7 Días en La Habana

9 Ekim 2014 Perşembe

7 Días en La Habana


7 Días en La Habana, 2012

2012 yılı Filmekimi kapsamında görmek istediğim filmlerin belki de en başında geliyordu 7 Días en La Habana... Biletim de vardı aslında, ama kaçırdım filmi. Ufak bir kafa karışıklığı / Filme hepitopu 5 dakika geç kalmak / Salona alınmamak... Well, Whatever, Nevermind.

Son senelerin furyası Paris Je T'Aime, New York, I Love You tarzı filmler çekmek diyebiliriz. Belirli bir şehirde geçen ve o şehrin hikayelerini anlatan filmlerden bahsediyorum... 

(2005 yapımı Anlat İstanbul, acaba bu tür filmler arasında kabul edilebilir mi? Bence bu pek mümkün.)

Şöyle bir saksıyı dürtünce, Woody Allen da aslında bu modaya uydu bir bakıma. Fark şu ki Paris, Je T'Aime, New York I Love You gibi filmlerde yönetmenler, o şehrin hikayelerini anlatmaya çalıştılar. Woody Allen ise "seçtiği şehirlerde geçebileceğine, geçmesi gerektiğine" inandığı hikayeleri... (Hatta kimi zaman saçmaladı da! Anadili İspanyolca olan Barselonalı karakterler falan...) Her neyse. 

Bir şehir seçip o şehrin filmini çekme modasının 2012 yılındaki eseri 7 Días en La Habana idi. Havana'da 7 Gün...

***

7 farklı yönetmenin Havana'dan geçen 7 öyküsünün bir melanjı 7 Días en La Habana. 

Laurent Cantet, La Fuente; Benicio Del Toro, El Yuma; Julio Medem, La tentación de Cecilia; Gaspar Noé, Ritual; Elia Suleiman, Diary of a Beginner; Juan Carlos Tabío, Dulce Amargo ve Pablo Trapero, Jam Session isimli bölümlerle 129 dakikalık filmi oluşturuyorlar.

Bu bölümlerin hepsinin çok takip edilesi ve zevkle izlenesi olduğunu söylemek güç.

Jam Session, Pablo Trapero

Aralarından iki tanesi hafızama kazınmış. Birincisi Jam Session isimli bölümüyle Pablo Trapero. Bu bölümün başrolünde Emir Kusturica, kendisini oynuyor. 

Havana Film Festivali'nde Onur Ödülü'ne layık görülen usta yönetmen, ödülü almak için Havana'ya gelir. Ödülü alacaktır almasına ama, aslında ödül pek de umurunda değildir. Kusturica ödülün kendisine takdim edileceği esnada sarhoştur ve onun asıl ilgisini çeken ödülden ziyade Küba'nın müziğidir. Dolayısıyla kendisine tahsis edilen şoförle birlikte festivalden ve festivalin organizatörlerinden kaçar, Havana sokaklarına dalar.

"Yerim ödülünüzü! Havana gibi bir yere gelmişim ben; siz beni alkışların, duvarların, kokteyllerin ve sinemadan anladığını zanneden bir avuç çakma entelektüelin arasına hapsediyorsunuz! Reva mı ulen bu bana?! Yok mu buranın sokakları? Bir daha hayatımın sonuna kadar göremeyeceğim gerçek insanları? Kaldırın şu sahte dekoru da, biraz gerçek Havana'yı göreyim!"

Yukarıda yazdıklarım, Trapero'nun bölümünün özetidir. (Abartmıyorum.)

***

Elia Suleiman, Diary of a Beginner

İlgimi çeken ikinci bölümse Elia Suleiman'a ait. Diary of a Beginner...

Bu bölümde yine Elia Suleiman'ın kendisini görüyoruz. O da bir sebepten Havana'ya yolu düşenler arasında.

Muhteşem bir ayna kullanımı göze çarpıyor bölümünün açılış sahnesinde. "Bu iş böyle yapılır, değil mi usta?" diye sanki Bertolucci'ye saygı duruşunda bulunuyor Suleiman. 

Trafik tabirinde "dört yol ağzı" diye adlandırabileceğimiz bir biçime sahip otel koridorunda, elinde valizi Suleiman, bir sola gidiyor, bir sağa ve sonunda "ne yapıyor bu adam?" ifadesini çehresinden okuduğumuz Kübalı bir müstahdemin eşliğinde orta yolu kullanıp odasına geçiyor. Henüz bu sahneden, zaten Suleiman'ın bölümünü nasıl okumamız gerektiğini anlıyoruz. "Sağa mı gitmeli, sola mı?

Bu soru aslında Küba ile ilgili son yıllarda yapılan "doğruluğu kendinden menkul" değerlendirmenin bir tür tezahürü gibi: "Küba artık sosyalist bir ülke falan değil, saçmalamayın. Zaten oraya gidince anlarsınız. Yok öyle bir komünizm. Fidel gitti, komünizm de bitti Küba'da." (Havana'da, Havana ile ilgili bir film çekip de "sağa-sola" dokunmamak zaten bir hayli güç olurdu...)

İlerleyen sahnelerde İsrailli Suleiman'ın yolunun neden Havana'ya düştüğünü anlayabiliyoruz. Suleiman Filistin - İsrail arası barışa bir katkıda bulunmak gayesiyle gelmiş (ya da getirilmiş) Küba'ya. Yani tamamen siyasi sebeplerle. Ama kendi bölümü boyunca tek kelime edemiyor, etmiyor ve sürekli etrafında olup biteni izleyen sessiz, şaşkın adam edalarında.

Bu bölüme dair çok fazla "spoiler" vermek istemiyorum. Çünkü gerçekten tüm filmseverlerin muhakkak izlemesi gerektiğine inandığım bir epizod.

***

Özetle filmin bence en büyük hatası, birazcık kopuk olması. Tam anlamıyla bir bütünlük arz etmemesi gerektiğini zaten biliyoruz. Filmin türünün olayı bu. Ona lafım yok zaten. Ama ne bileyim, sanki bir "rahatsız edici" uyumsuzluğu var yine de filmin. 

İstanbul'u bir kenara koyun, Adapazarı gibi çok daha minik ve açıkçası tektip bir ilçeye bile 7 farklı ülkeden adamı koysanız ve "Bu ilçenin hikayesini anlat" deseniz, ortaya çok farklı tonlar çıkar. Herkesin bir mekanı anlatışı, kendi imgelemindeki gereçlerle gerçekleşir ve bu imgelemin bir hududu yoktur. Olmaması da güzel olandır zaten...

Fakat buna rağmen, en azından filmin renkleri belki biraz bütünlük arz edebilirdi. Veya belki başka bir dizilim mümkün olabilirdi. A yönetmenin filminden sonra B'ninki değil de, acaba D'ninki mi gelseydi, gibi bir şeyden bahsediyorum...

Uzatmıyorum. 

Kötü bir film değil. Ancak Havana dendiği zaman nedense benim hayalimde hep çok daha "eğlenceli ve renkli" bir şehir canlanıyor. Kimseyi "senin hayalin neden böyle değil!" diye suçlayamam elbet. Ama Trapero'nun bölümü dışında o "rengi" hiç göremediğim için açıkçası üzüldüm. 

Çok önemli yönetmenleri bir araya getirdiği için yine de, 7 Días en La Habana, kanımca izlenmesi gereken bir film. 

0 yorum :

Yorum Gönder