaçmak da olsa; istiyorum, bakalım sinema bu konuda ne diyor!..

Seyirci, cevap veremediği soruları sinemaya paslamıştı. Varsın biraz da onlar beni aydınlatsınlar, diyordu.

Seyirciyi kırmak dokuz kusurlu hareketten biri! Biraz beyin jimnastiği yaptım, Ukde Sineması'nun film arşivine baktım... Tek bulduğum ve "seyircinin izlememiş olduğu film" Stigmata idi. Bastık oynat'a, olanlar oldu...

***
Stigmata, Yunanca'da 'Stigma' kelimesinin çoğul hali. Stigma ise, hayvanların ya da esirlerin birbirlerinden ayırt edilebilmeleri için onlara yapılan işaretleme işlemine verilen isim. Yani bir nevi damgalama işlemi.

Zaten dine de buna benzer bir yansıması var.

Stigmata: İsa peygambere son derece gönülden inanmış kimselerin, İsa çarmıha gerildiğinde, ona yapıldığına inanılan işkencelerin aynılarını yaşaması durumudur. Bu Stigmatik -Stigmata'ya uğrayan kişi- önce ellerinden, sonra ayaklarından görülmeyen bir kudretçe çivilenir; ardından kafasının alın kısmının çevresinde bir çeşit kesici tel parçası dolanır, sonra da kırbaçlanır... Bunların hepsi, Stigmatik şokta iken ve görülmeyen bir güç tarafından gerçekleşir.

Film işte bu 'dini olaya' maruz kalan bir kızın hikayesini anlatıyor. 

Gabriel BYRNE, 'Peder Andrew Kiernan' rolünde
Tabii kimi ufak farklılıklar yok değil film ile anlatılan arasında. Bunlardan en bariz olanı; İncil'de bu olay yalnızca fevkalade inananların başına geliyor, oysa filmde Stigmatik tam bir ateist. Veya henüz dine inanıp inanmayacağına karar vermemiş bir kimse, demek daha doğru olabilir... Görünüş ve gerçekleştirdiği eylemler itibariyle dine uzak, demek yeterli olacaktır sanırım...

Günün birinde Brezilya'da tatilde olan annesinden aldığı bir tespih, o tespihe bağlı olarak gerçekleşen kimi doğa üstü olaylar.

Film özetle bu.

***
Benim asıl ilgimi çekense şu:

İlk paragrafta da değindim; The Da Vinci Code, Vatikan'ın hışmına en çok uğramış filmlerden. Hal böyleyken Vatikan itibarının zedeleniyor oluşundan şikayet edip, filmin tam anlamıyla 'saçma'olduğunu iddia etmekte haklı gibi duruyor.

Durum böyle mi bilemeyeceğim, şüphelerim var, diyelim!

Geçenlerde bir belgeselde, rastgele bir papaz The Da Vinci Code ile ilgili görüş bildiriyordu. 

"Kimileri Vatikan'ın, The Da Vinci Code'a saldırarak kitaba karşı ilgiyi yoğun oranda arttırdığını söylüyor. Bu bir fikir tabii... Fakat ben de diyorum ki; ya Dan Brown sırf Vatikan'ı rahatsız etmek ve bunun üzerinden para kazanmak için bu kitabı yazdıysa?.. Peki o zaman ne olacak?.."

Güzel soru!

***

Dostlar size acıklı bir haber, 2010 yılı Türkiye Cumhuriyet'inde en çok satılan kitap hangisi biliyor musunuz?
Hanefi Avcı-Haliç'teki Simonlar!

Başka söze gerek yok sanırım...


***
Şu noktada ilk paragraftaki soruma bir yanıt vermek istiyorum. 

The Da Vinci Code İsa peygamberin aslında normal bir insandan farksız olduğunu, onun da cinsel münasebette bulunduğunu ve inananlarının aklındaki hayattan çok daha farklı bir hayat yaşadığını anlatıyor.

Yani neredeyse din'i reddediyor.

Stigmata ise yalnızca inanmış kimse için 'kilisenin gereksiz olduğundan' dem vuruyor.   

"1945 yılında Nag Hamadi'de bir belge bulundu. Bu belgede İsa peygamberin gizli kalmış sözlerinin yazılı olduğu söylendi... St. Thomas ilkesi denilen bu belge, İsa dönemine ait en yakın belgedir... Vatikan bu belgeyi reddedip, dine aykırı olarak nitelemektedir... İddialara göre bu belgedeki İsa'nın ilk sözleri 'Tanrı'nın krallığı içinizdedir ve çevrenizdedir. Tahtadan ve taştan yapılmış binalarda değil. Bir parça tahta kırın, ben orada olurum. Bir taşı kaldırın, beni bulacaksınız...' şeklindedir."
Stigmata, film 

Şimdi diyelim ki siz kilisesiniz, hangisi daha çok canınızı sıkar: reddedilmeniz mi, sizin inandığınızı ve sizi var edenin reddedilmesi mi?..

 Kuşkusuz her ikisi de... Ancak birini daha öne koymak zorunda olsanız?..

***
Konuyu kapatırken son bir soru sormak istiyorum. Biraz evvel de aynı soruyu sordum: 

'Madem The Da Vinci Code'a bu kadar büyük tepki vardı da, 1999 yılı yapımı Stigmata filmi bundan hiç nasibini almadı?".

Sorularım bitmiştir Sayın Yargıç!

Dip Not: Filmi izleyeli baya bir zaman oldu. Uzun süre, bu filme dair bir yazı yazmanın uygun olup olmayacağını düşünüp durdum. Sonra mümkün olduğunca 'filmle sınırlı' bir yazı kaleme almaya karar verdim. İncittiğim olduysa özür dilerim.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Un Cuento Chino


'Ignacio Huang' ve 'Ricardo Darín' 

Şöyle yapalım: koca bir dünya haritasını önümüze serelim; bir direksiyonu çevirir gibi bir kaç santim sağ tarafa doğru döndürelim haritayı; kağıdın en solundaki ciddi kara parçası Arjantin, en sağındaki ciddi kara parçası da Çin Halk Cumhuriyeti olsun. Koca bir sopanın ucuna iki ülkeyi şiş kebap gibi dizmiş olduğumuzu hissettiğimiz anda tam ortadan; yani aşağı yukarı Demokratik Kongo Cumhuriyeti'nin olduğu yerden ikiye katlayalım haritayı. Çin ve Arjantin birbirinin üstüne bindi mi?.. Hah, işte şimdi 'Un Cuento Chino'; Türkçe'siyle 'Bir Çin Hikayesi' hakkında konuşmaya başlayabiliriz!

Ukde Sineması'nın blog'unu az çok takip edenler bilirler, Arjantin'le fena sayılmayacak bir kan bağım vardır. Çok severim bu ülkeyi, neyi var neyi yok sahiplenirim, o da ne zaman ihtiyacım olsa beni sofrasına davet eder: geçinip gideriz mutluluk ve huzur içinde yaklaşık dört yıldır.

Haliyle bana kimi zaman Arjantinliler derler ki: "yok efendim şu filmi izle, yok efendim bu şarkıcıyı dinle, yok efendim bilmem hangi kitabı oku...". Bu böyle sürüp gider uzun zamandır!

Bu sayede az şey öğrenmedim Arjantin kültürüne dair. Martin Fierro'yu bilir misiniz misal?.. Yahut Carlos Gardel kimdir?.. Hiç Tango yapmışlığınız var mı kendisiyle?.. 

Her neyse, bugün mevzu bahis Ricardo DarínIgnacio Huang ve Sebastián Borensztein. Bu üç adam oturmuşlar bir film yapmışlar, çok değil, geçenlerde -24 Mart 2011, Arjantin'de gösterime girdiği tarih- bendenize de Ukde Sineması'nda filmin projeksiyonunu yapmak düştü: kırmayalım Arjantinli dostlarımızın ricalarını!..

Ukde Sineması gösterim tarihi: 18 ağustos 2011... Fazla gecikmiş sayılmayız değil mi?..

***

Günün birinde bir Çinli, Çin Halk Cumhuriyet'inin sahip olduğu muazzam yeşillikler arasında bir gölde, küçük bir kayığın içine sevgilisini almış; bir yandan suda süzülüp bir yandan yemek yiyor. Son lokmalara yaklaşıldığı sırada Çinli aşık küçük kayığının ona yakın olan ucuna dönüyor ve saklı tuttuğu yerden iki adet alyans çıkartıyor. Aklında binlerce mutlu fotoğraf, gözleri dolmuş bir şekilde yüzünü sevgilisine bir dönüyor ki sevgilisini çığlık atarak gökyüzüne bakarken buluyor; çünkü tam o anda gökyüzünden kendi dilinde naralar atarak bir 'inek' düşüyor!.. Tam kadının, Çinli'nin sevgilisinin tepesine...


***

Çok hızlı bir başlangıç oldu değil mi?.. Bu bir öykü olsa, ya da herhangi bir romanın girişi; muhtemelen okuyucu kitabı kapatır "yok daha neler, nereden verdim bu salak kitaba bu parayı", der. Ancak sinemanın büyüsü de burada! Mümkün olduğunca inandırıyor sizi senaristin aklından geçen uçuk-kaçıklıklara, görsellik sağ olsun!

***
Bu, hikayenin; haritanın sağ kanadında; yani Çin Halk Cumhuriyet'inde kalan kısmı. Bir de işin sol kanadı; yani Arjantin kısmı var!

O tarafta da bizi kendi halinde, yaşamayı unutmuş, 'kendi yağında kavrulan' bir nalbur karşılıyor: Roberto (Ricardo Darín). Karamsar bir karakter Roberto. Hayattan büyük beklentileri olmayan bir koleksiyoncu. Kırklı yaşlarda, orta halli bir adamcağız. 

Koleksiyonculuğu da zaten biraz bu 'boşluğu' yüzünden. Karşısında ona aşık bir kadın, Mari (Muriel Santa Ana) var, her haliyle sevgisini belli ediyor Roberto'ya ancak Roberto'dan herhangi ciddi yaklaşım göremiyor. Ara sıra kaçamakları olmuyor değil, ancak iki orta yaşlı kimseden beklenmeyecek kadar gayrı ciddi.

Roberto'nun her şeye verecek bir cevabı var! Yukarıda yazdığım cümlelere ve takındığım suçlayıcı tavra dahi verecek bir cevabı var! Çok zor bir hayat yaşamış. Filmin içindeki güzel sahneleri bölmek istemediğimden sadece ana-babasını çok ufakken kaybettiğini söylemem yeterli olacaktır, öyle zannediyorum.

Özet olarak içindeki o boşluğu kimi koleksiyonlar yaparak dolduruyor. Bir çeşit 'hayatta kalma hobisi' denebilir buna... 

Koleksiyonlarından kimileri anlamsız, kimileriyse fevkalade anlamlı. Mesela kendisini doğururken vefat etmiş annesine, annesinin her doğum gününde, bir ufak biblo -cam oyuncak mı deseydik acaba?- hediye ediyor. Annesinin çerçeveli fotoğrafının durduğu bir küçük camlı dolap, baştan aşağı ufak cam biblolarla dolu! Böylece hem ruhunu tatmin ediyor, hem de bir yandan 'biblo' koleksiyonu yapmış oluyor. 

İtalyan l'Unità gazetesini düzenli olarak alıyor ve içinden gözüne absürt gelen her türlü haberi kesiyor, deri kapaklı bir deftere muntazamca yapıştırıyor. Yani absürt haberler koleksiyonu yapıyor. 

Gibi... gibi...

***

Bir itiraf: ben de buna benzer bir koleksiyon yapmak isterdim...

***
l'Unità-Bir İtalyan Gazetesi (kuruluş yılı 1924)

l'Unità gazetesinin önemini film benden çok daha iyi anlatacaktır. Ve inanıyorum ki sadece bu hikayeyi dinlemek için bile bu film izlenmeye değer.

'Peki bu iki tip nerede ve nasıl karşılaşıyorlar?'

Roberto, garip beğenileri olan bir adam ve sıradan insanlar gibi yaşamıyor demiştik. Mesela dükkanına sipariş ettiği çivilerin bulunduğu kutuları açıyor ve kutunun üzerinde yazan rakam ile içindeki çivi sayısı birbirini tutuyor mu diye kontrol ediyor. 

Bu bir çeşit gariplik olarak algılanabilir. Ancak şöyle bir düşününce 'aslında bu bizim de yapmamız, her tüketicinin de yapması gereken bir şey değil mi?'. Tüketici hakkı, denen şu mefhum hani!.. Yani garip dediğimiz garip de, kime göre be birader?..

Bir diğer gariplik ise, ikilinin arasındaki her şeyin başladığı o absürt gün, Roberto'nun Buenos Aires uçak pistinin kenarında, birasını yudumlayarak uçak iniş-kalkışlarını izlemesi... Keyfi yerindeyken Roberto'nun, bir anda yanı başında bir taksi durur ve ufak tefek bir Çinli taksiden aşağı atılır!.. Soğuk ve insanlarla iletişim kurmayı tercih etmeyen Roberto'nun bile bir vicdanı vardır ve sonradan kimi zaman pişman olacak olsa bile, Çinli Jun'a yardım eder, onu yanına alır ve bir kez olsun dahi anlaşamadan -Jun'un Çince, Roberto'nun da İspanyolca konuştuğunu ve başka dil bilmediklerini ekleyelim- Jun'a, Arjantin'e geliş sebebi olan 'amcasını' bulma konusunda yardım eder.

***




Arjantin, Buenos Aires'teki Çin Mahallelerinden birinde,
baş rol oyuncuları Roberto ve Jun.
 *Çok güzel ve düşünülmüş bir hikaye. Son yıllarda izlediğim en rahatlatıcı film.

*Birçok Amerikan sitesi bu filmi 'komedi' filmi olarak göstermiş. Bilgisizliğin böylesi!.. Her kim ki bu filmi komedi filmi diye izler, yanılır. Bu film içinde komedi ögeleri barındıran bir dramdır. 

*Ricardo Darín uzun süredir takip ettiğim, ne var ne yok tüm filmlerini izlemeye çalıştığım bir aktör. Geçen yılki İstanbul Film Festivali'nde 'El Baile de la Victoria' filmini izlemiştim, pek etkileyici bulmamakla beraber beğenmiştim. Hatta geçen yıl izlediğim en ilginç bir kaç sahne o filmden çıkmıştı (merak edenlere, baş roldeki dilsiz kızcağızın kulağa çarpan her tür müzikle senkronize bir biçimde ettiği dansı hatırlatırım). Buna rağmen bütün olarak ele alındığında film zayıftı. O zamandan beri, Ricardo Darín'in eski filmlerini izlemiş biri olarak ben, bu muhteşem oyuncunun sanki biraz 'maço' rollere sığındığını hissediyor, üzülüyordum. Gerçekten bunca 'yumuşak', biraz daha insanın 'bamteli'ne dokunan filmin ardından sükse getiren 'El Secret de Sus Ojos'  gibi bir filmin, Ricardo Darín'in gidişatını bu kadar etkilemiş olmasını anlayamıyordum. Resmen git gide sert adam karakteri Ricardo Darín'in üstüne yapışıyordu! İşte bu 'yumuşak'film, Ricardo Darín'in sırtındaki o ağır yükü, inanıyorum ki tereyağından kıl çeker gibi almıştır. Haliye, benim gibi Ricardo Darín'in 'eli silahlı rollerle' harcandığını düşünenler için de büyük bir rahatlama anı bu, hiç kuşkusuz! 

*Film "Arjantin insanı ile Türk insanı birbirine pek benziyor canım!", görüşünü savunanlar için muhteşem bir kanıt niteliği taşıyor. Öyle ki kimi zaman Ricardo Darín'in aslında Türk olma ihtimalini hesaplarken buluyorsunuz kendinizi!

*Bu kadar düşük bütçelerle, bu kadar büyük işler yapabilen Arjantin sinemasına helal; gülmek, eğlenmek için ancak bayağılıklar görme ihtiyacı duyan biz Türklere de yazıklar olsun!.. Adamlar yoktan var ediyorlar, haberimiz yok!.. Tren kaçıyor ama bizim ruhumuz duymuyor, umurumuzda değil!.. Bari böyle filmler izleyelim de biraz feyzalalım, dyor, son noktayı koyuyorum!

Dip Not: Filmi izlemeden evvel İngiltere-Arjantin savaşıyla ilgili bilgi edinmeniz yararlı olabilir. (Malvinas adaları savaşı)