The Boy in the Striped Pyjamas

11 Nisan 2011 Pazartesi

The Boy in the Striped Pyjamas






Holokost'u anlatan onlarca film yapıldı. İkinci Dünya Savaşı'nı anlatan da onlarca, hatta belki yüzlerce film yapıldı. Hepsini izlemiş olmak mümkün değil. İzledim dersem bu yanlış olur. Ancak hem Inglourious Basterds, hem de The Boy in the Striped Pyjamas izlediğim diğer İkinci Dünya Savaşı filmlerinden bir nebze ayrılıyor. Bunu sağlayan da son sahnede seyircinin ağzından kaçan "her şeyin bir bedeli vardır!" sözü...


İki bin sekiz (2008) yapımı The Boy in the Striped Pyjamas, İrlandalı John Boyne'un aynı adı taşıyan romanından uyarlama. Roman ilk çıktığı yıldan bu yana tam kırk iki (42) dile çevrilmiş, dünya çapında beş (5) milyon satmış ve uzun süre New York Times Bestseller listesinde birinci sıradaki yerini korumuş. Yani zaten bir hayli meşhur olan bir romanın filme uyarlaması, hali hazırda beş milyon seyirci demektir, ki bu da bir yönetmenin işini kolaylaştırıcı bir yan taşır. Bu bağlamda filmin yönetmeni Mark Herman'a baktığımız zaman, pek de ödüllerle dolu olmayan ancak başarılı sayılabilecek yapıtlarla karşılaşıyoruz. Little Voice (1998) ve Brassed Off (1996) Mark Herman'a Bafta'da çeşitli adaylıklar getirmiş. Bence o filmler için adaylıklar bile karlı sayılır. (Bu cümlemde pejoratif bir anlam aranmasın, ben Bafta'nın ödül dağıtırken gözettiklerine ve de Herman'ın bu ödüllere aday olduğu senelerde ödüllerin kimlere gittiğine bakarak söyleyeceğimi söylüyorum)

Her neyse!

'Peki film ne anlatıyor?..'


Çocukluğunun ilk yılları İkinci Dünya Savaşı'na tekabül etmiş olan Alman asıllı Bruno'nun başından geçenler ve onun etrafında olup bitenlere, yüzyılımızın kuşkusuz en kahredici dönemine bakış açısı; film ana konusu. Bruno bir asker evladıdır. Berlin'in göbeğinde, maddi durumu, haliyle, hayli iyi bir ailenin en küçük ferdidir. Savaşın ilerlemesiyle ve yeni boyutlar kazanmasıyla Hitler Almanya'sı Bruno'nun babasına başka bir alanda ihtiyaç duyar ve Bruno'nun babasının, kırlık bir "araziye" tayini çıkar. Bruno, babasının tayininin çıkması akabinde; annesi, kendinden büyük ablasıyla birlikte, "tüm arkadaşlarını" geride bırakarak babasının yeni görev yerine geçer. Fakat babasının yeni görev yerinde, bir ormanın ortasına yapılmış bu koca evde; etrafı yüksek duvarlarla çevrili, var olan tek kapısında 7/24 askerler bekleyen o soğuk evde Bruno'nun hiç arkadaşı yoktur, çünkü etrafta çocuk bulunabilecek herhangi bir yer yoktur.
Bruno (Asa Butterfield)
Bruno penceresinden, oldukça uzaktaki bir çiftlik evini görür ve böylece etrafta başkalarının da yaşadığını, yalnız olmadığını fark eder. O çiftlik evinde kimlerin yaşadığını annesine sorduğunda annesi onu geçiştirici cevaplar verir ve asla evin ön bahçesini terk etmemesini evladına tembih eder. Öyle ki arka bahçeye geçmesi dahi yasaktır.

Bruno'nun uzun süre tek bildiği: oldukça zavallı görünen kimi kafaları kazınmış kimselerin, bir çeşit mahkum gibi evlerine geldiği ve hem Bruno'ya, hem de ailesine hizmet ettiğidir. Bruno hiçbir şeye anlam veremez. Sorularına kesin cevaplar alamamaktadır ve de giderek artan yalnızlığı, çocukluğunun içinde gizlenmiş maceraperestliğiyle birleşmeye yüz tutmuştur. Bu olduğu takdirde ortaya beklenmedik sonuçlar çıkacaktır. Nitekim öyle de olur, akacak kan damarda durmaz ve ortalığın bir hayli sakin olduğu bir gün Bruno önce arka bahçeye, ardından da bulduğu gizli bir pencereden ormana açılır.

Ormanda önüne açılan her yoldan şen şakrak geçen küçük çocuğun yolculuğu, elektrikli tellerle donatılmış bir alanın hemen önünde son bulur. Koskocaman bir alan, etrafında elektrikli ve keskin olduğu her halinden belli teller ve içerisinde, boyundan büyük taşların arkasında kendini kamufle etmek amacıyla oturan bir yaşdaşı çocuk. Bruno işte böylece, yeni hayatındaki ilk arkadaşını edinmiş olur: tarihin kara lekesi 'gestapo kamplarından birinin' en küçük üyelerinden Yahudi Shmuel...

'Herkese bir adet çizgili pijama!..'

Resim yazısı ekle


O kara kampın her Yahudi üyesinin giymek zorunda olduğu kıyafet, yaşananlardan habersiz ve olaylara tamamen bir çocuk naifliğinde bakan Bruno için yalnızca "çizgili pijama". Film ismini işte buradan alıyor: bir ırkın, dinin, insanın ezilmesini ifade eden tek tip kıyafet, masum bir çocuk için yalnızca bir çeşit çizgili pijamadan ibaret. Shmuel'in yakasına dikilmiş damgalanmasına sebebiyet vermiş olan numarası ise yine Bruno'nun gözünde yalnızca bir oyunun parçası. Belki saklambaç, belki ebe-sobe...

Shmuel ile Bruno'nun fevkalade tehlikeli arkadaşlıkları, bir sır gibi işte o gün, orada başlar. Örneği şöyle de verebiliriz: Hitler ile Sophie Scholl'ün, çocukluklarında çok yakın iki arkadaş olduklarını düşünün. Bu arkadaşlığa tehlikeli dememek mümkün mü?

Shmuel (Jack Scanlon)

Sophie Scholl'ü biliriz. Nasıl başkaldırdığını, nasıl direndiğini, herkese rağmen nasıl inandığını savunduğunu; ölümü pahasına... İşte bu filmin de öyle bir yanı var. Fakat buradaki durum farklı. Bu çatlak ses, tam Nazilerin göbeğinden, bir askerin evinden fırlıyor. Yaşananların saçmalığını hisseden, bu rezilliği çocuk kafasıyla anlamlandıramayan bir kahraman var ortada. Her kahramanın, sonunu hayal etmesi pek tabii mümkün olmuyor.

'Benim kafam da keşke almasa!..'

Biraz Alice in Wonderland bakışını yakalamak ne kadar önemli hayatta.  Bazı şeyleri anlamayıverelim ne olacak? Bazı şeyleri boş verelim, ne olacak! Ne kaybederiz? Peki ama neden? Çok önemli bir soru, her daim, her yaşta sorulması gereken. Bir ırkı ortadan kaldırıyoruz; peki ama neden? Bir kadına tokat atıyoruz; peki ama neden? Bir erkeğin sinesine toplu iğne batırıyoruz; peki ama neden?

Kimi zaman kafanın bir şeyi almamasının iyiliğini anlatan bu filmi mutlaka izleyin. İçinizdeki o masum çocuğa seslenen bu filmi, kafanızın almaması dileğiyle!..

0 yorum :

Yorum Gönder