|
Song For Marion (2012) - Paul Andrew Williams |
Yarım Kalan Şarkı, Devam Eden Hayatım
Gün: 1 Nisan 2013… Hani şu Fransızların ne hikmetse “Nisan Balığı” (Poisson d’Avril) adını verdikleri, bizim ise sadece “1 NİSAN!” diye kutladığımız gün.
Yer: Beyoğlu, İstiklal Caddesi.
Hava: Bir garip… Çok sıcak, ama güneşsiz. Ara ara yağmurlu, ama çok kuru. Kararsız, diyelim.
Ben de kendi içimde, tıpkı nisan başı İstanbul iklimi gibi gel-gitler yaşıyorum. Bir takım şeyler kötü gidiyor hayatımda. Sıkılıyorum, boğuluyorum ve tersliklere karşı mücadele gücümü ufak ufak yitiriyorum. Diken sırtı derler ya, ince bir ip üstünde ya da; işte öyle bir yerdeyim ben de.
***
Böylesi bir umutsuzluk içerisinde giriyorum işte Halep Pasajı’ndan içeri. Alt kata inen merdivenlerin basamaklarına böyle basıyor yarı ıslak tabanlarım, bıkkın ve isteksiz ve tüm karamsar duygularımın ana sahnesi çehrem, işte böyle ifadesiz. Ve ifadeli bu yüzden.
Sıra: K, Koltuk: 2. Oturuyorum. Bu paltoyu da neden aldıysam? Saat kaç? 19 mu? O kadar oldu mu yahu… Peki. Biraz etrafıma bakınayım. Şu duvarlar… Sahi her sene bu duvarları ben niçin bir tek İstanbul Film Festivali sayesinde görüyorum? Oysa bu sinema salonu belki de İstanbul’un en özgün sinema salonu! Daha sık gelmeli. Kim çizmiş bu resimleri bu salonun duvarlarına? Daha da önemlisi, kimin aklına gelmiş boyamak bir sinema salonunu? Ne kadar yaratıcı, değil mi? Rengârenk duvarlarla çevrelenmiş salon, simetrik katlanmış beyaz kâğıdın ortasında, tam karşımda da perde! Işıklar mı kapandı? Evet. Susalım şimdi.
Song for Marion yazıyor ekranda. Hemen altında da çevirisi: Yarım Kalan Şarkı. Ben çevirmenlik okuyorum, böylesi bir çeviri tercihine dudak bükmek için henüz çok erken olduğunun bilincindeyim, hele bir filmi görelim. Dolayısıyla: “geçiniz…”
Şu kadını nereden tanıyorum yahu ben. Bakayım? Vanessa Redgrave. Antonioni’nin 1966 yapımı Blow-Up’ı en sevdiğim filmdir! Tabii ya, oradaki genç kızdı Vanessa Redgrave! Eğer Yarım Kalan Şarkı filmi de, tıpkı Cortázar’ın Las Babas del Diablo’su; yahut Türkçesiyle Cinayeti Gördüm’ü kadar etkileyici bir kurguya sahipse… Vay benim halime!
Vanessa Redgrave bir hayli yaşlanmış, doğru, ama hala çok güzel. Hasta sanırım. Kanser… Bu kötü oldu. Ama bereket onu seven, ona bakacak, ona her daim destek olacak, yaşına göre yakışıklı mı yakışıklı bir kocası var! Onun ismi neydi?.. Bakalım: Terence Stamp. Onu da bir yerlerden gözüm ısırıyor ama nereden?.. 1962 yapımı Billy Budd filminden olabilir mi acaba? Ya da yakın zaman -1994 yılının- filmi The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert’ten mi hatırlıyorum onu? Öyle olmalı…
Peki, olay ne öyleyse?
***
Hikâye İngiltere’de, muhtemelen de günümüzde geçiyor. Yetmişlerinde bir çiftin hayatına konuk oluyorum. Vanessa Redgrave; yani Marion kanser. Kocası Terence Stamp; yani Arthur ise turp gibi, ancak onun hastalığı karısınınkinden beter… Marion ne kadar hayat dolu, ne kadar neşeli, ne kadar insani ilişkilerde sıcaksa; Arthur o kadar utangaç, o kadar huysuz, o kadar mutluluğa paye vermeyen ve o kadar soğuk bir insan tipi. Aslında bir birlerine çok zıt karakterlere sahip oldukları bas bas bağıran bu iki insan, her nasıl oluyorsa birbirlerini muhteşem tamamlıyorlar.
Tıpkı havanın o sırada Beyoğlu’nda fevkalade sıcak, ama beri yandan da kapalı ve yağışlı olmasındaki garip uyum gibi… Tıpkı içimdeki zıt duyguların ortaya çıkardığı yadırganası ahenk gibi…
***
Marion, arkadaşlarının da parçası olduğu bir “yaşlıcıklar korosu”nda şarkı söylüyor. Koronun başında genç bir kız. Elizabeth (Gemma Arterton). Gündüzleri bir eğitim kurumunda müzik dersleri veriyor, işinden artan zamanlarda da gönüllü olarak bu yaşlılar korosuyla ilgileniyor.
Koro bir yarışmaya hazırlanıyor. Bir şarkı yarışmasına. Marion da, grup dâhilinde söylemesinin dışında, bir de yalnız başına şarkı söylüyor korodaki yaşlıcıkların bir adım önünde. Provalar bu şekilde alınıyor. Marion burada anlamlı bir şarkı söylüyor, hem de kocasının gözleri içine baka baka. Şarkının ismi True Colors, sözlerinin çevirisini Marion’un söyleyişiyle koşut yapan zihnim, göz pınarlarımı haftalar sonra tatilden dönüşte aceleyle karışık evhamla çiçeklerini sulayan bir anne gibi suluyor:
“Sen, üzgün bakışlı
Asla cesaretini kırma
Ve ben biliyorum,
Cesaretini toplamak zordur.
İnsanlarla dolu dünyada
Gözden kaybolabilirsin
ve İçindeki o karanlık
Seni küçücük hissettirebilir.
Ama ben senin asıl renklerini görebiliyorum
İçinde parıldayan
Asıl renklerini görüyorum
ve bu yüzden sana aşığım.
Sakın korkma,
Sana asıl renklerini göstermelerine izin ver.
Asıl renkleri insanın çok güzeldir,
Gökkuşağına benzerler.”
Bu şarkıyla Marion kocasına adeta şöyle diyor: “Delikanlım yapma, ne olur gülsün biraz yüzün, ben seni anlıyorum, biliyorum, tanıyorum seni; ama yapma. Boş ver. Bırak kendini biraz olayların akışına, rahatla biraz, güven kendine ve mutlu ol! Benimle, ya da bensiz, çok mutlu ol…”
Sinema salonunun dört bir köşesinden burun çekme sesleri geliyor. Bir ben değilmişim, diyorum, huzur buluyorum. Meğer ihtiyacım olan buymuş…
***
Koca salonun gözyaşlarına boğulduğu andan yalnızca birkaç dakika sonra… Yaşlılar korosu yarışmaya katılmaya hak kazanıyorlar. Şimdi yarışma için başka şarkılar seçmeleri lazım. Düşünüyorlar, taşınıyorlar ve nihayet karar veriyorlar: hip-hop söyleyecekler! Peki ya hangi şarkı? Salt-N-Pepa’dan Let’s Talk About Sex! (Haydi Seksten Bahsedelim!)
Hoppalaaa! Dedem yaşında adamlar, anneannem-babaannem yaşında kadınlarla hoplaya hoplaya başlamazlar mı şarkıyı söylemeye!
“Haydi seksten bahsedelim bebeğim!
Senden, benden bahsedelim.
Başa gelebilecek her türlü güzellikten ve
Her türlü kötülükten de tabii!
Haydi seksten bahsedelim bebeğim!”
Beni aldı bir gülme… Koca salon, iki dakika önce burun çeken, belki de “ay bu ne böyle! Bu ne kasvet!” diyerek salonu terk edecek seyirciler, bu sefer koltuklarında zıplaya zıplaya gülüyorlar!
Hepimizin karnına ağrılar girmiş. “Aman Allah, ne komikti!” diyoruz ve o loşlukta yanımızdaki diğer seyircilerle göz göze geliyoruz. Yalnızca bakışmalarımızla aldığımız keyfi ifade ediyoruz birbirimize. Film izlemenin yapayalnız bir zevk olmanın dışına taşabileceğini anlıyor, hayret ediyoruz.
***
Derken biraz sonra bir kere daha doluyor gözlerimiz. Başka, bambaşka bir gelişmenin ruhumuzdan talebi bu. Ama uzun sürmüyor, hemen ardından bir diğer sahne var ki, patlatıyoruz kahkahayı yine. Birazdan yine ağlaşmalar ve hemen akabinde yine karnımız çatlayana kadar gülüyoruz. Bu böyle gidiyor, muntazam ve muazzam bir uyumla. Zıtlığın uyumuyla.
Tıpkı havanın o sırada Beyoğlu’nda fevkalade sıcak, ama beri yandan da kapalı ve yağışlı olmasındaki garip uyum gibi… Tıpkı içimdeki zıt duyguların ortaya çıkardığı yadırganası ahenk gibi…
***
Aksi, mutsuz ve soğuk bir yaşlı adamın nasır tutmuş yüreğinin, ölüm döşeğindeki karısının pamuk elleriyle gıdım gıdım çözülüşünü kare kare işledikten sonra benliğime, mırıldanıyorum: “Mümkün… Mücadeleye devam! Daha çok gençsin. İsmini koymamışlarsa da Yılmaz, olsun; sen yılma!”
Beyoğlu Sineması’ndan çıktıktan sonra İstiklal Caddesi’ne; ellerim ceplerimde, karışıyorum akşamın karanlığına. Sahi, hava kararmış. Oysa ben filme girerken hala aydınlıktı. Bir aydınlık, bir karanlık. Ne kadar zıt ve ne denli uyumlu…
Haydi, şimdi hayata devam; on beş dakika ara, bitti!
(Bu yazı Sabah Gazetesi 32. İstanbul Film Festivali Özel Eki için yazılmıştır.)