Bienvenue chez les Ch'tis

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Bienvenue chez les Ch'tis


Bir film düşünün ki yapıldığı ülkenin gişe rekorlarını tarumar etsin, Amerikan filmlerini büyük bir zevkle tokatlasın, aynı zamanda başrol oyuncularından olan yönetmenine de Légion d'Honneur kazandırsın!.. 'Bienvenue chez les Ch'tis' bir Fransız filmi ve resmi rakamlara göre şimdiye kadar Fransa'da tam 20 479 826 kişi tarafından izlendi.






Gecenin bir vakti, biri Fransa'dan -Paskalya tatili sayesinde- gelmiş olmak üzere iki çocukluk arkadaşımla birlikte Ukde Sineması'nda kafamıza uygun, bizi zorlamayacak; aksine rahatlatacak bir film izlemeye karar verdik. Film seçimi konusunda iki arkadaşım da bana güveniyorlardı. Önce aksiyon dolu bir amerikan filmi seçmeyi planlıyordum, ancak sonra daha bizi ortada bir yerlerde buluşturacak bir film seçmeye karar verdim. Hem aksiyon için fazla içkiliydik, tabii akıl oyunları için de...

'Bienvenue chez les Ch'tis' bizim gecemiz için biçilmiş kaftandı. Üçümüz de aynı Fransız lisesinden çıkmaydık ve de üçümüz de topluca izlenen Fransız filmlerine hasrettik. İşte böylelikle filmi oynatmaya başladım ve 'bira-şarap'ımıza o gece 'Bienvenue chez les Ch'tis' mezelik etmeye başladı.

'İlk sahneler pek etkileyici değildi'


İşin aslı filmin ilk sahneleri, bizi bekleyen muhteşem sahnelerin habercisi olmaktan çok uzaktı. Bir çok sönük diyalog ve bir tek filmin başrol oyuncusu olan Kad Merad'ın 'kötünün iyisi performansı' göze çarpıyordu -bu son söylediğim ilk sahneler için geçerli, yoksa Merad film boyunca gayet başarılıydı.

Fakat filmin asıl konusuna varabilmek için, öyle zannediyorum ki 'biraz eller çabuk tutulmuş'; bu sebepten de ilk sahneler aceleye gelmiş. Ne zaman ki Kad Merad, yani Philippe Abrams yaşıyor olduğu güneyden kuzeye doğru, bir sürgün yemiş suçlu edasıyla yola çıkıyor, işte film asıl o zaman başlıyor.

'Yaşadığınız ülkede, size her anlamda en uzak şehre tayininizin çıktığını düşünün!..'

Fransa'nın güneyi, çoğu ülkenin güneyinin olduğu gibi kuzeyine nazaran daha şirindir. Bilhassa Avrupa ülkeleri, ki genelinde kışın donma problemi vardır, güneye taparlar. Almanya'dan her yaz gelip bizim güney kıyılarımızı mesken tutan turistleri düşünün. Her ne kadar onların bütçelerine Türkiye'de tatil yapmak daha çok uyuyor olsa da; bizim kıyılarımızın yerini Kuzey Avrupa ülkelerinin hiçbirinin kıyı şeridi tutmuyor, tutamaz...

Kad Merad
Benzer bir durum Fransa'nın Salon-de-Provence'ında yaşayan Julie Abrams (Zoé Félix) için de geçerli. Hem yetinememe, hem de burnukalkıklığın belirtilerini gözlemlediğimiz Julie filmin ilk sahnesinden rengini belli eder ve kocasına uzun süredir yaptığını anladığımız gibi, yaşıyor oldukları güney şehrinden daha da güneye, hatta tam kıyı şeridine gitmelerini sağlaması için baskı yapmaktadır. Bunun tek yolu; posta müdürü kocasının, yani Philippe Abrams'ın (Kad Merad) bir şekilde 'daha güney'e tayinini çıkarttırmasından geçer.


Bir çok kez bunu deneyen, fakat her defasında başarısız olan Abrams, en sonunda bir hayli ilginç bir yönteme başvurur: güneye gidebilmek için engelli taklidi yapar!.. Tam güneye tayinini çıkarttırmayı başarmışken -ki bu konuda da bir arkadaşının torpiline ihtiyaç duyar- makamına yapılan bir teftiş esnasında çaresiz kalıp, önceden hazır ettiği yürüme engelli sandalyesine oturur ve müfettişi yanıltmaya çalışır. Belli bir süre de bunu başarır, fakat her yalancının ki gibi, Abrams'ın da mumu yatsıya kadar yanar.

Abrams'ın güneye tayinini çıkartmak için böylesine zavallı bir oyuna başvurmasını kabul edemeyen üst düzey yetkililer, Abrams'a büyük bir ceza verirler: Abrams, önündeki iki yılı Fransa'nın güneyi yerine tam kuzeyinde Pas-de-Calais'de geçirecektir.

Bunu duyan Abrams ve yakınları çok üzülürler. Çünkü Pas-de Calais, filmin anlattığına göre çok soğuk, çok kötü bir Fransızca'nın konuşulduğu, suç oranının bir hayli yüksek olduğu ve de insanların sıklıkla içki tükettiği; sarhoş dolaştığı bir yer olarak bilinmektedir.

Çaresiz kalan Abrams, ona sinirlenen karısının kendisine eşlik etmemesi yüzünden tek başına, önündeki iki yılı kuzeyde, o korktuğu insanlarla birlikte geçirecektir.



'Ön yargılar, ön yargılar...'


Çok sevdiğim bir Arjantinli müzik topluluğu Ön yargılar-Prejuicios adlı şarkılarında, Osvaldo isimli bir kimseye ana-bacı küfür ettikten, onu kötüledikten sonra, "bereket, onunla hiç karşılaşmadım; bereket, kimdir bilmem; bereket, hakkında konuşulurken bile orada değildim" deyip şarkının en vurucu kısmını söylüyor: "herkes farklı da olsa, unutmamalı ki aynı şekilde kan döküyoruz."

Bu doğru. Tek değiştiremediğimiz gerçeğimiz. Hangimizin parmağına iğne battığında kan yerine süt akıtıyor bedeninden, ya da herhangi başka bir sıvı. Hepimiz aynı şekilde kanıyoruz.



Filmin vermek istediği en büyük mesajlardan biri bu. Tamamen ön yargılarla çıkılan bir yolculuğun sonunda Philippe Abrams, muhteşem bir zaman geçiriyor gittiği yerde. Ona söylenenlerin, o küçük kuzey kasabası hakkında anlatılanların tam tersine. Zaten o fevkalade büyük komediyi anlamlı kılan, paradoksal bir açıya kavuşturan, hatta belki de biraz kara mizahi bir tat kazandıran da işte bu 'ön yargılar' meselesi.

Filmin içinde çok anlamlı bir kuzey deyişi geçiyor. Yanlış anımsamıyorsam tam olarak şöyle bir şeydi: kuzeye, Pas-de-Calais'ye gelenler iki kez ağlarlar; bir gelişlerinde, bir de gidişlerinde.

Sanırım bu cümle sadece Pas-de-Calais için değil, her yer, her zaman dilimi ve her boyut için geçerli. Öyle ki sadece İstanbul'a gelmek değil mesele, ya da Karayip Adalarında bir süre zaman geçirmek... Alıştığımız yerden kopmak her daim zordur. Değişiklikler iyidir derler, belki de haklıdırlar. Ancak her değişikliğe alışmak zaman ister ve de en önemlisi 'yeni'ye karşı güven ister. Eğer ön yargılarla doluysak, zaten yanmışız.

Dünyaya gelişimizde mecbur ağlıyoruz, eminim ki sırf ikinci kez ağlamayalım diye ne zaman gideceğimiz hakkında kesin bir fikrimiz yok. Ağlarız çünkü... Ağlarsın, biliyorsun!..

'20 479 826 sayısına karşı ön yargılı olma'.


20 479 826 kişinin bir ülkenin filmini izlemiş olması, bir hayli yanıltıcı bir duruma da işaret ediyor olabilir; kabul ediyorum. Bunun en büyük örneğini memleketimizin gişe rekortmeni filmine bakarsak, çıplak bir biçimde görebiliriz -tabii bu durumda çıplak olan biraz biz miyiz acaba?-


Bir çok kişinin bu ilginç rakamdan korktuğunu biliyorum. Ama korkulacak bir şey yok. Kabul: muhteşem bir film değil, akıl oyunları içermiyor, efsane oyunculuklar yok -zaten filmin kadrosu çoğunlukla Pas-de-Calais'nin yerlilerinden oluşuyor. Yönetmenlik desen... Zaten adamcağıza o kadar çok iş düşmemiş. Büyük efekt şovlar zaten yok.


Komedi-mizah dünyanın en ırkçı alanlarından biridir. Çoğu amerikan filmi Türkiye'ye gördüğünüz gibi getiriliyor, bir de güzel pazarlanıyor. Ama kaç tane amerikan-komedi filmi izliyoruz?.. Başka ülkelerin komedi filmleri hakkında konuşmaya gerek dahi yok. Neden? Çünkü komedi yalnızca yapıldığı ülkede beklediği karşılığı alır. Sizin A memleketinde gözünüzü yaşartan, her birinizi gülme krizlerine sokan komediler; emin olun B memleketinde küfür sayılabilir. Bunun örnekleri tecrübelerle mevcuttur, sabittir. 


Bu bağlamda da filmi izledikten sonra "eee, ne bu şimdi? Bu mu gişe rekoru kırmış!" demeyin. Filmin Fransız kültürüne uygun yapılmış olduğunu unutmayalım. Bu tabii ki pek 'çekici' bir durum değil, film adına...


Ama hiç yoktan bir fikri var. Her filme bir fikir, bir mesele eklenebilir. Bir çok film bir meselenin ışığında da doğabilir ancak dönün şöyle bir etrafınıza bakın, izlemiş olduğunuz komedi filmlerini gözünüzün önüne getirin; hangisinde bir mesele vardı? İşte bu filmin bir meselesi, bir mesajı var. Komedi filmler, mesele açısından en yoksun filmlerdir. Düşündürmekten çok, güldürmeyi hedeflerler. Bunun için de zaman zaman, çoğu zaman, tüm
sözüm ona duruşlarından vazgeçerler. İşte bu film o duruştan vazgeçmemiş ve komedi yapıyor olsak da meselemizi koruduk, mesajımız belli, diyor. 



Filmin hem yönetmeni, hem de başrol oyuncularından Dany  Boon


Aynı şekilde kan döktüğümüzü hatırlamak, hatırlayıp da gülümsemek dileğiyle.

0 yorum :

Yorum Gönder