A Streetcar Named Desire

3 Aralık 2014 Çarşamba

A Streetcar Named Desire


A Streetcar Named Desire - 1951 (Elia Kazan)


Birkaç gün önce, çok eskiden izlemiş olduğum filmleri tekrar izlemeye başladım. Malum, kimi filmler tekrar tekrar izlenmeyi hak eder, kimisiyse talep eder! Almodóvar imzalı, 1999 yapımı Todo Sobre Mi Madre, hiç kuşkusuz, hem tekrar tekrar izlenmeyi hak eden, hem de tekrar tekrar izlenmeyi talep eden bir film. 

Film izledikçe filmlere dair fikriniz değişe, gelişebiliyor. Kimi filmleri bir kez daha izlemek, o filmlere dair yeni düşüncelere dalma imkanı veriyor. Çünkü iyi film, her izleyişte seyircisine başka şeyler söyleyebilmelidir. 

Todo Sobre Mi Madre
Cecilia Roth, Arzu Tramvayı afişinin önünde.

Todo Sobre Mi Madre'nin en önemli sahnelerinden birinde, anne rolünde gördüğümüz Cecilia Roth'u kırmızı renklerin hakim olduğu bir afişle kaplı duvarın önünde görürüz. Bu sahne bize, yönetmenin filmi çekerken kuracağı yapı hakkında üç aşağı beş yukarı bir fikir verir. 

O sahnede Cecilia Roth'un önünde durduğu duvarı kaplayan afişte Un Tranvía Llamado Deseo yazar. Yani Türkçesiyle "A Streetcar Named Desire".

***


Sinema tarihinin kült filmlerinden biri A Streetcar Named Desire. Belki Arzu Tramvayı desek, akıllarda daha bariz bir noktaya göndermede bulunuruz. O zamanki -1951 yapımı bir filmden bahsediyorum- filmleri biz Y Kuşağı Mensubu Türkler, önce ana-babalarımızdan duyuyoruz. Onlar da haliyle bu eski dönem kült filmlerin genelde Türkçelerini biliyorlar. 

İlki 1946'da çekilmiş; ikincisi, Jack Nicholson'lı versiyonu 1981'de çekilmiş The Postman Rings Twice filmini hatırlayan var mı? Peki ya şöyle desek: Postacı Kapıyı İki Kere Çalar, filmini anımsayan var mı?

1939 yapımı Gone With The Wind? Rüzgar Gibi Geçti desek?..

1959 yapımı Some Like It Hot? Bazıları Sıcak Sever, bir şey ifade ediyor mu?..


O zaman tabii internet yok, evrensel bilgilere erişim kıt... gibilerinden bir geyiğe de imza attıktan sonra, devam edelim. 

Todo Sobre Mi Madre filmindeki bu gönderme, beni İhtiras Tramvayı filmini izlemeye sevk etti. 

Bir an için şöyle düşündüm; bir film, bir başka filme göndermede bulunuyorsa, o film, göndermede bulunduğu filmden bağımsız anlaşılamaz

(Bir sanat eseri, bir başka sanat eserine göndermede bulunuyorsa; o sanat eseri, göndermede bulunulan ikinci sanat eserinden bağımsız bakılarak anlaşılamaz.)


***

1909 İstanbul doğumlu Ermeni yönetmen Elias Kazancıoğlu'nun A Streetcar Named Desire'ı bizi, Blanche DuBois'nın (Vivien Leigh) buram buram buhran kokan yaşamına götürüyor. 

Blanche orta yaşlı, bakımlı ve yalnız bir kadın. Aileden zengin aslında ama bir şekilde ailesinden gelen aristokrat statüsünü koruyamamış.

Bunun somut kanıtı olarak da, yaşadığı  Belle Reve isimli ihtişamlı evi maddi sıkıntılardan dolayı elden çıkarmış. 

Hem evsiz, hem de umutsuz kalan Blanche, soluğu kız kardeşinin yanında alıyor. 

Blanche'ın kız kardeşi Stella (Kim Hunter) New Orleans'ta, Polonya kökenli eşi Stanley'le (Marlon Brando) beraber, viran bir müstakil evin alt katında yaşıyor. 

Blanche kız kardeşini ziyarete geliyor gelmesine de; bu ziyaret ev halkını biraz rahatsız ediyor... Aslında Blanche'ın gelişinin Stella nezdinde hiçbir sorun teşkil etmediği açık. Ama aynı cümleyi Stella'nın eşi Stanley için söylemek güç...

Stanley, kelimenin tam anlamıyla "sokaktan gelen bir adam". Yani kirli sokakların tozunu yutmuş, en alengirli insanlarla muhatap olmuş, her türlü alicengiz oyununa vakıf bir bitirim!

Dolayısıyla Blanche'ın bu "Ben rüya gibi bir dünyanın insanıyım! Çok güzel şeyler beni bekliyor, biliyorum! Şurada şu kadar erkek benimle evlenmek için bekliyor, burada bu kadar kısmetim var!" gibi bol kepçeden sallanan hayallerine karnı tok. 

***

Tam bu esnada bir bölüm açıp Blanche'ın karakterini tarif etmemiz lazım belki de.

Şöyle söyleyelim ve dünya üzerindeki her Türk rahatlıkla anlasın:

Sürekli hayaller aleminde yaşayan, mutluluktan ölüyor gözüken ama aslında için için ölüyor oluşunun sebebi mutsuzluğu olan; yine de bu mutsuz ve umutsuzluğu kabul edemeyen, bu yüzden de kimseye gerçekleri belli etmemek için çabalayan tipler olur ya, işte Blanche o. 

Stanley Kowalski  (Marlon Brando)
Yeşilçam Sineması'ndaki herhangi kadın karakterin elinin tersini alnına koyup arkasını erkek karaktere, yüzünü de seyirciye dönerek; boşta kalan eliyle de kapının kirişini tutarak "Nayır, ben gayet mutluyum!" dediğini düşünelim. İşte Blanche, o!

Ve unutmadan bir bilgi verelim: Blanche karakteri, gerçek hayatta bipoler olan Vivien Leigh için adeta bir son olmuş. Bu karakter öylesine işlemiş ki içine, Leigh bir daha hayata tam anlamıyla dönememiş. Hep yaşadığı hayatın kendisinin mi, yoksa Blanche'ın mı olduğunu düşünmüş!..

***

Film özetle şunu anlatıyor: Hayaller ve gerçekler arasında sıkışmış bir karakterin, Blanche'ın dünyada yeri yok ve bunu biz Stanley karakteri üzerinden göreceğiz.

***

A Street Car Named Desire aslında bir tiyatro oyunu. Yazarı da Tennessee Williams

Oscar Saul, tiyatro oyununu sinema senaryosuna uyarlamış. Tennessee Williams da tabii ki senaryoya müdahil olmuş.

1951 yapımı film tam 12 dalda Oscar'a aday olmuş ancak bu adaylıklardan yalnızca dördünü ödülle sonuçlandırabilmiş. 

En İyi Kadın Oyuncu: Vivien Leigh, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Karl Malden, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Kim Hunter ve En İyi Dekor ve Sanat Yönetimi: Richard Day / George James Hopkins.

***

Dediğim gibi, A Streetcar Named Desire bir kült film. 

Sinemaya ilgi duyanların muhakkak izlemesi gereken şu uzun, ilk dönem ABD filmlerinden.

İtiraf etmek gerekirse ABD bizi öyle bir sinemaya alıştırdı ki, artık kendi başyapıtlarını bile izlemeye tahammül edemiyoruz. 

Blanche DuBois (Vivien Leigh)
Fransız Yeni Dalga akımı film çekimlerini kapalı setten, sahne düzeninden çıkarttı; ABD'liler de efekt konusunda olayı çok başka bir noktaya taşıdılar; ve biz bugün önemli filmleri izlerken fenalıklar geçirebiliyoruz. 
Kendimiz ettik, kendimiz bulduk. Yapacak bir şey yok. 

***

Hiç yoktan Marlon Brando izlemiş olmak için bile izlenir A Streetcar Named Desire. Ya da dünya sinemasını, başta da Yeşilçam'ı derinden etkilemiş "aşırı"(!) teatrâl oyunculuk, bu film üzerinden çok büyük rahatlıkla okunabilir. 

(Bkz: Vivien Leigh'in oyunculuğu.)

***

Son bir soru. Acaba Woody Allen 2013 yapımı Blue Jasmine'i yaratırken ya da Cate Blanchett,
Jasmine karakterine can verirken, hiç Blanche DuBois'yı düşünmüşler midir?

İzleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız. 

0 yorum :

Yorum Gönder