"Altmış yıl önceki küçüklerin nefret ettikleri üç şeyden biri, zayıf düştüklerinde her sabah kendilerine zorla içirilen balıkyağı, öteki ikisi de kabız olduklarında zorla yapılan lavmanla, yine zorla içirilen hintyağı idi.
Tanrı biliyor ya bugün de bana devlet yönetimi üstüne yazı yazmak, hintyağı yahut balıkyağı içmek gibi itici geliyor.
Ne var ki toplumun okuma menziline en çok girebilmiş yazı türü, gazetelerdeki köşe yazıları. Böyle olunca da bu olanağı yüzlerce yıl sürmüş olan 'kulluk' koşullanmasına karşı, 'vatandaşlık bilincini' uyandırmak için kullanmak gerekiyor.
***
Maalesef okullar kasıtlı olarak vermiyorlar bu bilinci. Özellikle de gençlerin düşünce ufuklarını 'mevcut devlet yapısının eksileriyle artılarını karşılaştırmaya dönük, analitik değerlendirmelere' kapalı tutuyorlar.
Sözün kısası, sivil-asker bürokrasi egemenliğine gizli köleler yetiştirmeyi amaçlayan 'totaliter' bir yöntem izliyorlar sinsi sinsi...."
Devletin yahut bir başka 'üst kurumun', bu ülkenin gençlerine kendilerini yönetenlere karşı eleştirel bir tutum benimseme yolunda köstek olduğuna işaret ediyor Çetin Altan, 27 Ocak 1994 tarihli ve Toplum "Hazineden Geçinenleri" Artık Ödeyemiyor isimli yazısında. Diyor ki, "biz bir topluma bağlıyız, bu toplumu birileri şekillendiriyor ve biz bu toplumumuzu şekillendirenleri şekillendiremiyoruz; çünkü onlar hakkında eleştirel bir bakış açısı geliştiremiyoruz, bunu bize yasak ettiler, bizi bu yetiden mahrum bıraktılar."
Haklı gibi...
***
Küçükken Türkiye'yi tüm dünyadaki en kuvvetli ve büyük ülke zannederdim. Tüm diğer ülkeler Türkiye'nin huzurunda el pençe divan dururlar, herkes bizim marşımızı ezbere bilir, Ata'mızın 'gençliğe hitabesi' 77 dile çevrilmiştir; Arjantin'in Patagonya'sındaki bir Mapuçe okulunun duvarında bile altın harflerle yazılıdır zannederdim.
Bu böyle devam etti uzun süre. Buna inanmak hoşuma gidiyordu.
Sonra bir gün okuldaki İngilizce dersi notlarım düşmeye başladı ve anne-babam beni yabancı dil dersleri veren bir etüt merkezine yollamaya karar verdiler...
|
Romain Duris |
'Konuşma yetisi kazanma' diye çevirebileceğim bir dersimiz vardı. İngiliz hocam bana geride bırakmış olduğumuz haftada, etüt merkezinde gitmediğim günlerde neler yaptığımı sordu. Sırf boşluk doldurma adına okuldan ve okulda yaptıklarımızdan bahsettim. Teneffüs arasında koridorlarda futbol oynamıştık, beslenme saatinde bilmem ne yemiştik gibi... Sonra konu Bayrak Töreni'ne ve okuduğumuz İstiklal Marşı'na geldi... İngiltere'den yeni gelmiş kadın öğretmen, benim anlattıklarıma anlam veremez bir şekilde bakınca açıklama gereği duymuş, kendisine "bilirsiniz işte, İstiklal Marşını okuduk..." demiştim. Bir süre diretmiş, yine de kadına İstiklal Marşı nedir anlatamamıştım. Niçin okuyorduk; herhangi önemli bir tarihe denk gelmemiş olmamıza rağmen, hele bunu hiç izah edememiştim...
O yaşadığım olaydan sonra anlamıştım ki benim Türkiye adına sahip olduğum iyimser bilgiler, birer hayalden ibaretmiş...
***
Zannedersem Çetin Altan da benim bu dem vurduğum gerçeklikten bahsediyor. Biz çok kapalı bir toplumuz. Bunu inkar etmenin lüzumu yok. Bu kapalılık içerisinde, kendimizi kimi oyunlara kaptırabiliyoruz. İçinde bulunduğumuz toplum; gazeteler, mahalle arası dedikodular, evinize gelen komşu çocuğunun anlattıkları, duvarda asılı ve yağmura ısrarla direnmiş o panolar, bize kimi zaman olmadıklarımızı gösteriyorlar. Yaşanmamışları vurguluyorlar. Biz de kendimizi, kendimizin dışına atarak, bir çeşit 'rüyalar aleminde' buluveriyoruz.
İşte bundan kurtulmanın tek yolu kabuğumuzdan sıyrılmak. Bu da ancak dışarıdan bir bakış açısını benimsemeye gayret etmekle olabilecek bir iş. Yabancı ülkelere gidip oradan bakmak lazım kendimize... Yabancı ülkelerde yaşananları görüp, mukayese etmeliyiz kendi hayatımızla, yaşadıklarımızı ve dolaylı yollardan da toplumumuzu.
Bunun için bir yol Erasmus...
İşte L'Auberge Espagnole bunu anlatıyor.
Yirmi beş yaşında bir genç Xavier. Babasının iteklemesiyle Erasmus yapmaya karar veriyor. Yani bir yıl boyunca Fransa'dan -kendi toprağından- ayrı kalarak, komşu ülke İspanya'nın Barselona şehrinde yaşayacak. Orada üniversiteye gidecek, orada bir ev tutacak, orada arkadaşlıklar edinecek... vb.
Az buçuk İspanyolca biliyor Xavier. İspanya'da yaşayıp hayatını idame ettirecek kadar. Fakat Barselona İspanya mı? Barselona'da hangi dil konuşuluyor?..
|
'Romain Duris' ve sevgilisi rolünde 'Audrey Tautou' |
Bir de sevgilisi var Xavier'in. Onu da annesiyle birlikte Fransa'da bırakıyor İspanya'ya gitmeden evvel...
Barselona'daki her adımda ardında kalan bir hayat... Ne söküp atabilirsin, ne de yok sayabilirsin... Sanki bir rüyadasın, mutlusun ve fakat er ya da geç bitecek biliyorsun... Tabii her an rüyan kabusa da dönüşebilir...
***
Xavier meseleye dışarıdan bakmak istiyor. Şu turistik geziler buna yardımcı olamaz. Git bir hafta Lizbon'da kafanı dinle, oradan Şangay'a geç, oradan atla bir uçağa Canada'da bul kendini... Hiç fark etmez, turistsen turistsindir. Turistlik anca ülkenden ve daha da önemlisi alışkanlıklarından birbir kopmanla dağılır. Ne zaman ki öğrendin pilavı çubuklarla yemeyi, ne zaman ki öğrendin iki yerine üç kere yanaktan öpüşmeyi, ve daha da önemlisi bunu artık içselleştirdin; işte o zaman kendini tanırsın. O zaman ne istediğini bulursun. O zaman sen sen olmaktan çıkarsın ve kendine bir çeşit ruhsal 'estetik ameliyat' uygularsın.
Başrol oyuncusu Romanin Duris, yani Xavier bunu başarabiliyor mu?.. Babasının baskısıyla ekonomist olmaya çalışan Xavier acaba bu inadında kararlı mı; yoksa bu bir yıllık deneyim onun kendisini bulmasını, ne istediğine karar vermesine mi önayak oluyor?..
***
Cédric Klapisch bu filmi kendinden yedi yaş küçük kız kardeşinin Erasmus'la bir yıl Barselona'da yaşamasından esinlenerek yaratmış. Başrolde her zaman Romain Duris'in olacağını biliyormuş ve senaryonun her satırını bunu bilerek yazmış.
***
Filmde neredeyse her Avrupa ülkesinden bir vatandaş bulunuyor. Bu da filme farklı renkler aşılıyor haliyle. Zaten " une auberge espagnole" -"İspanyol Pansiyonu" ne demek ki Fransızca'da?..
-Sadece bizim getirdiklerimizle/taşıdıklarımızla yarattığımız bir durum/bir yer... Her şeyi bulabileceğimiz, herkesi tanıyabileceğimiz bir mekan...
İnsan kendini ancak bir başka insanda tanır, mı desek?..
Var gerisini sen anla!..