The Normal Heart

2 Aralık 2014 Salı

The Normal Heart


The Normal Heart - 2014 (Ryan Murphy)


Üzerine konuşulması çok zor olan konular var... Konuşulmaları bir yana dursun, ucundan kıyısından bu konulara dokunan kimi şeyler hakkında eleştiri yapmak, ciddi bir mücadele gerektirebiliyor... Ağzınızdan çıkabilecek tek bir iyi düşünülmemiş söz, çok sayıda insanın kalbini kırabilir, kırıyor... AIDS, böyle bir konu. Homoseksüelite, böyle bir konu...

***

2014 yapımı bir filmden bahsedeceğim: The Normal Heart.

Larry Kramer, 25 Haziran 1935 ABD doğumlu bir LGBT hakları savunucusu, AIDS aktivisti, oyun yazarı, prodüktör, senarist... Doymayan bir adam yani. İsveç çakısı kadar çok amaçlı ve bir o kadar da keskin.



Mark Rufallo - Matt Bomer
***

Gay Men's Health Crisis, gönüllülük esasına dayalı ve New York merkezli bir AIDS'le mücadele "örgütü". (Bir tek gay'lere yönelik değil. Yani en azından internet sitelerinde öyle yazıyor...)

Larry Krammer bu örgüt için çalışıyor, didiniyor fakat bir sebepten bu örgütten uzaklaştırılıyor.

Örgütten uzaklaştırıldıktan sonra Kramer Avrupa'ya gidiyor ve burada, Nazi Almanya'sında açılan ilk toplama kampını ziyaret ediyor. Dachau Toplama Kampı'nda dolaşırken Kramer, öğreniyor ki Toplama Kampı 1933 yılında açılmış ve hiçbir Avrupa ülkesi, böyle bir mekanın oluşturulmasına tek kelime laf etmemiş! (İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıç tarihinin 1939 olduğunu unutmayalım.)

Ve Kramer o gün diyor ki: "Aslında Avrupa nasıl böyle bir konsantrasyon kampının kurulmasına ses etmediyse, ABD de 1980'li yıllarda homoseksüeller üzerinden yayılan HIV'ye ses etmedi... ABD ve Avrupa, aslında aynı haltı yediler. Birisi bir ırkın, dinin yok edilme çabasına; diğeri, eşcinsellerin 'geberip gitmesi'ne göz yumdu!"

***
Ned Weeks (Mark Rufallo)

1985 yılında Kramer, ABD'ye Avrupa'dan döndükten sonra bir oyun yazıyor. Oyunun ismi: The Normal Heart.

Ve bu oyun, uzun seneler New York'ta Brodway'de, Los Angeles'ta, Londra'da sahneleniyor. Baya popüler oluyor; kapalı gişe oynuyor...

Ve bir gün, American Horror Story, Glee ve Nip/Tuck gibi dizilerin rejisörü olarak bildiğimiz; Eat Pray Love filminin yönetmeni Ryan Murphy, The Normal Heart'ı beyaz cama uyarlıyor. Aynı isimle, aynı yazarın kaleminden.

***

Filmin konusunu okuduktan ve yazarın hayatını göz önünde bulundurduktan sonra diyebiliriz ki, The Normal Heart aslında otobiyografik bir eser. (Hangi eser yazarından esintiler taşımaz ki zaten?..)

1980'li yılların New York'una gidiyoruz. Aslında filmin ilk sahnesini izleyenler, bir komedi filmi izleyecekleri intibaına rahatlıkla kapılabilirler.

Ned Weeks (Mark Rufallo), Ah o gemide ben de olsaydımvari bir müzik eşliğinde, Fethiye Ölü Deniz misali bir burna feribotla varıyor. Sonradan anlıyoruz ki Ned'in vardığı bu ada, aslında bir geyler adası.

Anadan üryan dolaşan kaslı erkeklerin arasında adanın içlerine sokulurken Ned, anlıyoruz ki, aslında Ned pek de öyle tercih edilebilir bir gey değil. Fiziği adadaki diğer erkeklerinki kadar güzel değil, genel olarak giyim tarzı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. (Rufallo bunu bize kapıldığı endişe üzerinden açık bir biçimde veriyor.)

Ned oraya gey arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirmek için gelmiş. Ağbisi zengin, o zamana kadar anlaşıldığı kadarıyla hiç maddi sıkıntısı olmamış ve "filmdeki diğer karakterlerin söylemleri üzerinden söyleyebiliyoruz ki"; Ned'in bu maddi rahatlığı, onun cinsel kimliğini ayan beyan yaşamasına imkan sağlamış. (Filmdeki diğer gey karakterlerin çoğu, cinsel kimliklerini saklamaya daha meyyal.)

***

1980'li yıllar dedik.

ABD'nin HIV ile, yani belki de bir nebze daha bilinen ismi AIDS ile yeni tanıştığı yıllar.

İşin ilginç yanı, "tamamen filmin okuması üzerinden söylüyorum", AIDS o dönem yalnızca homoseksüeller, hatta erkeğe ilgi duyan eşcinsellerde başgösteriyor...

Önceleri AIDS'in ne olduğu tabii ki bilinmiyor. Kanserin bir türevi zannediliyor: Gey Kanseri.

Ned Weeks, teker teker arkadaşlarının hayatlarının "rezil bir biçimde" sona erdiğini görünce, diğer geyleri ayağa kalkmaya davet ediyor.

Önce pek yandaş bulamıyor. Ama sonra, bakıyor ki herkes hastalık yayılıyor, Ned ile birlikte, şu yukarıda adını verdiğim örgütü kuruyorlar: Gay Men's Health Crisis.

(Aslında buna "örgüt" demek ne kadar doğru bilemiyorum; belki de "kriz masası" demek daha doğru olur.)

***

Örgüt uğraşıyor uğraşmasına ama pek sonuç elde edemiyor. Ned Weeks'in yakın arkadaşı, bir yürüme engelli kadın olarak bilim insanı Dr. Emma Bookner (Julia Roberts) giriyor tam bu devrede hayatımıza. O çok uğraşıyor önce hastalığa tanı getirmek, ardından da hastalığa bir kür geliştirmek için. Ancak nafile.

Malum; bu tip "yeni" hastalıklarla mücadele için devletin bir "mücadele fonu" ayırması gerekiyor. Peki Birleşik Amerika devleti bunu yapıyor mu? Hayır. Peki neden yapmıyor? Ned Weeks üzerinden filmin tezi şöyle: "AIDS'le mücadele için fon ayırmıyorlar; çünkü henüz AIDS'ten ölmüş bir heteroseksüel yok. Ölenler yalnızca gey... Bizim yok olmamızı istiyorlar. Bizden önce arkadaşlarımızın ölümünü izlememizi, sonra da yalnızbaşımıza odamızda, kendi ölümümüzü beklememizi istiyorlar."

Film, işte bu zulümden temelleniyor.

Biz Ned Weeks ve yakın arkadaşlarının bu illetle mücadelesini izliyoruz ve tabii toplumun, devletin uzunca bir süre kılını kıpırdatmamasını.

Acıklı bir hikaye.
***

Şimdi yazının en başına dönelim...

Biraz kaygılı olduğum doğru; çünkü bu filmi beğenmediğimi söylemeye açıkçası biraz korkuyorum. Çok açık, net ve somut bir nedenle -hatta belki nedenlerle- anlatabilmem lazım neden filmi beğenmediğimi.

Bu da zor bir iş.

Hiçbir gey arkadaşımın alınmasını, üzülmesini istemem; çünkü biliyorum ki birkaç gey arkadaşım bu filmi ulusların marşları benimsediği gibi benimsemiş, kendilerine bayrak edinmiş vaziyetteler.

Uzatmayayım, girişeyim:

Çok basit bir nedeni var filmi beğenmeyişimin.

Ben "tek bir konuya odaklanıp, yalnızca tek bir fikrin propagandasını yapan" hiçbir sanat eserini sevmiyorum...

Orhan Pamuk'un Nebil Özgentürk'e verdiği röportajda "Nazım Hikmet'in toplumun sesi olmaya çalıştığı şiirlerini değil, lirik şiirlerini seviyorum" demesi gibi.

Dr. Emma Bookner (Julia Roberts)


***

Kadın yönetmenlere bakalım. Hep aynı feminist tona sıkışıp kalmışlar gibi geliyor bana. Hatırıma gelen çoğu kadın yönetmen feminist. Bu çok güzel. Bir itirazım yok, asla da olamaz. Ama tüm sanatsal serüvenini tek bir tona bağlamak?.. Biraz haksızlık gibi geliyor bana.

Kimi kadın yönetmenler bu işe girişiyorlar ve hiç de fena kotarmıyorlar, o ayrı. (Bkz: Caramel filmiyle Nadine Labaki)

Kimileriyse yine feminizme dair olmasa da, kadının hislerine dair ciddi bir şeyler söylüyorlar ama bunu bağıra çağıra, konuyu tamamen feminizme yıkmadan yapıyorlar. Ki benim de hoşuma giden bu. (Bkz: Sweetie filmiyle Jane CampionBrødre filmiyle Susanne Bier ve The Reluctant Fundamentalist filmiyle Mira Nair.)

Tom Boatwright (Jim Parsons)

***

Kadın yönetmenler üzerinden söylemek istediğimi anlatabildiğimi düşünüyorum.

The Normal Heart, nasıl desem, biraz "tek konu üzerine odaklanmış bir film" gibi geldi bana.

Geyler ve onların yaşadığı hazin süreç.

Tabii ki değer, tabii ki bu mücadelenin cam ekrana yansıması elzem ama yine de bence, bir hikaye üzerinden bu konuya değinilseydi, sanki daha iyi olurdu.



***

İlk itirazım bu. İkincisiyse... Süre meselesi.

Aşırı uzun bir film The Normal Heart... Mütemadiyen aynı konu işlendiğinden, insanın içi bir hayli daralıyor filmi izlerken.

Bunun dışında oyunculuklara diyecek hiçbir şey yok.

On numara.

The Big Bang Theory'nin Sheldon Cooper'ını başka bir projenin içinde izlemek hiç de fena olmuyor. Her ne kadar üç aşağı beş yukarı aynı oyunculuğu izlesek de...

Mark Rufallo'nun bence kesin bir Oscar adaylığı vardı; eğer HBO filmi, televizyonda yayınlamak üzere yaptırmasaydı...

(Evet, ABD'de böyle konulara değinen filmler, televizyonda yayınlanabiliyor.)

Julia Roberts'ın rolünün oyunculuğa çok açık olmadığını söylemek mümkün. Evet, film boyunca tekerlekli sandalyede ama her tekerlekli sandalyeden kalkmayana Oscar verselerdi... Bir dakika! Galiba veriyorlar zaten!

Şaka bir yana: Julia Roberts'ın çok sahnesi yok. Tek bir sahnede parlıyor (izleyenler bulsunlar hangi sahne olduğunu) ve tabii bu onun için ayan beyan bir "oyun kesme" imkanı; ancak o sahne de o kadar akıllarda kalmıyor sanki.

***

The Normal Heart, konuya özel ilgi duyanlar ve Mark Rufallo'nun oyunculuğunu izlemek isteyenler için güzel bir film.

Ama kaçarsa da dünyanın sonu olmaz.

***

Yazıyı Ned Weeks'in ağzından dökülen fevkalade anlamlı replikle bitirelim:

"Marcel Proust, Walt Whitman, Tennessee Williams, Büyük İskender... İnanamayacağınız kadar çok kardinal ve Papa'yı içine alan bir kültüre aitim. İkinci Dünya Savaşı'nın kazanılmasını sağlayanın açık açık eşcinsel bir İngiliz olduğunu biliyor muydunuz? Adı Alan Turing'di ve Alman enigma makinesini kırdı. Savaş bitince, eşcinsel olmaktan dolayı rahatsız olduğu için intihar etti. Niye bunların hiçbiri okullarda öğretilmiyor? İkinci Dünya Savaşı'nın kazanılmasından bir eşcinsel sorumlu! Öğretselerdi belki de intihar etmezdi ve siz de kimliklerinizden korkmazdınız. Ben böyle hatırlanmak istiyorum işte: Savaşı kazanan biri olarak!"

0 yorum :

Yorum Gönder