2014

18 Aralık 2014 Perşembe

Before Midnight


Before Midnight - 2013 (Richard Linklater)

Zamanında bir kız bana şöyle demişti: "Birlikte yapamadığımızı söylüyorsun, ama sorun şu ki; biz ayrı da yapamıyoruz..." Before Midnight filmini izledikten sonra o kızın ne demek istediğini sanırım bir parça daha iyi anladım.

***

1995 yapımı Before Sunrise ve 2004 yapımı Before Sunset'ten sonra yönetmen Richard Linklater üçlemesini 2013 yılında Before Midnight ile tamamlıyor. Üçlemenin ismi ne olabilir peki? İnternette yaptığım araştırmaların beni götürdüğü isim 'The Before Trilogy'... Ama ben bu üçlemeye kendimce bir isim verecek olsaydım: 'Edebî Üçleme' derdim. Bunun sebebini de açıklayacağım. 

***

Filmde, tıpkı serinin diğer iki filminde de olduğu gibi yine Julie Delpy ve Ethan Hawke'ın canlandırdıkları iki sorunlu karakterleri görüyoruz: Celine ve Jesse. 

"Aşk hala orada. Hala orada. Hala orada. Artık değil..."

Bu karakterler için sorunlu demek belki biraz iddialı kaçabilir. Belki de sadece 'inişleri çıkışları olan', 'sürekli dalgalanıp da durulan' 'bipoler' karakterlerden bahsetmek daha doğru. Her ikisi de, belki burçlarının getirisi olarak, sebepsiz yere bir parlayıp bir sönüyorlar; sürekli garip garip tartışmalara girip gayet güzel geçirebilecekleri zamanları piç ediyor, en şen şakrak dakikalarını heba ediyorlar. 

Belki de ilişkiyi fazla sorgulamak, pek de öyle matah bir iş değildir...

Neyse. 

Jesse ve Celine'i en son Viyana'da bırakmıştık. 10 yıl önceydi; keyiflilerdi, mutsuzlardı ve sonra yeniden keyiflilerdi...

Before Midnight'ta karşımıza tekrar çıkan bu ikili için değişik bir şey söylemek güç. Keyifliler, keyifsizler ve sonra yeniden keyifliler. Hala, inatla. 

2013 yılındaysa Jesse ve Celine Paris'te yaşıyorlar ve bir de ikiz kızları var. 

Jesse, serinin ilk iki filminden de hatırlanacağı üzere yazarlık yapıyor ve kendisinin bir yazar arkadaşı onu ve tabii ki sevgili eşi Celine'i bir Yunan adasına tatile davet ediyor. 

Bugün birçok sosyal medya kullanıcısının sosyal medyada fotoğraflarını paylaştığı ve altına "Ah, şimdi orada olsaydım!" yazdıkları o harikulade Ege adalarından birinde geçirdikleri tatil, sürekli git-gellerle geçiyor. 

Uzun uzun sohbet ediyorlar ve ekseri sohbetlerinin kimi yerlerinde gayet mutlu oluyor ve karşı tarafı da gayet mutlu ediyorlar, kimi yerlerindeyse hem karşı tarafı mutsuz ediyor, hem de kendileri mutsuz oluyorlar.


Kısacası film; hem Jesse'nin kendi perspektifinden, hem de Celine'in kendi perspektifinden içlerinde bulundukları ilişkiyi sorgulamalarıyla geçiyor. Aşıklar mı, değiller mi? Geleceklerinden umutlular mı, değiller mi? Mutlular mı, mutsuzlar mı?.. Vesaire...

Olay en 'nazik tabir' ile budur.

***

Şimdi gelelim ikinci paragrafta önerdiğim şu ismi neden seriye uygun bulduğuma: 'Edebî Üçleme'...

Çok açık ve net ifade etmeye çalışacağım. 

Dünyanın en büyük zulümlerinden bir tanesi; İngilizce konuşulduğunda hiçbir şey anlamayan bir kişinin Woody Allen filmi izlemesidir herhalde, diye düşünürdüm. 

Woody Allen filmlerinde o kadar çok diyalog vardır ki, konuşulan dili anlayamıyorsan, gözünü altyazılardan alamazsın ve film senin için bir dizi renkli görüntüler üzerine döşenmiş bir tür metin okumaya döner. Bu da kanımca gayet sıkıcı bir olaydır!

Ama bu fikrim sabit kalmakla beraber, birazcık da olsa evrildi. Artık diyorum ki, Before Midnight filmini, çok açık net; İngilizce konuşulduğunda anlayamayan kimse izlemesin. Uykusu olan hele, asla izlemesin!

Filmde toplasan 5 sahne falan var ve film 109 dakika! Haydi başını sonunu kes, 100 dakika diyelim. 5'e böl; 20 dakika her sahne. Ve yalnızca konuşma, yalnızca diyalog. 

Oradan oraya atlayan diyaloglar, nereye gittiği belli olmayan gergin sözler, her an birbirine kafa göz dalmaya hazır bir çift... Ve filmin sonunda yine el ele tutuşan aşıklar!

Yok artık. 

Kötü bir film demiyorum. Ama kimi filmlerdeki görsel şölenin hiç diyalog içermemesi (ya da içerdiği diyalogların çalışmaması), kimi filmlerin de işte böyle ha babam çene yapılan bir ses kaydına dönüşmesinin ortasını bulmak bu kadar zor mu?

Ayrıca öğrendiğime göre filmin her sahnesi detaylı bir biçimde prova edilmiş ve diyaloglarda doğaçlama oranı sıfıra yakınmış! Sırf bu başarısı nedeniyle hem Julie Delpy ve Ethan Hawke rahatlıkla yetenek yarışmalarında finale çıkar ya da en kötü Türk eğitim sisteminde coğrafya, tarih gibi derslerden iftiharla geçerler... 

Filme dair bir ilginç detay da filmin 15 gün gibi bir süre zarfında çekimlerinin tamamlanması. Şaşılacak bir şey elbette ki yok. Çünkü oyunculuk açısından yeni bir şey pek yok, görsel açıdan desen zaten ortam güzel: Yunan adalarında hangi fotoğraf kötü çıkar ki?

***

Dediğim gibi: Kötü bir film diyemem ancak bana biraz uzak geldi. Fazla edebî. Bu yüzden bence kesinlikle üçlemenin ismi 'Edebî Üçleme' olmalıydı. Bu sayede belki yepyeni bir akım doğar ve yapılmaya çalışanın yapıldığı bir film izleme imkanımız olurdu. 

16 Aralık 2014 Salı

Den Brysomme Mannen


Den Brysomme Mannen - 2006 (Jens Liens)


2006 yapımı Den Brysomme Mannen filmini anlatabilmek için, sanırım önce Norveç hapishanelerinden bahsetmek lazım. 

İnternette biraz araştırınca karşıma şöyle bilgiler çıktı...

Norveç'teki Halden Hapishanesi. Kuruluş yılı 2010 ve ülkenin en üst düzey koruma önlemlerinin alındığı yerlerden biri. 

Bir kere; Norveç kanunlarına göre, ülkedeki en ekstrem suçu dahi işlemiş olsanız, 21 yıldan daha fazla muhkumiyetle cezalandırılamıyorsunuz. Seri katil dahi olsanız, maksimum yatacağınız yıl, 21 yıl. 

- Halden Hapishanesinin kendine ait bir korusu var ve mahkumlar diledikleri gibi bu korudan yararlanabiliyorlar, gönüllerince dolaşabiliyorlar Norveç'in muhteşem yeşillikleri içinde.

- Hapishanede ortak sosyalleşme alanları var. Tıpkı Avrupa'daki çoğu özel-devlet öğrenci yurtlarında olduğu gibi... Hücrelerde TV ve buzdolabı mevcut. Bu hapishanenin mahkum başına Norveç Hükümeti'ne yıllık maliyeti ise 185.000 dolar...


- Mahkumlar günde 1.5 saat spor alanlarından faydalanabiliyorlar.

- Mahkumlar çeşitli işlerde çalışarak saatte 9 dolar kazanabiliyorlar, ki kaba bir hesapla günde 8 saatlik çalışmanın sonucu ayda 1440 dolara denk geliyor...

- Kadın gardiyanların görev yaptığı hapishanede mahkumlar, eğer isterlerse, haftada 3 kez de aileleriyle görüşebiliyorlar...

***

Bütün bunlar ne anlatıyor ve filmle ne ilgisi var?

Bir ülkenin hapishaneleri, o ülkeye dair çok fazla bilgi barındırır. Gelişmişlik düzeyi, ülkenin insanlarının sosyal profili ve ülkenin devletinin insanlarında muamelesi... vs.

Bir insan dünyanın en ağır suçunu işlemiş olabilir. Tabii ki bu çok ağır bir vakadır ve toplum açısından kolay hazmedilemeyebilir. 

Ancak suç işlemiş bir kimseyi, daha da suç işleme potansiyeli olan biri haline getirmek mi doğrudur, yoksa tekrar topluma kazandırılmaya çalışılması mı...

Elbette bu, apayrı bir tartışmanın konusu. 

Fakat, benim tüm bu bilgilerden yola çıkarak ilgimi çeken şey: Den Brysomme Mannen filminin yönetmeni Jens Liens'in, nasıl olur da, yaşadığı ülkeyi, yaşadığı kenti bu kadar karamsar görür?! Yoksa, suçun olmadığı bir şehir, aynı zamanda sıkıcı bir şehir midir?


***

Bu filmin konusu nedir?!

40 yaşına erişmiş Andreas isimli bir adam, o güne değin hiç görmediği ve hakkında hiçbir anısının bulunmadığı bir şehre gelir. Şehre vardığında kendisini bekleyen bir iş, bir apartman dairesi hatta bir kadın-bir eş vardır. Andreas biraz şaşırır ama her şeyi karşıladığı gibi, bütün bu yaşananları da biraz olağan karşılamaktan geri kalmaz... 

Zaman geçer, Andreas yaşamakta olduğu garip derecede düzenli, saçma derecede cani hayatında aslında bir gariplik olduğunu fark eder ve bu hayattan kaçmak ister.

Birkaç kez bunu bir yordamına uydurur, yolunu bulur ancak başarılı olamaz. 

Öyle bir hayattır ki yaşadığı, ölmeye çalışsa bile ölemez. 

...

Nihayet günün birinde Andreas, bir bar tuvaletinde Hugo isimli bir adamla tanışır. Bu adam Andreas'a güzel kokulardan, tattan ve renkten bahseder. Andreas o gün anlar ki hayatındaki eksik, aslında tam da Hugo'nun bahsettiği kavramlardır. 

Acaba Hugo, bu kavramlardan gelişigüzel mi bahsetmiştir, yoksa bu kavramlara şahit olduğu bir yer mi vardır? 

Andreas bu sorunun cevabını bulunca, onun için bu kapkara dünyadan kaçış anlamına gelecek yepyeni bir yol da karşısında belirecektir. 

***

Filme dair çok fazla detay vermek istemiyorum. Ancak film öyle bir film ki, ben bir cevap versem, binlerce cevap hala baki kalacak. 

Ucu çok açık bir film, o yüzden keyif kaçırmadan söylüyorum...

Bence Andreas'ın gittiği bu ölümlerin en vahşisinin normal karşılandığı, aldatmanın problem olmadığı, insani duygulardan arındırılmış ve ölmenin mümkün olmadığı renksiz şehir... Cehennem!

Ve Andreas'ın kaçmak istediği, renkli, tatlı, güzel kokulu şehir de haliyle... Cennet!
Filmdeki bu sahne, acaba Antonioni
Blow Up göndermesi olabilir mi?

Böyle bakılınca, sahiden çok anlamlı bir film. 

Süper bir senaryo. Çok büyük bir bütçeye gereksinim duyulmadan, gayet pratik bir yöntemle kotarılmış.

Çok akıcı bir film değil, yalnız hiç akmayan bir film de denilemez. 

Herkesin izlemesini isteyeceğim, fevkalade zihin açıcı bir film Den Brysomme Mannen.

Ve tabii üzerine çok fazla düşünmeyi gerektirecek aynı zamanda.


15 Aralık 2014 Pazartesi

Coherence


Coherence - 2013 (James Ward Byrkit)

Bu yaz nihayet Haruki Murakami'nin 1Q84 romanını okuyup bitirdiğimde, gelecek 6 ayımı paralel evren meseleleriyle geçireceğimi bilmiyordum. Bilim kurguyu pek sevmem. Benlik değildir pek. İzlediğim filmlerin, okuduğum kitapların ayakları yere daha sağlam bassın isterim. Bu birazcık da benim bağnazlığımdan geliyor olabilir. Hem bağnazlığımdan, hem de muhafazakarlığımdan. Bağnazlığımdan; çünkü alışılmış roman ve film kalıplarının dışına çıkmaktan pek hoşlanmam. Muhafazakarlığımdan; çünkü her gün karşımıza çıkmayan, hayatın içinden olmayan bir takım yeniliklere pek açık değilimdir.
Murakami'nin kitabı bitti ve şu anda izlediğim dizi Fringe, film ise Coherence, Interstellar, The One I Love, Primer...

Peki ne değişti? Ben artık bağnaz ve muhafazakar bir adam değil miyim? 

Hiç sanmıyorum. Ben bağnazlığından ve muhafazakarlığından ödün veremeyecek kadar bağnaz ve muhafazakarım çünkü. Değişikliklerden hiç hazzetmem. 

Bence durum şu: Paralel evren muhabbetiyle ilgili karşıma çıkan eserler öyleler ki, bana aslında ilk bakışta hayli olağanüstü gözüken kimi olayları hayli olasıymış gibi anlattılar.

***

8 arkadaş, kimileri ilişki içerisinde, kimileri değil, bir akşam oturmasında bir araya gelirler. Sade bir müstakil evdir buluştukları. Otururlar, sohbet ederler, içki içip yemek yerler.

Derken bir dizi garip olaylar cereyan eder. 
Tam konuşurken cep telefonlarının ekranlarının çatlaması ya da internet bağlantılarının yekten kopması gibi...

İşte böyle garipliklerden birinin olduğu esnada biri ortaya şu fikri atar: "Bu gece bir kuyruklu yıldız dünyanın yörüngesine giriyor, bir takım gariplikler yaşanabilir."


***

Yaşanan garipliklerden biri de, tüm muhitin elektriklerinin kesilmesi olur. 8 arkadaş "Haydaa, neden gitti ki şimdi bu elektrikler?!" diye sorarlarken, fark ederler ki bir komşularının ışıkları hala yanıyor. 

İki kişilik bir grup oluştururlar ve bu grubu o ışıkları yanan eve, ne olup bittiğini öğrenmek için yollarlar. 

İki kişilik grup gider ve bir süre sonra geri döner. Grup geri döndüğünde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü geri dönenlerin iddiasına göre; o ışıkları yanan evde, şu anda içerisinde bulundukları evde yaşananların bir süre öncesi yaşanmaktadır!

8 kişilik evdeki tüm kişiler, o ışıkları yanan evde oturmakta, sohbet etmektedirler...

***

Bir süre sonra ortaya çıkar ki, evi bir sebepten terk eden herkes, bir süre sonra eve geri döndüklerinde, paralel evrene geçiş yapmış, bambaşka bir düzlemde yaşamaya başlamışlardır. 

Artık 8 kişilik gruptan her birinin milyonlarca versiyonu, milyonlarca kopyesi bulunmaktadır.

Ve biz, bu grubun içerisine önce balıklama dalar, her bir karakterin tepesinden, Tanrı Bakışı'yla olayları görmeye; sonra da bu karakterler arasından tekinin bakışaçısıyla olayları çözmeye çalışırız. 

Bu karakterin ismi Em'dir. (Emily Baldoni)

***

Filmin diyaloglarının çoğunun doğaçlama olduğunu bilmek, elbette filmi daha değerli kılabilirdi. Ancak ne yazık ki bence öyle olmuyor. 

Kötü bir film değil. Bilakis, bence gayet iyi kotarılmış, çalışan bir film.

Ancak şu senaryo konusunda bence biraz sınıfta kalınmış.

Konu paralel evren ve seyirci bu konuya pek hakim değil ya (en azından öyle olduğu varsayılır tarihi ya da bu tarz, bilimsel-dini referansları olan, belirli bir alanda uzman bilgisine ihtiyaç duyulan



bir film yapılırken), sazı her eline alan bir Schrödinger'in Kedisi tasviri, bir Tunguska Olayı göndermesi yapıyor...

Haliyle ortaya kopuk, kopuk olmaktan da öte; "Yapay" bir senaryo çıkıyor. 

Bence bu tip gariplikler ortadan kaldırılsa, Coherence gayet güzel, temiz ve pratik bir film.

Filmde zaten büyük bir bütçe yok. Bütçeye ihtiyaç duyulacak bir sahne de yok. 

Parası olan aynı konuyla Interstellar çeker, olmayan da Coherence. 

Bu da gayet tabîî bir durum.

Ama en azından senaryo biraz daha iyi çalışılsaydı. Anlatılması mecbur olan, Paralel Evren nedir, Kuantum Fiziği nedir muhabbetleri senaryoya biraz daha iyi ve doğal yedirilseydi, Coherence bambaşka bir sükse elde edebilirdi. 

3 Aralık 2014 Çarşamba

A Streetcar Named Desire


A Streetcar Named Desire - 1951 (Elia Kazan)


Birkaç gün önce, çok eskiden izlemiş olduğum filmleri tekrar izlemeye başladım. Malum, kimi filmler tekrar tekrar izlenmeyi hak eder, kimisiyse talep eder! Almodóvar imzalı, 1999 yapımı Todo Sobre Mi Madre, hiç kuşkusuz, hem tekrar tekrar izlenmeyi hak eden, hem de tekrar tekrar izlenmeyi talep eden bir film. 

Film izledikçe filmlere dair fikriniz değişe, gelişebiliyor. Kimi filmleri bir kez daha izlemek, o filmlere dair yeni düşüncelere dalma imkanı veriyor. Çünkü iyi film, her izleyişte seyircisine başka şeyler söyleyebilmelidir. 

Todo Sobre Mi Madre
Cecilia Roth, Arzu Tramvayı afişinin önünde.

Todo Sobre Mi Madre'nin en önemli sahnelerinden birinde, anne rolünde gördüğümüz Cecilia Roth'u kırmızı renklerin hakim olduğu bir afişle kaplı duvarın önünde görürüz. Bu sahne bize, yönetmenin filmi çekerken kuracağı yapı hakkında üç aşağı beş yukarı bir fikir verir. 

O sahnede Cecilia Roth'un önünde durduğu duvarı kaplayan afişte Un Tranvía Llamado Deseo yazar. Yani Türkçesiyle "A Streetcar Named Desire".

***


Sinema tarihinin kült filmlerinden biri A Streetcar Named Desire. Belki Arzu Tramvayı desek, akıllarda daha bariz bir noktaya göndermede bulunuruz. O zamanki -1951 yapımı bir filmden bahsediyorum- filmleri biz Y Kuşağı Mensubu Türkler, önce ana-babalarımızdan duyuyoruz. Onlar da haliyle bu eski dönem kült filmlerin genelde Türkçelerini biliyorlar. 

İlki 1946'da çekilmiş; ikincisi, Jack Nicholson'lı versiyonu 1981'de çekilmiş The Postman Rings Twice filmini hatırlayan var mı? Peki ya şöyle desek: Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, filmini anımsayan var mı?

1939 yapımı Gone With The Wind? Rüzgar Gibi Geçti desek?..

1959 yapımı Some Like It Hot? Bazıları Sıcak Sever, bir şey ifade ediyor mu?..


O zaman tabii internet yok, evrensel bilgilere erişim kıt... gibilerinden bir geyiğe de imza attıktan sonra, devam edelim. 

Todo Sobre Mi Madre filmindeki bu gönderme, beni İhtiras Tramvayı filmini izlemeye sevk etti. 

Bir an için şöyle düşündüm; bir film, bir başka filme göndermede bulunuyorsa, o film, göndermede bulunduğu filmden bağımsız anlaşılamaz

(Bir sanat eseri, bir başka sanat eserine göndermede bulunuyorsa; o sanat eseri, göndermede bulunulan ikinci sanat eserinden bağımsız bakılarak anlaşılamaz.)


***

1909 İstanbul doğumlu Ermeni yönetmen Elias Kazancıoğlu'nun A Streetcar Named Desire'ı bizi, Blanche DuBois'nın (Vivien Leigh) buram buram buhran kokan yaşamına götürüyor. 

Blanche orta yaşlı, bakımlı ve yalnız bir kadın. Aileden zengin aslında ama bir şekilde ailesinden gelen aristokrat statüsünü koruyamamış.

Bunun somut kanıtı olarak da, yaşadığı  Belle Reve isimli ihtişamlı evi maddi sıkıntılardan dolayı elden çıkarmış. 

Hem evsiz, hem de umutsuz kalan Blanche, soluğu kız kardeşinin yanında alıyor. 

Blanche'ın kız kardeşi Stella (Kim Hunter) New Orleans'ta, Polonya kökenli eşi Stanley'le (Marlon Brando) beraber, viran bir müstakil evin alt katında yaşıyor. 

Blanche kız kardeşini ziyarete geliyor gelmesine de; bu ziyaret ev halkını biraz rahatsız ediyor... Aslında Blanche'ın gelişinin Stella nezdinde hiçbir sorun teşkil etmediği açık. Ama aynı cümleyi Stella'nın eşi Stanley için söylemek güç...

Stanley, kelimenin tam anlamıyla "sokaktan gelen bir adam". Yani kirli sokakların tozunu yutmuş, en alengirli insanlarla muhatap olmuş, her türlü alicengiz oyununa vakıf bir bitirim!

Dolayısıyla Blanche'ın bu "Ben rüya gibi bir dünyanın insanıyım! Çok güzel şeyler beni bekliyor, biliyorum! Şurada şu kadar erkek benimle evlenmek için bekliyor, burada bu kadar kısmetim var!" gibi bol kepçeden sallanan hayallerine karnı tok. 

***

Tam bu esnada bir bölüm açıp Blanche'ın karakterini tarif etmemiz lazım belki de.

Şöyle söyleyelim ve dünya üzerindeki her Türk rahatlıkla anlasın:

Sürekli hayaller aleminde yaşayan, mutluluktan ölüyor gözüken ama aslında için için ölüyor oluşunun sebebi mutsuzluğu olan; yine de bu mutsuz ve umutsuzluğu kabul edemeyen, bu yüzden de kimseye gerçekleri belli etmemek için çabalayan tipler olur ya, işte Blanche o. 

Stanley Kowalski  (Marlon Brando)
Yeşilçam Sineması'ndaki herhangi kadın karakterin elinin tersini alnına koyup arkasını erkek karaktere, yüzünü de seyirciye dönerek; boşta kalan eliyle de kapının kirişini tutarak "Nayır, ben gayet mutluyum!" dediğini düşünelim. İşte Blanche, o!

Ve unutmadan bir bilgi verelim: Blanche karakteri, gerçek hayatta bipoler olan Vivien Leigh için adeta bir son olmuş. Bu karakter öylesine işlemiş ki içine, Leigh bir daha hayata tam anlamıyla dönememiş. Hep yaşadığı hayatın kendisinin mi, yoksa Blanche'ın mı olduğunu düşünmüş!..

***

Film özetle şunu anlatıyor: Hayaller ve gerçekler arasında sıkışmış bir karakterin, Blanche'ın dünyada yeri yok ve bunu biz Stanley karakteri üzerinden göreceğiz.

***

A Street Car Named Desire aslında bir tiyatro oyunu. Yazarı da Tennessee Williams

Oscar Saul, tiyatro oyununu sinema senaryosuna uyarlamış. Tennessee Williams da tabii ki senaryoya müdahil olmuş.

1951 yapımı film tam 12 dalda Oscar'a aday olmuş ancak bu adaylıklardan yalnızca dördünü ödülle sonuçlandırabilmiş. 

En İyi Kadın Oyuncu: Vivien Leigh, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Karl Malden, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kim Hunter ve En İyi Dekor ve Sanat Yönetimi: Richard Day / George James Hopkins.

***

Dediğim gibi, A Streetcar Named Desire bir kült film. 

Sinemaya ilgi duyanların muhakkak izlemesi gereken şu uzun, ilk dönem ABD filmlerinden.

İtiraf etmek gerekirse ABD bizi öyle bir sinemaya alıştırdı ki, artık kendi başyapıtlarını bile izlemeye tahammül edemiyoruz. 

Blanche DuBois (Vivien Leigh)
Fransız Yeni Dalga akımı film çekimlerini kapalı setten, sahne düzeninden çıkarttı; ABD'liler de efekt konusunda olayı çok başka bir noktaya taşıdılar; ve biz bugün önemli filmleri izlerken fenalıklar geçirebiliyoruz. 
Kendimiz ettik, kendimiz bulduk. Yapacak bir şey yok. 

***

Hiç yoktan Marlon Brando izlemiş olmak için bile izlenir A Streetcar Named Desire. Ya da dünya sinemasını, başta da Yeşilçam'ı derinden etkilemiş "aşırı"(!) teatrâl oyunculuk, bu film üzerinden çok büyük rahatlıkla okunabilir. 

(Bkz: Vivien Leigh'in oyunculuğu.)

***

Son bir soru. Acaba Woody Allen 2013 yapımı Blue Jasmine'i yaratırken ya da Cate Blanchett,
Jasmine karakterine can verirken, hiç Blanche DuBois'yı düşünmüşler midir?

İzleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız. 

2 Aralık 2014 Salı

The Normal Heart


The Normal Heart - 2014 (Ryan Murphy)


Üzerine konuşulması çok zor olan konular var... Konuşulmaları bir yana dursun, ucundan kıyısından bu konulara dokunan kimi şeyler hakkında eleştiri yapmak, ciddi bir mücadele gerektirebiliyor... Ağzınızdan çıkabilecek tek bir iyi düşünülmemiş söz, çok sayıda insanın kalbini kırabilir, kırıyor... AIDS, böyle bir konu. Homoseksüelite, böyle bir konu...

***

2014 yapımı bir filmden bahsedeceğim: The Normal Heart.

Larry Kramer, 25 Haziran 1935 ABD doğumlu bir LGBT hakları savunucusu, AIDS aktivisti, oyun yazarı, prodüktör, senarist... Doymayan bir adam yani. İsveç çakısı kadar çok amaçlı ve bir o kadar da keskin.



Mark Rufallo - Matt Bomer
***

Gay Men's Health Crisis, gönüllülük esasına dayalı ve New York merkezli bir AIDS'le mücadele "örgütü". (Bir tek gay'lere yönelik değil. Yani en azından internet sitelerinde öyle yazıyor...)

Larry Krammer bu örgüt için çalışıyor, didiniyor fakat bir sebepten bu örgütten uzaklaştırılıyor.

Örgütten uzaklaştırıldıktan sonra Kramer Avrupa'ya gidiyor ve burada, Nazi Almanya'sında açılan ilk toplama kampını ziyaret ediyor. Dachau Toplama Kampı'nda dolaşırken Kramer, öğreniyor ki Toplama Kampı 1933 yılında açılmış ve hiçbir Avrupa ülkesi, böyle bir mekanın oluşturulmasına tek kelime laf etmemiş! (İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç tarihinin 1939 olduğunu unutmayalım.)

Ve Kramer o gün diyor ki: "Aslında Avrupa nasıl böyle bir konsantrasyon kampının kurulmasına ses etmediyse, ABD de 1980'li yıllarda homoseksüeller üzerinden yayılan HIV'ye ses etmedi... ABD ve Avrupa, aslında aynı haltı yediler. Birisi bir ırkın, dinin yok edilme çabasına; diğeri, eşcinsellerin 'geberip gitmesi'ne göz yumdu!"

***
Ned Weeks (Mark Rufallo)

1985 yılında Kramer, ABD'ye Avrupa'dan döndükten sonra bir oyun yazıyor. Oyunun ismi: The Normal Heart.

Ve bu oyun, uzun seneler New York'ta Brodway'de, Los Angeles'ta, Londra'da sahneleniyor. Baya popüler oluyor; kapalı gişe oynuyor...

Ve bir gün, American Horror Story, Glee ve Nip/Tuck gibi dizilerin rejisörü olarak bildiğimiz; Eat Pray Love filminin yönetmeni Ryan Murphy, The Normal Heart'ı beyaz cama uyarlıyor. Aynı isimle, aynı yazarın kaleminden.

***

Filmin konusunu okuduktan ve yazarın hayatını göz önünde bulundurduktan sonra diyebiliriz ki, The Normal Heart aslında otobiyografik bir eser. (Hangi eser yazarından esintiler taşımaz ki zaten?..)

1980'li yılların New York'una gidiyoruz. Aslında filmin ilk sahnesini izleyenler, bir komedi filmi izleyecekleri intibaına rahatlıkla kapılabilirler.

Ned Weeks (Mark Rufallo), Ah o gemide ben de olsaydımvari bir müzik eşliğinde, Fethiye Ölü Deniz misali bir burna feribotla varıyor. Sonradan anlıyoruz ki Ned'in vardığı bu ada, aslında bir geyler adası.

Anadan üryan dolaşan kaslı erkeklerin arasında adanın içlerine sokulurken Ned, anlıyoruz ki, aslında Ned pek de öyle tercih edilebilir bir gey değil. Fiziği adadaki diğer erkeklerinki kadar güzel değil, genel olarak giyim tarzı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. (Rufallo bunu bize kapıldığı endişe üzerinden açık bir biçimde veriyor.)

Ned oraya gey arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirmek için gelmiş. Ağbisi zengin, o zamana kadar anlaşıldığı kadarıyla hiç maddi sıkıntısı olmamış ve "filmdeki diğer karakterlerin söylemleri üzerinden söyleyebiliyoruz ki"; Ned'in bu maddi rahatlığı, onun cinsel kimliğini ayan beyan yaşamasına imkan sağlamış. (Filmdeki diğer gey karakterlerin çoğu, cinsel kimliklerini saklamaya daha meyyal.)

***

1980'li yıllar dedik.

ABD'nin HIV ile, yani belki de bir nebze daha bilinen ismi AIDS ile yeni tanıştığı yıllar.

İşin ilginç yanı, "tamamen filmin okuması üzerinden söylüyorum", AIDS o dönem yalnızca homoseksüeller, hatta erkeğe ilgi duyan eşcinsellerde başgösteriyor...

Önceleri AIDS'in ne olduğu tabii ki bilinmiyor. Kanserin bir türevi zannediliyor: Gey Kanseri.

Ned Weeks, teker teker arkadaşlarının hayatlarının "rezil bir biçimde" sona erdiğini görünce, diğer geyleri ayağa kalkmaya davet ediyor.

Önce pek yandaş bulamıyor. Ama sonra, bakıyor ki herkes hastalık yayılıyor, Ned ile birlikte, şu yukarıda adını verdiğim örgütü kuruyorlar: Gay Men's Health Crisis.

(Aslında buna "örgüt" demek ne kadar doğru bilemiyorum; belki de "kriz masası" demek daha doğru olur.)

***

Örgüt uğraşıyor uğraşmasına ama pek sonuç elde edemiyor. Ned Weeks'in yakın arkadaşı, bir yürüme engelli kadın olarak bilim insanı Dr. Emma Bookner (Julia Roberts) giriyor tam bu devrede hayatımıza. O çok uğraşıyor önce hastalığa tanı getirmek, ardından da hastalığa bir kür geliştirmek için. Ancak nafile.

Malum; bu tip "yeni" hastalıklarla mücadele için devletin bir "mücadele fonu" ayırması gerekiyor. Peki Birleşik Amerika devleti bunu yapıyor mu? Hayır. Peki neden yapmıyor? Ned Weeks üzerinden filmin tezi şöyle: "AIDS'le mücadele için fon ayırmıyorlar; çünkü henüz AIDS'ten ölmüş bir heteroseksüel yok. Ölenler yalnızca gey... Bizim yok olmamızı istiyorlar. Bizden önce arkadaşlarımızın ölümünü izlememizi, sonra da yalnızbaşımıza odamızda, kendi ölümümüzü beklememizi istiyorlar."

Film, işte bu zulümden temelleniyor.

Biz Ned Weeks ve yakın arkadaşlarının bu illetle mücadelesini izliyoruz ve tabii toplumun, devletin uzunca bir süre kılını kıpırdatmamasını.

Acıklı bir hikaye.
***

Şimdi yazının en başına dönelim...

Biraz kaygılı olduğum doğru; çünkü bu filmi beğenmediğimi söylemeye açıkçası biraz korkuyorum. Çok açık, net ve somut bir nedenle -hatta belki nedenlerle- anlatabilmem lazım neden filmi beğenmediğimi.

Bu da zor bir iş.

Hiçbir gey arkadaşımın alınmasını, üzülmesini istemem; çünkü biliyorum ki birkaç gey arkadaşım bu filmi ulusların marşları benimsediği gibi benimsemiş, kendilerine bayrak edinmiş vaziyetteler.

Uzatmayayım, girişeyim:

Çok basit bir nedeni var filmi beğenmeyişimin.

Ben "tek bir konuya odaklanıp, yalnızca tek bir fikrin propagandasını yapan" hiçbir sanat eserini sevmiyorum...

Orhan Pamuk'un Nebil Özgentürk'e verdiği röportajda "Nazım Hikmet'in toplumun sesi olmaya çalıştığı şiirlerini değil, lirik şiirlerini seviyorum" demesi gibi.

Dr. Emma Bookner (Julia Roberts)


***

Kadın yönetmenlere bakalım. Hep aynı feminist tona sıkışıp kalmışlar gibi geliyor bana. Hatırıma gelen çoğu kadın yönetmen feminist. Bu çok güzel. Bir itirazım yok, asla da olamaz. Ama tüm sanatsal serüvenini tek bir tona bağlamak?.. Biraz haksızlık gibi geliyor bana.

Kimi kadın yönetmenler bu işe girişiyorlar ve hiç de fena kotarmıyorlar, o ayrı. (Bkz: Caramel filmiyle Nadine Labaki)

Kimileriyse yine feminizme dair olmasa da, kadının hislerine dair ciddi bir şeyler söylüyorlar ama bunu bağıra çağıra, konuyu tamamen feminizme yıkmadan yapıyorlar. Ki benim de hoşuma giden bu. (Bkz: Sweetie filmiyle Jane CampionBrødre filmiyle Susanne Bier ve The Reluctant Fundamentalist filmiyle Mira Nair.)

Tom Boatwright (Jim Parsons)

***

Kadın yönetmenler üzerinden söylemek istediğimi anlatabildiğimi düşünüyorum.

The Normal Heart, nasıl desem, biraz "tek konu üzerine odaklanmış bir film" gibi geldi bana.

Geyler ve onların yaşadığı hazin süreç.

Tabii ki değer, tabii ki bu mücadelenin cam ekrana yansıması elzem ama yine de bence, bir hikaye üzerinden bu konuya değinilseydi, sanki daha iyi olurdu.



***

İlk itirazım bu. İkincisiyse... Süre meselesi.

Aşırı uzun bir film The Normal Heart... Mütemadiyen aynı konu işlendiğinden, insanın içi bir hayli daralıyor filmi izlerken.

Bunun dışında oyunculuklara diyecek hiçbir şey yok.

On numara.

The Big Bang Theory'nin Sheldon Cooper'ını başka bir projenin içinde izlemek hiç de fena olmuyor. Her ne kadar üç aşağı beş yukarı aynı oyunculuğu izlesek de...

Mark Rufallo'nun bence kesin bir Oscar adaylığı vardı; eğer HBO filmi, televizyonda yayınlamak üzere yaptırmasaydı...

(Evet, ABD'de böyle konulara değinen filmler, televizyonda yayınlanabiliyor.)

Julia Roberts'ın rolünün oyunculuğa çok açık olmadığını söylemek mümkün. Evet, film boyunca tekerlekli sandalyede ama her tekerlekli sandalyeden kalkmayana Oscar verselerdi... Bir dakika! Galiba veriyorlar zaten!

Şaka bir yana: Julia Roberts'ın çok sahnesi yok. Tek bir sahnede parlıyor (izleyenler bulsunlar hangi sahne olduğunu) ve tabii bu onun için ayan beyan bir "oyun kesme" imkanı; ancak o sahne de o kadar akıllarda kalmıyor sanki.

***

The Normal Heart, konuya özel ilgi duyanlar ve Mark Rufallo'nun oyunculuğunu izlemek isteyenler için güzel bir film.

Ama kaçarsa da dünyanın sonu olmaz.

***

Yazıyı Ned Weeks'in ağzından dökülen fevkalade anlamlı replikle bitirelim:

"Marcel Proust, Walt Whitman, Tennessee Williams, Büyük İskender... İnanamayacağınız kadar çok kardinal ve Papa'yı içine alan bir kültüre aitim. İkinci Dünya Savaşı'nın kazanılmasını sağlayanın açık açık eşcinsel bir İngiliz olduğunu biliyor muydunuz? Adı Alan Turing'di ve Alman enigma makinesini kırdı. Savaş bitince, eşcinsel olmaktan dolayı rahatsız olduğu için intihar etti. Niye bunların hiçbiri okullarda öğretilmiyor? İkinci Dünya Savaşı'nın kazanılmasından bir eşcinsel sorumlu! Öğretselerdi belki de intihar etmezdi ve siz de kimliklerinizden korkmazdınız. Ben böyle hatırlanmak istiyorum işte: Savaşı kazanan biri olarak!"

1 Aralık 2014 Pazartesi

The One I Love


The One I Love - Charlie McDowell (2014)

Eğer ilişkinin bitmesinden daha kötü bir şey varsa, bu kesinlikle ilişkinin bitememesidir... Sebebi gayet açık. Bir şirket bünyesinde çalışıyorsunuz, iş arkadaşlarınızdan birisiyle "aranız açılmış"... Eğer ilişkinizin bitmesi bu arkadaşınızın işten atılmasıysa; ilişkinizin devam etmesi bu sevmediğiniz iş arkadaşınızla çalışmaya devam etmek zorunda kalmanızdır. 

"Aranız açılmış" diye bilerek söyledim. Bu eylem, zamanında aranızın iyi olduğunu anlatıyor ve de tabii günün birinde aranızın tekrar iyiye dönebileceğini... Bir zamanlar her şey güzelmiş, artık değil. İleride tekrar her şey normale dönebilir ama tabii daha da berbatlaşabilir. Netice, çoğunlukla attığınız adımlarla sizin belli ettiğiniz bir şeydir. Yaşanılanın kaderini siz çizersiniz demek, sanırım daha doğru. 

***

The One I Love filmindeki durum da biraz böyle...

Ethan (Mark Duplass) ve Sophie'nin (Elisabeth Moss) ilişkilerinin hikayesini izliyoruz. İlişkilerinin "heyecanı kaçmış" derler ya, işte öyle. 

30'lu yaşlardalar, belli ki ortalama 10 yıldır falan da birlikteler.

Ethan da, Sophie de ilişkilerinin eskisi gibi olmadığını biliyorlar. Ama kestirip atmıyorlar. "Böyle ve böyle olmaya da devam edecek" deyip bitirmiyorlar ilişkilerini. Mücadele ediyorlar.

Ethan'ın mücadelesi eylemlere dayalı. Sophie'ninkiyse Ethan'ın eylemlerine açık oluşa. 

Yani Ethan "Ya bizim ilişkiyi yeniden şahlandırmak için şöyle mi yapsak?" diye fikirle gelen taraf, Sophie ise "Son derece makul, haydi!" diyen...

***

Çok sade bir anlatımla başlıyor film. Çok tartışmasız ve anlaşılır bir sahne koymuş senarist en başa.

İkili, Ethan'ın önerisi üzerine, tıpkı gençlik yıllarında olduğu gibi, bir gece komşularının birinin bahçesine sızıyor ve komşularının havuzuna atlıyor. 

Ümit edilen şu: Komşu uyansın, havuzunda sevişen gençler görsün, çıldırsın ve çifti kovalasın. Heyecan olsun işte...


Şanssızlık bu ya; komşu evde değil. 

Mark Duplass - Ethan
Ethan ve Sophie gecenin bir yarısı havuzda öylece birileri kendilerini kovalasın diye bekler vaziyette kalakalıyorlar. Islaklar, üşüyorlar... Yaş gelmişse 35'e, bu tarz "eğlenceli olması beklenen kimi şey" eğlenceli olmamak beri dursun, mide bulandırıcı bile olabiliyor...

Sonuç tabii ki zaten sıkıcı bir eylemin, daha da sıkıcılaşması. Hayal kırıklığı, hüsran...

Çok net, tam olarak Ethan ve Sophie'nin içinde bulundukları iyi niyeti ve çaresizliği anlatabilen harikulade bir sahne. 

Anlatılmak isteneni anlatacak en doğru sahne. Formül süper, senarist başarısı. (Bkz: Justin Lader)

***

Derken çift soluğu, bir tür ilişki doktorunda alıyor. (Psikolog muydu yoksa?..) Her neyse. Bu doktor, çifte bir öneride bulunuyor: "Bir yer biliyorum. Şehrin dışında. Birçok çifti şimdiye kadar oraya yolladım ve hepsinin ilişkisinde çok olumlu değişimler oldu... Kafayı dinlemek için muazzam bir yer... Sadece ikiniz için. Tekrar deneyebilmeyi deneyebilmek için, lütfen bu söylediğim yere bir şans verin."

Tahmin edilebileceği gibi Ethan ve Sophie, hemen doktorlarının önerdiği "ev"de alıyorlar soluğu. 

***

Ev şu şekilde: Bir koca ev var, bir de bunun müştemilatı gibi ikinci bir evcik.

Ethan ve Sophie evde kalıyorlar ve bir gece, Sophie müştemilata gidince, aklın dimağın almayacağı olaylar gelişmeye başlıyor. 

Müştemilatta Sophie bir bakıyor, Ethan orada, ama bu Ethan başka Ethan! Şarap içiyorlar, hatta ot içiyorlar, sohbet ediyorlar ve sevişiyorlar...

Sophie harikulade bir gece geçiriyor. Sonra "Evden bir şey alacağım" diyor, büyük eve geçiyor; bir de bakıyor ki Ethan orada, oturma odasındaki bir kanepede yatıyor!

Yanına gidiyor, Ethan'ı öperek uyandırıyor ve ona gayet mutlu şöyle diyor: "Bunu nasıl yaptın?", "Neyi nasıl yaptım?", "Nasıl o kadar hızlı geçtin müştemilattan bu eve?", "Sophie, gerçekten ne dediğini anlamıyorum...", "Her neyse, harikulade seviştik ve muhteşem bir gece geçirdim...", "Sophie, neden bahsediyorsun, sen benimle falan yatmadın!"..

***

Ortaya çıkıyor ki, müştemilatta kalan Sophie ve Ethan, aslında gerçek Sophie ve Ethan'ın birbirlerinde görmek istedikleri Sophie ve Ethan...

Müştemilatta kalanlar "hayaller", evdekiler ise "gerçekler"...

***

Ethan durumu çözüyor, Sophie de ikna oluyor...

Böylelikle aralarında şöyle bir anlaşmaya varıyorlar: "Madem müştemilata gittiğimizde gerçekten birlikte olmak istediğimiz 'BİZLE' birlikte oluyoruz, o zaman neden günü belirli zaman aralıklarına bölüp, seanslar halinde müştemilata gidip birlikte olmak istediklerimizle birlikte olmuyoruz?"

Güzel fikir gibi duruyor, ancak kazın ayağı tabii ki öyle çıkmıyor.

Sevgilim beni, benimle aldatıyor! Düşünmesi bile garip!

***

Bu hafta Hürriyet'in Pazar ekinde, Uğur Vardan'ın Şener Şen ile röportajı vardı. 

Şener Şen, Vardan'ın "Sanırım genç yönetmenler size ulaşamıyor ve bundan dertliler" sorusuna şu şekilde cevap veriyor: "(...)Abartmıyorum, son dört yılda 45-50 senaryo okudum. Asistanım aracılığıyla bana gönderilen hiçbir metni okumadan geri göndermedim. Hatta senaryoların çoğu 10. sayfada kendini belli eder, nasıl bir şey olacağını anlayabilirsin. Ama ben beğenmesem de kendimi paralayarak, sıkılarak son sayfasına kadar okudum. Ama maalesef çok farklı, çok iyi senaryolara rastlayamadım.(...)"

 Elisabeth Moss - Sophie
Tabii ki Şener Şen'in burada "iyi senaryo" ile ne kastettiğini bilemeyiz. Evrensel normlara uygun firmalar vardır, ama evrensel manada iyi sanat... sadece, olamaz. Şener Şen A senaryosunu beğenir, ben B. Tabii ki ucu aslında o kadar açık değildir. Senaryonun büyük bölümü matematiktir. Bunu anlıyorum ama yine de, bilhassa sinemada, senaryo beğenisinin ucu çok hayli açıktır. 

Değişir yani.

Ancak Şen'in söylediği şu "Farklı senaryolara rastlamadım" kısmı beni şaşırtıyor...

Al sana The One I Love'ın senaryosu. Bir muadilini Türk Sinema Tarihi'nde gördük mü? Bu denli uç bir metin, konu, Reha Erdem'in Kosmos'u dışında... gören duyan var mı?

Kimseye kızmıyorum, ama yazık. 

Ben The One I Love'ın konusu gibi bir konuyu beyaz perdede izlediğim zaman, kendime hep aynı soruyu sorarım: "Bu filmi nasıl çektiler?"

Hayır, "Teknik olarak nasıl mümkün kılındı bu filmin çekimi" anlamında sormuyorum bu soruyu... Gerçekten nasıl çektiler, kim onay verdi, nasıl verdi...!

Allah aşkına, hangi yapımcı bu senaryoyu filme dönüştürmeye onay verir ki? Bu Batılıların işi. Özür dileyerek söylüyorum, öyle. 22 Ağustos 2014'te girmiş film ABD'de vizyona. 0.5 milyon dolar gelir getirmiş. Hangi Türk yapımcı buna ikna olur?

İki oyuncu + bir psikolog. 

Cast bu kadar işte. 

Zaten bütçenin küçük olması da normal. Filmi Christopher Nolan'a çektirmiyorlar. Senaryoyu Jonathan Nolan yazmıyor.

The One I Love'ın yönetmeni Charlie McDowell. The One I Love, yönetmenin ilk uzun metraj filmi. 

Senarist ise Justin Lader. Şimdiye kadar yazdığı ilk uzun metraj film: The One I Love.

Ne kadar ekmek, o kadar köfte yani.

Peki bu filme, bu düşük bütçeyle de olsa, Türkiye'de para yatıracak yapımcı var mı?

***

Sonra usta bildiğimiz Şener Şen konuşur: "Farklı işlere rastlayamadım..." Farklı işlere ne kadar kapınızı açtınız ki?..

20 Kasım 2014 Perşembe

American Beauty


American Beauty - 2011 - Sam Mendes
Her ne kadar ABD'den nefret edersek edelim, her ne kadar ABD'lilerin zalim olduğunu düşünürsek düşünelim, bir gerçeği gözardı edemeyiz: Eleştiri konusunda hala dünyada 1. sıradalar. 

Geçtiğimiz yıllarda dünya sinemasının birçok eleştirel yapıdaki örneğiyle haşır neşir oldum. Arjantin, Brezilya, Almanya ve hatta Romanya'dan çok enteresan emsaller şu anda gözlerimin önünde. Ülkesini; içinde ezelden beri yaşananlarıyla (örneğin ülkenin zamanında gerçekleştirmiş olduğu bir soykırım) ve hala yaşanmakta olanlarıyla (örneğin dönemsel hükumet politikaları) beraber eleştiren bir sinema, evet, dünyada var. 

Peki ABD'yi bu konuda ön plana çıkaran ne öyleyse?.. Hiç kuşkusuz; çok daha fazla seyirciye ulaşması ve türünün az da olsa örneklerini fevkalade gerçekçi yansıtabilmesi.

***

Gelelim American Beauty filmine. 

***

Hiçbir zaman "Çok fazla film izledim", "İzlemediğim film yoktur!" gibi iddialı cümlelerim olmadı. Elime geçen her filmi de izlemem, seçerim. Yalan yok. 

American Beauty de, işte öyle, biraz atladığım bir filmdi diyebilirim. 

Yayınlandığı 1999 yılından beri birçok kez, başından sonundan izlemiştim bu filmi. Türkiye'de olmadık kanallarda, olmadık anlarda, olmadık filmlerle karşılaşma imkanımızın olduğu doğru. Ancak ben, iyi bir filmle televizyonda karşılaştığında, "Kapatalım; başını kaçırdım, başka zaman tümünü izlerim" diyen kesime mensubum...

American Beauty de o hesap. Hep karşıma çıktı, hep refüze ettim izlemeyi: "Bu iyi film bu, başından izlemek lazım..."

Nitekim de öyle oldu.

Birkaç gün önce, Ukde Sineması'nın perdesine yansıttım filmi ve izlemeye koyuldum.

Bittiğinde koltuğuma çakılı kaldığım filmi izlerken, şöyle düşündüm: "İyi ki bunca yıl izlememişim..."

Bunun sebebi gayet net: American Beauty gibi filmleri, sinema bilgisine biraz daha vakıfken, biraz daha roman okumuş ve anlatım teknikleri üzerine düşünmüş olarak izlemek, her zaman için daha iyidir. 

***

Şöyle bir düşündüğümde, öyle zannediyorum ki izlediğim en iyi 10 ABD filmi listesine kıyısından köşesinden bir yerlerinden sokarım American Beauty'yi. 

Neden mi? 

Şöyle:

***
Mükemmel Aile?!

Lester ve Carolyn Burnham'ın hikayesine konuk oluyoruz filmde. Kevin Spacey ve Annette Bening can veriyor bu iki role...

Lester ve Carolyn, kızları Jane (Thora Birch) ile birlikte, ABD'nin güzel bir şehrinin, temiz, elit bir semtinde, tamamen "örnek teşkil edebilecek" bir ailenin fertleri. 

Lester Burnham (Baba), Media Monthly Magazine diye bir dergide çalışıyor; Carolyn Burnham (Anne) emlakçı ve Jane de (Kızları) hatırı sayılır bir lisede öğrenci. 

Dışarıdan bakıldığında her şey güzel yani, her şey yolunda...

Ancak o güzel Amerikan Ailesi'nin içerisine kamera sokulduğunda görüyoruz ki; aslında aile öyle bir hale gelmiş ki, neresinden tutsan elinde kalıyor!

Lester mesela... 14 yıldır çalıştığı dergiden, bir bütçe daralması gerekçesiyle kovuluyor. 

Carolyn'e baktığımızda o şık kıyafetler içerisindeki kadının aslında hiç de öyle gözüktüğü kadar başarılı olmadığını görüyoruz. 

Jane, babasından ve genel olarak ailesinden nefret ediyor ve sorumsuz bir profil çiziyor. 

Bunlara ek olarak bir de hikayenin yan aksları var. 

Mesela Burnham Ailesi'nin komşuları: Fitts Ailesi.

Baba (Chris Cooper) albay emeklisi bir otorite, disiplin manyağı; homofobik, faşist. Anne; babanın bu baskıcı rejiminden dolayı olsa gerek, kafayı yemiş. Oğul desen, Ricky Fitts (Wes Bentley), uyuşturucu bağımlısı ve satıcısı...

***

Hikayeye dair söylenebilecek en değerli söz, belki de filmin henüz başında Albay emeklisinin, sabah gazetesini okurken ağzından çıkıyor: "This country is going straight to hell!" ("Bu ülke, dosdoğru cehenneme gidiyor!")

Gerçekten de öyle. Ama işin püf noktası da zaten burada. Karakterlerin neredeyse hepsinin izleyiciyi ters köşe yapması!

Buna Karakterlerin Üç Boyutluluğu da diyebiliriz.

Sapık bir karakter, aslında fevkalade düzgün çıkabiliyor ya da en naif gözüken karakter tam bir baş belası. 

Kevin Spacey ve Chris Cooper

Yukarıdaki sözün homofobik bir adamın ağzından çıktığını düşünecek olursak, filmin sonunda adamın başına neler geldiğini hayal etmek o kadar da zor olmasa gerek...

Sünepe gözüken Lester Burnham, öyle bir anasının gözü çıkıyor ki... Kendisini 14 yıllık işinden atmak isteyen patronuna: "Tamam, beni işten çıkarabilirsin, ama 1 yıllık maaşımı tazminat olarak peşin alırım... Vermezsen de şirkette olup biten tüm pislikleri rakip firmalara ve basına sızdırırım. Üstelik beni bu odaya kilitlediğini ve işimi korumam için sana oral seks yapmamı istediğini bağıra çağıra önüme gelen herkese söylerim...

Aynı "anasının gözü" ve emellerine ulaşmak pahasına harcayamayacağı değeri kalmamış adamın, Lester Burnham'ın filmin sonunda, filmin başından beri arzuladığı kızının en yakın arkadaşını iğfal edebilecekken kızın bakire olduğunu öğrenip bir anda insafa geliyor ve kızla birlikte olmayabiliyor oluşu da, yine bu Karakterin Üç Boyutluluğu dediğim meseleye götürüyor bizi...

"Lester you are going to spill beer on the couch!"

Anne Carolyn Burnham... Güçlü olmak istiyor. Daha fazla ev satmak, daha çok para kazanmak istiyor... Peki bu uğurda neler yapıyor? Mesela zengin bir emlakçının aftosu oluyor... Kızını boşluyor, kocasını ikinci plana atıyor.

(Tam kocası Lester'la sevişecekken, bir anda Lester'ın elindeki biranın kanepeye döküleceğinden korkup "Dur Lester, biran dökülecek!" demesi, zaten ABD'deki iş hırsının, vahşi kapitalizmin, liberal illetin insan hayatını mahvetmesinin harika bir gösterimi değil mi?)
Ricky Fitts (Wes Bentley)

Bir de Ricky karakteri var. İtiraf etmek gerekirse, biz de bu elinde 7/24 handycam'le dolaşan çocuğu görsek, korkarız. Ancak çocuk başka bir şeyin peşinde. 

Garip garip şeyler videolarını çeken bu çocuk, felsefesini şu cümlelerle açıklıyor, rüzgarda başıboş sallanan bir beyaz torba görüntüsüne bakarak: "Bazen o kadar çok güzellik olduğunu fark ediyorum ki dünyada, bu kadarına dayanamayacağımı hissediyorum..."

O garip, hatta karşıdan geldiğini görsek yolumuzu değiştireceğimizi bildiğimiz çocuk, filmin aslında en düzgün tipi oluveriyor bir anda...

***

Uzatmaya gerek yok. Aslında yazılacak çok şey var ama belki de en iyisi filmi izlemek.

***

Teknik açıdan da olağanüstü bir film American Beauty. Lens tercihleri, açı seçimleri, sahne kurulumları... Mesela gül kırmızısı. Lester Burnham'ın postmodern hayatını, cinselliğini anlatmak için film boyunca başvurulmuş harika bir renk... 

Six Feet Under ve True Blood gibi dizilerin yapımcısı Alan Ball, American Beauty'nin senaristi. Filmin yönetmeni ise The Road to Perdition, Skyfall ve Revolutionary Road gibi yapımlardan hatırladığımız Sam Mendes...

Zaten bu isimler, iyi bir filmin habercisi olmaya yeter de artar.

Uzun lafın kısası, vizyona girmesinden tam 15 yıl sonra izlediğim bu film, son yıllarda izlediğim en iyi filmdi hiç kuşkusuz. 

Bir komik olay da şu... Bu film En İyi Film dalında Oscar almış. Bu da demek oluyor ki, bozuk saat bile hakikaten günde iki kere doğruyu gösterirmiş.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Side Effects




Oscar Wilde Gizli Olmayan Sfenks başlıklı kitabında şöyle diyor: "Kadınlar sevilmek için yaratılmışlardır, anlaşılmak için değil..."

Bu doğru. 

Ne tür bir ilişki yaşıyor olursanız olun bir kadınla, muhakkak günün birinde şu ikilemle karşılaşacaksınız... Onu ya seveceksiniz, ya da anlamaya çalışacak. Anlarsanız ondan kopacaksınız, severseniz de onu asla anlamayacak. Eğer bu ikisini bir arada yapmaya çalışırsanız, bir türlü anlayamadığınız bu kadından yine, sancılı, bol gözyaşlı, hatta belki de "kanlı" bir biçimde kopacaksınız. Sevmek ve anlamak, ikisi bir arada kadınların konusu değil, olamaz da.

***

Side Effects 2013 yapımı bir ABD filmi. Filmin yönetmen koltuğunda Ocean's serisinden ve Traffic filminden tanıdığımız Steven Soderbergh var. Solaris, Kafka, Erin Brokovich ve Benicio del Toro'nun başrolünü üstlendiği Che ikilemesini de, bu önemli yönetmenin filmografisini sayarken es geçemeyiz. 

Film Rooney Mara'nın oynadığı Emily Taylor karakterinin kocasının hapisten çıkmasıyla başlıyor. Kocası hapisten çıkmasına rağmen Emily bir şekilde depresyona giriyor. Başta bu psikolojik bozukluğun tamamen normal olduğunu düşündürtüyor film izleyiciye. Daha doğrusu; tabî geliyor Emily'nin yaşadıkları. 

Ancak sonradan anlaşılıyor ki, Emily'nin yaşadığı depresyon, tahmin edilenden çok daha derin...

Dikkatli izleyici refleksi olarak doğrudan bunun nedenlerini düşünüyoruz. 

İntihara teşebbüs eden bir kadın olarak Emily'yi bu kadar dibe çeken ne?

Düşündükçe kocasının neden hapishaneye düştüğünü öğrenmeye çalışıyoruz. Öğreniyoruz da. Fakat hayır, Emliy'nin bu berbat halinin kocasının hapishaneye düşüş sebebiyle yakından uzaktan alakası yok.

Derken Emily, şu az önce bahsettiğim intihar teşebbüsünü gerçekleştiriyor. Soluğu biz de Emily'le birlikte hastanede alıyoruz. Ve hastanede, filmin diğer başkarakterini tanıyoruz: Dr. Jonathan Banks.

Jonathan Banks rolünü Jude Law, harikulade bir biçimde oynuyor. 

Dr. Banks, Emily'nin intihara teşebbüs ettiği gece ayaküstü Emily'le konuşuyor. Emily Banks'e "Kocam hapishaneden yeni çıktı, bir an için kendimi kaybettim, bir daha olmaz, ben sağlıklı biriyim, lütfen hastaneden bu gece taburcu olmama izin verin" gibisinden şeyler söylüyor ve Banks de Emily'den aldığı "Haftada 3 kez muayenehanenize gelecek, sizinle durumum hakkında konuşacağım" sözü karşılığında Emily'nin taburcu olmasına müsaade ediyor.

Seanslar başlıyor. Emily ile Banks düzgün bir biçimde, aksatmadan Emily'nin sıkıntıları üzerine konuşuyorlar ama Banks çözemiyor... Banks'in çözemediği Emily'nin gerçekten neyi olduğu!

Bunun üzerine Banks, tam o sırada tesadüfen Emily'nin daha önce de bir psikoloğa göründüğünü öğreniyor ve soluğu psikoloğun yanında alıyor: Dr. Victoria Siebert.

Catherine Zeta-Jones tarafından harika bir şuhlukla oynanan Dr. Siebert, o her zamanki soğukkanlılığıyla Dr. Banks'e birkaç ilaç önerisinde bulunuyor; bu önerilerden biri Ablixa isimli bir ilaç. Piyasaya yeni sürülmüş, nedir ne değildir tam bilinmiyor. 

İlaç işi Dr. Banks'in kafasına yatınca, Emily ilaçları almaya başlıyor. 

Beklenmedik olan; Ablixa isimli bu ne idüğü belirsiz ilacın Emily'de uyurgezerlik yaptığı. 

İşte filmin adı Side Effects, yani Yan Etkiler, buradan geliyor.

Ve bir de üstüne Emily, ilacın etkisindeyken kocasını bıçaklayıp öldürünce, işler iyice sarpa sarıyor.

Emily hapishaneye, Dr. Banks de hastasına tedbirsiz ilaç vermekten içeri düşme tehlikesiyle yüz yüze.

***

Buradan sonrası tam anlamıyla izlemelik.

Şöyle özetleyelim, Dr. Banks'in Emily'nin ruhsal bozukluğunu araştırdıkça öğreneceği daha pek çok şey olacak.

Ablixa ilacı, nereden çıktı mesela? Ya da Emily gerçekten hasta mı? Ya da Dr. Siebert'in büyük sırrı ne?

***

Muhteşem ötesi bir film değil, ancak izleği çok yüksek. Anlatılması pek de öyle kolay olmayan bir konuyu, bir hayli iyi anlatmış yönetmen ve senarist.

106 dakikalık bir görsel şölen demek zor, ama zihin açıcı, enteresan bir film.

Boş vaktiniz varsa ve bir gizemi ilmek ilmek çözmek istiyorsanız, her ne kadar "çooook tahmin edilemez" bir finali olmasa da, buyurun izleyin!