The Social Network

24 Şubat 2011 Perşembe

The Social Network


Michael Jackson'ın Thriller albümü dünya çapında 46 milyon sattı... Sallinger'ın Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı yayınlandığı 1951 tarihinden beri 60 milyon okuyucuya ulaştı... Avatar, dünya genelinde 1 milyar üzerinde gelir elde etti... Peki ya Facebook?.. Facebook'un 207 ülkede 500 milyon üyesi var -hala artmakta olan-, şu anki değeri ise 25 milyar dolar. Onun sayesinde ülkeler devriliyor, kimileri onun sayesinde yuva kuruyor, kimileriyse kızlarının adını Facebook koyacak kadar ona önem veriyor. İşte bu "olgunun" belgesel kıvamında filmi: The Social Network.

Facebook
The Social Network filminin konusuyla ilgili pahalı cümleler kurabilir, bir fikir verebilirdim. Ancak konu Facebook olduğunda pek fazla giriş cümlesine gerek yok gibi geliyor. Ne kadar kendinizi "sosyal paylaşım sitelerinden" korursanız koruyun, Facebook hayatınızın bir köşesine muhakkak bulaşıyor ve sizin ondan habersiz olmak gibi ayrıcalığınız yok.

Sizin Facebook hesabınız yoksa annenizin, annenizin yoksa babanızın, ailenizde kimsenin yoksa komşunuzun, haydi o da mı yok; o zaman devlet büyüklerinizin var. Karşı cinsinizin ilişkilerini, tanıdıklarınızın hangi dine mensup olduğunu, kimin hangi partinin sempatizanı olduğunu hep oradan takip edebiliyorsunuz ve bu konuda en muhafazakar olanın dahi, mevcut koşullarda aslında ne kadar şeffaf bir hayata sahip olmak zorunda kaldığını "biraz ürkerek de olsa" kabul ediyorsunuz.

"Birkaç Düşman Edinmeden 500 Milyon Arkadaş Kazanamazsınız"

İşte bu cümle, sanırım filme David Fincher'ın bakış açısının kattığı değerin en açık ifadesi. Seven ve Fight Club gibi iki önemli filmle Oscar'a -adaylık mertebesinde de olsa- yeterli görülmemiş David Fincher; eğer bir film yapacaksa, bu o kadar da "lay lay lom", baştan sona her şey güllük gülistanlık olmaz.

Her başarının tartışılması gereken noktaları muhakkak olacağı gibi, Facebook'un kuruluş aşamasında da bugüne dek bilmediğimiz kimi alicengiz oyunları döndüğünü sinemasever bu filmle anlayabiliyor. Kaldı ki dünyanın en genç milyarderi olma ünvanı da, öyle kolay erişilebilinecek bir mertebe olsaydı; bu öyle yalnızca bir kişiye nasip olmazdı.

Mark Zuckerberg'i başarıyla yorumlayan Jesse Eisenberg
The Social Network'le David Fincher bu noktaya parmak basıyor. Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in bu muhteşem sosyal paylaşım sitesini kurarken; kimilerini saf dışı bırakmak, kimilerini kullanıp bir kenara atmak, kimileriyle dostluğunu bitirmek zorunda kalmak gibi bir takım alırken "herkesin yüreğinin el vermeyeceği" kararı gözler önüne seriyor ve sanki filmin sonunda "peki dünyanın en genç milyarderi olma uğruna bu kadar zevale değer miydi?" gibi bir soruyu bilinçli seyirciye soruyor. Nitekim filmin en son sahnesinde, Mark Zuckerberg'in tek başına, davanın görüşüldüğü odada bilgisyarında açık Facebook sayfasından son beklentisinin harap ettiği kız arkadaşına gönderdiği arkadaşlık teklifini kabul etmesini beklemesi; bence malum sorunun soru işaretini ekrana yazmaktan farksız...

(Filmin sonuna dair verdiğim bu bilginin, filmi izlemeyenler için tat kaçırıcı bir bilgi olmadığını düşünüyor; aksi takdirde de izleyiciden özür diliyorum. İzlemiş olanlar bana hak vereceklerdir.)

"David Fincher'ı Anlamak"

Kimi aktörler bilinçli olarak kendilerine en yakışmayacak, o güne dek oynadıkları tüm rollerin yansıttığının aksini anlatan bir rolde oynamak isterler. Mafya babasını oynayan aktörün, bir de kadın rolünde beyaz perdede kendisini ispatlamaya çalışma çabası gibi. Çünkü bu; iyi oyunculuğun kanıtıdır kimilerine göre. Hep aynı role sıkışmış kalmış aktörler, hiçbir zaman kendilerini iyi hissetmezler: kendilerini hep farklı alanlarda da sınamanın peşinde koşarlar.

David Fincher da böyle düşünmüş olmalı.

Bugüne dek sistem eleştrisini hep kurgusal olaylardan yola çıkarak yapan Ficher, The Social Network'te gerçek ve bir o kadar da "popüler" -ki bu kısım beni çok şaşırtıyor- bir olayın üzeriden yapıyor eleştrisini. İşin tadını kaçırmıyor. Popülere hizmet etmek gibi gayreti yok. Tek yaptığı konusunun kıvamını değiştirmek, yoksa değinmek istediği nokta yine hep aynı: yani "farklı".

Oscar şansını yorumlamayacağım ama tek düşündüğüm; geçen sene The Curious Case of Benjamin Button'la olmayanın, bu sene The Social Network'le de olmaması halinde David Fincher'ın zerre kadar üzülmeyeceğidir.

Justin Timberlake

Justin Timberlake, pek etliye sütlüye karışmıyor

Bir aktör, geçen sene verdiği bir röportajda, Oscar Gabourey Sidibe'yi kastederek: "Oscar adayı olmak bu kadar kolay olmamalı. İnsanlar düne kadar şarkıcıyken bir anda gelen bir film teklifiyle Oscar adayı oluyorlar. Ben bugün şarkı söylesem, acaba bana Grammy verirler mi?" diye bir tespitte bulunmuş/mantıklı bir soru sormuştu. Bu görüşün tamamen arkasındayım. Ben bugün bir kitap yazsam ve hemen ardından Nobel alsam, nerede kalır Nobel Edebiyat Ödülü'nün Nobel Edebiyat Ödüllüğü?

O yüzden Justin Timberlake'e çok büyük bir dikkatle bakmak istemiyorum. Zaten iki saatlik filmin ilk bir saati hiç görünmüyor. Gözüktüğü son dakikalarda da öyle ciddi bir yükün altına girmiyor. Bu yüzden pek etliye sütlüye bulaşmamış denebilir.

Yalnızca oynadığı Sean Parker karakterinin bir iki videosunu izlersek, ya da yalnızca fotoğraflarına bir göz gezdirsek; asla Justin Timberlake gibi "gösterişli" bir tip olmadığını görürüz. Gözümü tek tırmalayan bu oldu.


***

The Social Network, yakın dönemimizin en önemli olgusunu incelemek ve kafamızdaki bazı sorulara cevap bulmak için izlenebilecek, hızlı akan bir film. Hepsi bu.

0 yorum :

Yorum Gönder