Nisan 2011

16 Nisan 2011 Cumartesi

Io sono l'amore


Tilda Swinton


İyi aşk kitapları, iyi aşk filmleri, her zaman; aşk üzerinden 'insani' bir noktaya temas edenlerdir. Kolera Günlerinde Aşk'ta bunu Florentino Ariza'nın yaşlanmasına rağmen kaybolmayan 'kafasına koyduğu kadını elde etme' hırsında; Masumiyet Müzesi'nde bunu Kemal Basmacı'nın akıntısına kapıldığı çıkmazlarla dolu hayatından ve o hayatın basmakalıplığından bir kadını, Füsun'u basamak olarak kullanıp kendini 'dışarıya' dar atma hevesinde; Bizim Büyük Çaresizliğimiz'de de bunu, orta yaşlı Ender ve Çetin'in evlerinde konuk ettikleri, çocukluk arkadaşlarının kız kardeşi Nihal'e duydukları aşkın üzerinden, aslında gençliklerine duydukları özlemde ve erken yaşlanmalarına sinirlenişlerinde görürüz. 

İyi aşk filmi tutkulu gibi görünen ama aslında içi pek boş sevişmeleri anlatan filmler değildir. İyi aşk filmleri, belki biraz iddialı olacak ama; aşkı göstermeyen filmlerdir. Bir aşk filminin başarısı, sonunda seyircinin içinde ancak hayal gücünün ön bürosuna müracaat ederek doldurulabilecek bir boşluk bırakmasıyla ölçülebilir. Gerisi boş, gerisi safsatadır.

Ben buna inanırım. Bana ne sonu başı belli aşktan! Bana ne iki gencin nasıl kavuştuğundan! Sen bana bir hırsı, bir hırsızlığı, bir utancı, bir imkansızlığı gösterebiliyor musun ondan haber ver? Varoluşa dair, insanoğlunun ne ile yaşadığına dair ne gibi bir mesajın var, ondan haber ver?

'İşte tüm bu söylediklerim çerçevesinde filme bakacak olursam, gördüğüm başarılı sayılabilecek bir aşk filmidir. Evet, belki bir 'Lost in Translation (2003)' değil ama yine de iyi bir aşk filmi Io sono l'amore .'


Film, muhtemelen altmışlı, yetmişli yılların İtalya'sında, Milano'da geçiyor. Rusya'yı terk etmiş Emma (Tilda Swinton) zengin bir işadamıyla evlenmiş, ondan çocukları olmuştur. Emma, muhtemelen o yıllara dönecek olursak, zorlu koşullardan kopup gelmiş bir Rus kadını olarak, İtalya'da varlıklı ticaret adamının ailesine dahil olmaktan ötürü son derece mutlu, hoşnut olmalıdır. Fakat durum hiç de öyle değildir. Emma, tüm o mal varlığına, üç çocuğuna ve burjuva hayatına rağmen içinde muazzam bir boşluk ve can sıkıcı bir yalnızlık hissetmektedir. 

Günün birinde Emma, büyük oğlu tarafından aynı oğlunun yemek şefi arkadaşı Antonio'yla tanıştırılır. İşte o andan itibaren Emma'nın hayatı baştan aşağı değişecektir. Antonio, en baştan çıkarıcı yönü olan muhteşem yemek yapma yeteneğini en acımasız haliyle Emma üzerinde test etmekle yetinmeyecek, aynı zamanda arkadaşının annesini baştan çıkarmak için 'oyun kuralları' dahilinde ne varsa yapacaktır. Zaten hayatından memnun olmayan Emma da, yüzeyini zorlayan rüzgara fazla direnecek gücü kalmamış, açılmaya yüz tutmuş bir pencere gibi, kısa süre içerisinde, kendini genç Antonio'nun kollarına bırakmaya hazırdır. Nitekim bu şekilde, gerçek bir yasak aşk da  ilk tohumlarını atmış olur.

'Sorulması gereken sorular?'

Şimdi yazdığım ilk bir kaç paragraf üzerinden filmi değerlendirelim. Ne görüyoruz? Klasik bir aşk hikayesinden öte bir şey var burada, bir durum. Hayatından memnun olmayan bir kadın. Bu size bir şey hatırlatıyor mu? Önce Tolstoy, oradan Flaubert ve sonunda Türkçe'ye tercümesiyle Uşaklıgil? Evet, olabilir. Ama işin içinde çok daha ikircikli yanlar var. Mesela Antonio gibi bir 'ayak takımı insanı' nasıl olur da Emma'nın oğlu gibi 'kafa takımı insanlarından' (!) biriyle tanışabilir. İşte bunun için filmi izlemek gerek. Filmi izlerken bu tanışmada (Antonio ve Emma'nın oğlunun tanışması) bilhassa 'insani hırslar' meselesi göz önünde bulundurulmalıdır. Bilhassa bu noktaya dikkat edilmelidir. Neden acaba Antonio Emma'nın kapısına geliyor? Neden o malikaneye gelmek istiyor? Bu soruları sormak gerek filmi izlerken.

'Oyunculuklar?'

Oyunculuklara dair söylenebilecek tek söz Tilda Swinton'un bu rol için Rusça ve İtalyanca öğrenmiş olmasının takdire şayan bir duruş oluşudur. Zaten o güvenle karakterine baştan başa başka anlamlar, başka bir hız kazandırıyor.

Diğer oyuncuları daha evvelden bir filmde izlemişliğim yok. Ama eminim hepsini daha adı sanı duyulmuş projelerde izlemek isterdim, çünkü Io sono l'amore'de hepsi pek başarılı...

'Milano, erotik bir film?..'

Yalan değil filmi izlerken aklıma sürekli ergenlik çağımda izlediğim erotik filmler geldi. Kameradan ve de durağan sahnelerden olsa gerek. Eski bir havası var filmin. Sanki yıllar önce çekilmiş ve yayınlanacağı günü boş bir rafta beklemiş gibi... 

Bir hayli cesur sahneleri ve Tilda Swinton'un cüretkar oyunculuğunu görünce de hemen filmin yönetmeninin kim olduğuna baktım. Karşılaştığım isim beni şaşırtmadı: Luca Guadagnino, yani Melissa P. adlı meşhur İtalyan kızın 'seks günlükleri' olarak da adlandırabileceğimiz kitabının sinema uyarlamasının yönetmeni. Filmi bir seks filmi olarak algılamamak lazım. Kesinlikle olmaz! Ancak yine de bazı sevişme sahnelerinin biraz fazla uzun olması da işin tadını kaçırmıyor değil.


İki bin dokuz (2009) yılına dair ilginç bir yapıt. Muhakkak izlemek lazım!




Adaptation.


"Kafamda özgür bir düşünce var mı? Kel kafamda?.. Belki daha mutlu olsaydım saçlarım dökülüyor olmazdı. Hayat kısa iyi değerlendirmem gerek. Bugün kalan hayatımın ilk günü."


Charlie Kaufman

Amerikan sinemasının son dönem gördüğü tartışmasız en yetenekli senarist Charlie Kaufman'dan bir başyapıt daha: Adaptation. (2002).




Bir hayli taze sinema dağarcığımda bir gezintiye çıkıyorum ve beri yandan kendime soruyorum: acaba bugüne dek beni en çok hangi senarist etkiledi diye. Andrew Kevin Walker, Woody Allen, Pedro Almodóvar, Jean-Pierre Jeunet, Alejandro Amenábar... gibi isimlerin yanında kendine en sağlam yeri edinmiş olan Charlie Kaufman, hiç kuşkusuz beni en, en derinden etkileyen senaristlerden biri oldu. Ağır psikolojik hesaplaşmaların yanı sıra, insanoğlunun varoluşunu -bilhassa 21. yüzyıl insanının varoluşunu-, yalnızlığını, acelesini ve yüzeysel endişelerini olağanüstü akıcı bir dille anlatmayı başarıyor her filminde Charlie Kaufman ki bence bu yetenekten öte müthiş bir disiplin gerektiriyor. İki bin iki (2002) yapımı Adaptation.'da da aynı başarı senarist tarafından perçinleniyor ve bir anlamda Synecdoche, New York gibi bir "muhteşem senaryo"nun izleri, daha henüz yapımından altı yıl önce ilk sinyallerini böylece vermiş oluyor seyirciye.


'Uyarlama senaryodan, başlı başına yeni bir senaryo devşirme!..'





Charlie Kaufman
Being John Malkovich, Confessions of a Dangerous Mind gibi önemli filmlerin senaristi Charlie Kaufman'a günün birinde Susan Orlean'ın Orkide Hırsızı adlı kitabını senaryolaştırması teklif edilir. İşi kabul eden Kaufman, her yazarın başına gelebilecek lanet bir olayla karşıya karşıya kalır: uyarlamakta olduğu senaryonun bir türlü bitmemesi. Tahmin edileceği gibi bir kitabın senaryolaştırılması nesrin bol diyaloglu hale getirilmesinden çok öte bir iştir. Metin aynı zamanda kurgulanmalıdır da. Kitabın büyüsü kendine has, evet tam anlamıyla kendine hastır. Sinema gibi görselliğe hitap eden bir sanat dalına, kitabın noktasına virgülüne dokunulmadan aktarılması; bir anlamda kitaba hakaret veya ortaya çıkacak olan eserin piç (heba) edilmesi durumudur. İşte bu sebepten varolan bir metne sinemasal değer katılması, ancak usta kalemlerin, vizyonerlerin ve "bir anlamda işin orospusu" olanların işidir. Yani külfetli iştir.


Charlie Kaufman, her ne kadar kendini önemli işlerle kanıtlamış bir senarist olsa da, takılıveriyor önündeki projenin kurgulama kısmında. 


Charlie & Donald Kaufman (Nicolas Cage)



Tabii bunun yan sebepleri de var, filmde bas bas bağıran. Mesela Charlie Kaufman'ın yalnız bu film için yarattığı kardeşi Donald Kaufman. Böyle birinin varlığı hakkında en ufak bir bilgim yok. Araştırma gereği de duymadım. Bazı şeylerin filme bırakılmasından ve sır olarak kalmasından yanayım. Sinemanın büyüsü de zaten burada. Donald Kaufman'ın varlığı beni zerre kadar alakadar etmiyor. Tek bildiğim -veya inanmak istediğim- Charlie Kaufman'ın bu senaryoyu yazarken, çalışmasına bir şekilde engel olan yanını senaryosuna "hayali bir karakter yaratarak" yansıttığı. Bu karakter, belki kardeşi Charlie kadar başarılı değil ama sırf ona özenmesi sayesinde senaryo yazmaya başlayan ve bir şekilde de beğeni toplayan bir karakter. Son derece ilginç noktalara temas eden, kardeşi için canını verebilecek ve her ne kadar senaryo çalışması takdir toplasa da, her zaman kardeşinin, Charlie'nin kendisinden daha başarılı olduğunu itiraf eden, hatta vurgulan bir karakter. Naifliğin, faydalı cansıkıcılıkların temsili versiyonu gibi filmin çoğu karesinde görünen bir sembol. Charlie Kafuman'ın senaryosunu yazarken doğurduğu bir yaratık. 



Doğrusu insan bu yaratıcılıkla karşı karşıya kalınca imrenecek mi, yoksa el pençe divan mı duracak bilemiyor...


Her neyse. Film Charlie Kaufman'ın bir senaryo çalışmasında yaşadığı zorluklardan, şizofrenik tavrından ve akıl yitirtici hayatından bahsediyor.


'Nicolas Cage, Meryl Streep, Tilda Swinton, Chris Cooper!'


Nicolas Cage



Filmin yönetmeni tıpkı Being John Malkovich'te olduğu gibi Spike Jonze. Çoğu yönetmen gibi yolu video-kliplerden veya daha popüler işlerden geçmiş, film kapsamındaysa; pek de senaryoya etki etmemiş olan bir yönetmen. 





Oyunculara baktığımızdaysa fazla lafa gerek olmadığını düşünüyorum. Meryl Streep sanırım, isminin afişinde yazılı olduğunu gördüğüm her filmine gitmek isteyeceğim üç-beş oyuncudan biri. Nicolas Cage ise bence başarısızlığı tercih etmiş oyunculardan. Bir de tabii insanın akrabası Francis Ford Coppola olmayıversin... Adaptation. açısından ağzımı pek açmayacağım. Çünkü bildiğim kadarıyla bu film için çok uğraşmış Cage. Kendini tamamen senaryoya verebilmek için elinden ne geliyorsa yapmış. Bu çabası da zaten ona 'en iyi erkek oyuncu dalında' Oscar adaylığı getirmiş. 'Keşke hoplamalı zıplamalı filmlerde değil de, daha çok dişe dokunur filmlerde oynasa', deyip çıkmalı işin içinden.


'Filme dair son söz.'


Bir çok sanatçıya dair duyduğumuz o akıl almaz hikayelerden biri. 'Bu romanı yazdı ve hemen ardından intihar etti!' ya da 'bu resmi yaparken sürekli saçlarını yoluyormuş!' gibi şehir efsanelerinin somut hali. Kafanız müsaitken izleyin; buz gibi, soğuk izleyin.

11 Nisan 2011 Pazartesi

The Boy in the Striped Pyjamas






Holokost'u anlatan onlarca film yapıldı. İkinci Dünya Savaşı'nı anlatan da onlarca, hatta belki yüzlerce film yapıldı. Hepsini izlemiş olmak mümkün değil. İzledim dersem bu yanlış olur. Ancak hem Inglourious Basterds, hem de The Boy in the Striped Pyjamas izlediğim diğer İkinci Dünya Savaşı filmlerinden bir nebze ayrılıyor. Bunu sağlayan da son sahnede seyircinin ağzından kaçan "her şeyin bir bedeli vardır!" sözü...


İki bin sekiz (2008) yapımı The Boy in the Striped Pyjamas, İrlandalı John Boyne'un aynı adı taşıyan romanından uyarlama. Roman ilk çıktığı yıldan bu yana tam kırk iki (42) dile çevrilmiş, dünya çapında beş (5) milyon satmış ve uzun süre New York Times Bestseller listesinde birinci sıradaki yerini korumuş. Yani zaten bir hayli meşhur olan bir romanın filme uyarlaması, hali hazırda beş milyon seyirci demektir, ki bu da bir yönetmenin işini kolaylaştırıcı bir yan taşır. Bu bağlamda filmin yönetmeni Mark Herman'a baktığımız zaman, pek de ödüllerle dolu olmayan ancak başarılı sayılabilecek yapıtlarla karşılaşıyoruz. Little Voice (1998) ve Brassed Off (1996) Mark Herman'a Bafta'da çeşitli adaylıklar getirmiş. Bence o filmler için adaylıklar bile karlı sayılır. (Bu cümlemde pejoratif bir anlam aranmasın, ben Bafta'nın ödül dağıtırken gözettiklerine ve de Herman'ın bu ödüllere aday olduğu senelerde ödüllerin kimlere gittiğine bakarak söyleyeceğimi söylüyorum)

Her neyse!

'Peki film ne anlatıyor?..'


Çocukluğunun ilk yılları İkinci Dünya Savaşı'na tekabül etmiş olan Alman asıllı Bruno'nun başından geçenler ve onun etrafında olup bitenlere, yüzyılımızın kuşkusuz en kahredici dönemine bakış açısı; film ana konusu. Bruno bir asker evladıdır. Berlin'in göbeğinde, maddi durumu, haliyle, hayli iyi bir ailenin en küçük ferdidir. Savaşın ilerlemesiyle ve yeni boyutlar kazanmasıyla Hitler Almanya'sı Bruno'nun babasına başka bir alanda ihtiyaç duyar ve Bruno'nun babasının, kırlık bir "araziye" tayini çıkar. Bruno, babasının tayininin çıkması akabinde; annesi, kendinden büyük ablasıyla birlikte, "tüm arkadaşlarını" geride bırakarak babasının yeni görev yerine geçer. Fakat babasının yeni görev yerinde, bir ormanın ortasına yapılmış bu koca evde; etrafı yüksek duvarlarla çevrili, var olan tek kapısında 7/24 askerler bekleyen o soğuk evde Bruno'nun hiç arkadaşı yoktur, çünkü etrafta çocuk bulunabilecek herhangi bir yer yoktur.
Bruno (Asa Butterfield)
Bruno penceresinden, oldukça uzaktaki bir çiftlik evini görür ve böylece etrafta başkalarının da yaşadığını, yalnız olmadığını fark eder. O çiftlik evinde kimlerin yaşadığını annesine sorduğunda annesi onu geçiştirici cevaplar verir ve asla evin ön bahçesini terk etmemesini evladına tembih eder. Öyle ki arka bahçeye geçmesi dahi yasaktır.

Bruno'nun uzun süre tek bildiği: oldukça zavallı görünen kimi kafaları kazınmış kimselerin, bir çeşit mahkum gibi evlerine geldiği ve hem Bruno'ya, hem de ailesine hizmet ettiğidir. Bruno hiçbir şeye anlam veremez. Sorularına kesin cevaplar alamamaktadır ve de giderek artan yalnızlığı, çocukluğunun içinde gizlenmiş maceraperestliğiyle birleşmeye yüz tutmuştur. Bu olduğu takdirde ortaya beklenmedik sonuçlar çıkacaktır. Nitekim öyle de olur, akacak kan damarda durmaz ve ortalığın bir hayli sakin olduğu bir gün Bruno önce arka bahçeye, ardından da bulduğu gizli bir pencereden ormana açılır.

Ormanda önüne açılan her yoldan şen şakrak geçen küçük çocuğun yolculuğu, elektrikli tellerle donatılmış bir alanın hemen önünde son bulur. Koskocaman bir alan, etrafında elektrikli ve keskin olduğu her halinden belli teller ve içerisinde, boyundan büyük taşların arkasında kendini kamufle etmek amacıyla oturan bir yaşdaşı çocuk. Bruno işte böylece, yeni hayatındaki ilk arkadaşını edinmiş olur: tarihin kara lekesi 'gestapo kamplarından birinin' en küçük üyelerinden Yahudi Shmuel...

'Herkese bir adet çizgili pijama!..'

Resim yazısı ekle


O kara kampın her Yahudi üyesinin giymek zorunda olduğu kıyafet, yaşananlardan habersiz ve olaylara tamamen bir çocuk naifliğinde bakan Bruno için yalnızca "çizgili pijama". Film ismini işte buradan alıyor: bir ırkın, dinin, insanın ezilmesini ifade eden tek tip kıyafet, masum bir çocuk için yalnızca bir çeşit çizgili pijamadan ibaret. Shmuel'in yakasına dikilmiş damgalanmasına sebebiyet vermiş olan numarası ise yine Bruno'nun gözünde yalnızca bir oyunun parçası. Belki saklambaç, belki ebe-sobe...

Shmuel ile Bruno'nun fevkalade tehlikeli arkadaşlıkları, bir sır gibi işte o gün, orada başlar. Örneği şöyle de verebiliriz: Hitler ile Sophie Scholl'ün, çocukluklarında çok yakın iki arkadaş olduklarını düşünün. Bu arkadaşlığa tehlikeli dememek mümkün mü?

Shmuel (Jack Scanlon)

Sophie Scholl'ü biliriz. Nasıl başkaldırdığını, nasıl direndiğini, herkese rağmen nasıl inandığını savunduğunu; ölümü pahasına... İşte bu filmin de öyle bir yanı var. Fakat buradaki durum farklı. Bu çatlak ses, tam Nazilerin göbeğinden, bir askerin evinden fırlıyor. Yaşananların saçmalığını hisseden, bu rezilliği çocuk kafasıyla anlamlandıramayan bir kahraman var ortada. Her kahramanın, sonunu hayal etmesi pek tabii mümkün olmuyor.

'Benim kafam da keşke almasa!..'

Biraz Alice in Wonderland bakışını yakalamak ne kadar önemli hayatta.  Bazı şeyleri anlamayıverelim ne olacak? Bazı şeyleri boş verelim, ne olacak! Ne kaybederiz? Peki ama neden? Çok önemli bir soru, her daim, her yaşta sorulması gereken. Bir ırkı ortadan kaldırıyoruz; peki ama neden? Bir kadına tokat atıyoruz; peki ama neden? Bir erkeğin sinesine toplu iğne batırıyoruz; peki ama neden?

Kimi zaman kafanın bir şeyi almamasının iyiliğini anlatan bu filmi mutlaka izleyin. İçinizdeki o masum çocuğa seslenen bu filmi, kafanızın almaması dileğiyle!..

Sultanes del Sur


Ukde Sineması'nda şimdiye kadar yaşanmış olan en büyük hayal kırıklığı: Sultanes del Sur. Hesapta İspanyol kökenli, dört (4) kişiden oluşan bir dolandırıcı grubu Meksika'da önemli bir vurgun yaparak, kasası dolu bir bankayı soyuyorlar; oradan da parayı temize çıkarabilmek için Arjantin'e kaçıyorlar. Heyecanlı gibi duruyor olabilir, ancak film baştan aşağı tutarsızlıklarla ve son derece kötü oyunculuklarla dolu.


Son dönemlerde sıkça yaptığım gibi, Ukde Sineması'nda güzel bir film gecesi yaşamaktı hayalim. Latin Amerika filmlerinin son dönemdeki çıkışı da gözümden kaçmadığından, taze (2007 yapımı) bir Meksika filmini Ukde Sineması perdesine yansıtmaya karar verdim.

Her şey çok güzel başlamıştı, demek istiyordum fakat filmin başlamasıyla karşıma çıkan: bir çok kimseye çok zekice kurgulanmış gibi görünebilecek bir "banka müdürünü rehin alma sahnesi", bana fevkalade sıradan görünmüştü. Ağzımın tadı kaçmıştı diyelim, üstelik daha henüz ilk sahneden.

Suç çetesinin lideri olan top sakallı, İspanyol aksanlı (sanırım bununla filme bir çeşit profesyonellik katmak amaçlanmış) karakteri canlandıran oyuncu son derece yapmacık duran "karizmatik bir oyunculuk sergileme" çabasında, yalnızca başarısızlığına başarısızlık katıyor... Gülünç sayılacak haddini bilmez oyunculuk, zaten son derece zayıf bir rehin alma sahnesiyle başlamış olan filmin adeta kaderini belirliyor.

Banka soygununun bir hayli yavan bir şekilde gerçekleşmesi yetmiyormuş gibi, bir de üstüne çete; bankanın önünü tutmuş olan polis araçlarının tam arkasına önceden kazdıkları çukurdan kaçmayı başarıyorlar... (!) Üstelik tüm bunlar olduğunda filmin henüz on dakikası bile geçmemiş oluyor (aşağı yukarı). Yani tam "işte bir banka soygunu filmi daha" derken siz, ortaya yamuk yumuk, nereye gittiği belli olmayan bir film çıkıveriyor.

Normalde o an filmi kapatırdım, ancak iyi bir sinemaseverin görevi filme her zaman ikinci bir şans vermektir, diyelim geçelim...

Ardından nasıl oluyorsa bu çete Meksika'dan kaçmayı başarıyor, üstelik ellerinde para dolu bir çantayla. Arjantin'e vardıklarındaysa, tam paralarını Arjantin pesosuna çevirecekleri anda beklenmedik bir saldırıya uğruyorlar ve nereden geldiğini anlamadıkları bu saldırının en komik kısmı: saldırının nereden geldiğini "tüm film boyunca" seyirci de anlamıyor. Ortada tahminler uçuşuyor hepsi bu. Son sahnelere doğru bir şeyler canlanır gibi oluyor, aklınızdaki bazı sorular cevaplanıyor fakat öyle kötü cevaplar ki bunlar "keşke cevaplanmasalardı" noktasına geliyorsunuz.

Daha fazla devam etmek istemiyorum. Saçma sapan bir filmin üzerine düşünmek, filmin saçma sapanlığına, saçma sapanlık katıyor: saçma sapan oluyor, "saçma sapan (2)"...

Kötü oyunculuk mu dersiniz, kötü aksiyon sahneleri mi dersiniz, çirkin oyuncular sanki karizmatikmişler gibi gösterme çabasından doğan yavaş çekimde güneş gözlükleriyle yürüyen aktörlerin arkasına bir çeşit rock müziği koymak mı dersiniz... ne derseniz vardı filmde. Bir kötü senaryo, daha kötü bir hale ancak bu filmde görüldüğü gibi getirilebilir. Yazık filmi izlerken geçen saatlerime, ama ne yapacaksın, her film de izlenebilir olmuyor ki...