Ocak 2011

25 Ocak 2011 Salı

Snatch








Brad Pitt, 1998 yapımı bir Guy Ritchie filmi olan Lock, Stock and Two Smoking Barrels'ı izler ve çok beğenir; hemen Guy Ritchie'ye ulaşmaya çalışır. Kendisine ulaştığı zaman, ona bir filminde memnuniyetle oynayacağını ifade eder. Çoğu yönetmenin, sırf iyi bir çocuk olması sebebiyle asla kıramayacağı Brad Pitt, Ricthie tarafından da reddedilmez ve nazik bir biçimde bir filmin deneme çekimlerine çağrılır. Bilmeyenler için söyleyeyim, deneme çekimi (odition) bir filmin oyuncuları belirlenirken referansı sağlam olmayan çaylak oyunculara uygulanan "kendini kanıtla bakalım ufaklık" durumudur; filmin çoğu oyuncusu bu yöntemle belirlenir.

Her neyse... Guy Ritchie'nin yeni filmi bir İngiliz filmi olacağından Brad Pitt'ten İngiliz aksanını kusursuz bir biçimde oturtması beklenir, fakat Brad Pitt bunu başaramaz. Hal böyle olunca Guy Ritchie senaryonun üzerinde biraz oynayarak bozuk konuşan bir çingene karakteri yaratır ve rolü Brad Pitt'e yan rollerden biri olsa da verir. Brad Pitt canlandırması gereken rolün bir çingene boksör olduğunu öğrenince bir hayli endişelenir. Çünkü bir önceki filmi Fight Club'tır ve bir daha benzer bir rol oynarsa, bu tip karakterlerin üzerine yapışacağından korkar. Fakat yine de rolü kabul eder, çünkü Pitt fena halde Ritchie ile çalışmak istemektedir. Bu olay filmin adı Snatch, yani Kapışma'dır.



Turkish (Jason Statham) ve acemi ortağı Tommy (Stephen Graham) kendilerini zalim Brick Top'ın (Alan Ford) dövüş maçlarından birinde bulurlar. Görevleri de dövüşmek değil, dövüşçülerden birini yarıştırmaktır. Bir kaza sonucu (?- filmi izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklardır) bu iki kafadar dövüşçülerini kaybederler. Fakat Brick Top çoktan bahisleri kabul etmiştir ve dövüşçünün dövüşemeyecek halde olması Turkish ve Tommy'nin ölüm fermanının verilmiş olması anlamına gelir. Bu iki kafadar da bunun üzerine Brick Top'a dövüşçüyü değiştirmeleri gerektiğini söylerler ve Brick Top da, yeni boksöre güvenmediğinden ancak bir koşul altında bu teklifi kabul edebileceğini söyler: yeni boksörün dördüncü rauntta nakavt olması...

Dövüş günü gelir çatar, çingene boksör yani Brad Pitt dördüncü rauntta düşmesi gerektiğini bilerek ringe çıkar fakat daha birinci rauntta rakibini nakavt ederek, cani Brick Top'un tüm bahisleri kaybetmesine yol açar...

Bu aynı zamanda Turkish ve Tommy'nin sonu demektir. Fakat onların bir planı daha vardır...

Snatch; ailece izleyemeyeceğiniz, muhteşem görüntü efektleri ve sahnelerle donatılmış bir İngiliz mafya-komedi filmi. Bilhassa şu görüntü efektleri mevzusunun üstünde duruyorum, fakat filme dair çok da ipucu vermek istemediğim için kimi spesifik sahnelerden bahsetmek istemiyorum. Tek ricam, görüntü efektleri konusunda ders almak isteyenlerin izlemesidir.

Bu arada baş karakter Turkish'in isminin 1974 yılında İngiltere'ye giderken Fransa'da düşen bir Türk Hava Yolları uçağından geldiğini söylemek sanırım filmi biraz daha ilginç bir hale getirir.


Public Enemies




İki bin dokuz yapımı Public Enemies filmini iyi anlayabilmek için, muhakkak o dönemin koşullarını iyi anlamak gerekir. "O dönem"den kastım; bin dokuz yüz yirmi dokuzda yaşanan, fakat etkilerini daha çok bin dokuz yüz otuz yıllında hissettiren Büyük Bunalım... Bu yüzden, biraz tarihe dönelim ve Johnny Depp & Cristian Bale'in oynadığı filme tarihsel bir bağlamda bakmaya çalışalım.


En Yüksek Yaşam Koşullarının Ülkesi-Amerikan Tarzı Gibisi Yok!
...yazılarının önündeki zavallı halk...



Büyük Bunalım, isminden de anlaşılacağı gibi dünyanın bir çok ülkesini etkilemiş -bilhassa sanayileşmiş ülkeleri etkilemiş- bir "Büyük" buhrandır. Çoğuna göre bunalımlar ve krizler, Sanayi Devrimi'nin ardından gelişen ve sanayi kapitalizmi olarak da isimlendirilen düzenin olağan parçası sayılıyordu. Temel amacın her daim kar etmek olması ve bu uğurda yatırımların ve de ticaretin her koşulda büyümesine gayret gösterilmesinin üretim ve tüketim arasında dengesizlik yaratması; krizler, buhranlar doğurması zaten şaşılacak bir durum sayılamazdı. Ama pek tabii pek de ileri görüşlü olmayan, olsa da cebine giren paraya bakan patronlar; dünyanın ne hale geleceğini umursayamayacak kadar zengindiler, o ayrı.

Ticari büyümelerde maliyeti düşüren teknolojik gelişmeler, ucuz insan gücü, yeni yatırım alanlarının açılması karı arttırıyor ve kar arttıkça da yatırım artmaya başlayınca bir kısır döngü oluştu. Fakat yatırımcıların artması demek, yatırımlardan elde edilen karın daha fazla kişice paylaşılması, yani pastanın daha çok kişiye bölünmesi, azalması demek oluyordu. İşte bu da dünyayı "daralma" olarak da adlandırılan bir döneme götürüyordu.

Daralma devam ettikçe kar edemeyen yatırımcılar iflas ettiler ve bu da dünyayı "New York borsasının" çöküşüne götürdü. ABD o dönem dünyanın sanayi çıktısının %42'sini üreten dev bir sanayi gücüne dönüşmüştü. Mühendis Taylor tarafından geliştirildiği için Taylorizm olarak adlandırılan bir yöntem yüzünden verimlilik, üretim ve karlar olağanüstü artmıştı. Bu yöntem, işçilerin yapmak zorunda olduklarını saniyelere göre belirliyor, onları adeta köle ediyordu. Bir takım işçi sendikaları Taylorizm'e şiddetle karşı çıktılar fakat cezalandırıldılar. Duruma ses etmeyenlerse, tam aksine ödüllendirildiler ve bu olaylar insanlığa ister istemez örnek teşkil etmiş oldu.

İlginçtir(!) ABD'de reklamcılık denen mesleğin işlevliliğinin patlaması da bu döneme denk gelir. Çünkü neredeyse herkes yatırımcı olabildiği için çok fazla mal üretilmektedir ve fakat malları alabilecek kadar zengin bir halk yoktur. Öyle ki bir süre sonra durum: fabrika sahiplerinin bir bir iflas etmeleri ve fakirleşmelerine yol açar.

Tek kurtuluş olarak görülen "bilinçsiz tüketim toplumu yaratma çabaları da", reklam sektörünün patlama yapmasına rağmen işe yarar bir yöntem olmaktan çıkar. Çünkü üretilen mal sayısı gittikçe, önlenemez bir biçimde artmaktadır.

Bankalar kredi vermeye uygun gördüler. Bankalar kredi vereceklerdi ki halk tekrar zengin olsun, üretilen ürünleri tüketebilsin... Olmadı, çünkü verilen kredilerin yeni girişimciler için de yatırımcı olma fırsatı taşıdığını gözden kaçırdılar. Krediyi alan yatırımcı oldu. Yani bir durum önlenmeye çalışılırken daha vahim bir hale getirildi. Buna bağlı olarak Wall Street borsası da, Kara Perşembe olarak anılan yirmi dört ekim, bin dokuz yüz yirmi dokuz da çöktü.

Bin dokuz yüz yirmi dokuz ile, bin dokuz yüz otuz iki yılları arasında her dört işçiden biri işsiz kalırken, haliyle fabrikaların da yarısı kapandı. Kriz tüm dünyaya yayıldı ve Marksistlerin beklediği gibi bir komünist devrim değil, dünyanın dört bir yerinde irili ufaklı diktatörlükler ve faşizm doğdu.



İşte tüm bu kısa bilgiler ışığında filme bakarsak eğer, ortaya "o zaman filmin anlattığı şu meşhur, banka hırsızı John Dillinger (Johnny Depp) pek de haksız sayılmazmış!" gibi bir reaksiyon çıkar mı bilemiyorum.

Meşhur banka hırsızı John Dillinger'in son yıllarını anlatan bu film bin dokuz yüz otuzlu yıllarda, tam da büyük bunalımın yaşandığı yıllarda Chicago'da geçiyor. İşine -banka hırsızlığına- tutkuyla bağlı Dillinger, aşık olduğu kadın Frechette (Marion Cotillard) ile birlikte bir yandan kaçarak, öte yandan banka soymaya devam ediyor. Peşindeyse avcılığıyla meşhur FBI ajanı Melvin Purvis (Cristian Bale) var. Bir hırsız-polis hikayesi ama bu sefer sanki işler polis için pek de kolay olmayacak gibi...

Yüz milyon dolarlık bütçesiyle güzel bir dönem filmi Public Enemies. Her zaman yapmacık bulduğum sinema Hollywood sineması olmuştur. Ama itiraf etmek gerekir ki, kimi filmleri herkesten iyi yapıyorlar. Muhtemelen bu filmde de ancak dönemi iyi bilenlerin görebileceği bir takım hatalar vardır. Fakat kim filmin çekimlerine, etkileyici sahnelerine, oyunculuklara veya sürükleyici senaryoya laf edebilir ki? Tabii çok ütopik bir sinemanın peşindeysek, ki peşinde olmak gerekir her zaman, o zaman durum farklılaşır. Elbette mükemmeli yakalamak çok güç. Kimilerini bir ufak detay tamamen filmden kopartabilir. Ancak daha geniş bir perspektiften bakarsak, her oltaya kanmayan seyirci, bu filmi de büyük bir zevkle seyredebilir.

Unutulmaması gereken nokta; filmin dünyayı piç eden bir ülkenin iki dudağının arasından çıkma bir film olduğudur. Bunu bildikten sonra, her şey seyircinin dikkatine kalıyor.








Asıl soru şu: şimdi biz bu Dillinger'a gerçekten suçlu diyebilir miyiz, yoksa adamın eli mi mahkumdu? Cevap filmde değil, ama film en azından araştırılması gereken bir konuya ilişkin merak uyandırıyor gibi...

36 Quai des Orfèvres




36 Quai des Orfèvres
bir Fransız polisiye filmi. Her zaman söylemişimdir; filmlerde aradığım başlıca özellik ortaya konulan her şeyin gerçekçi olmasıdır -bu senaryoyla başlar, oyunculuktaki ufak bir mimiğe kadar beni ilgilendirir. Bu çerçevede oyuncuların mesela, rollerine hazırlanış etapları oldum olası bir filmi değerlendirmede göz önünde bulundurduğum faktörlerin başında gelmiştir. Kör bir adamı oynayacak aktörün, kör adamları gözlemlemesi, onları inceleyip notlar alması benim için önemlidir; çünkü ben de sinemanın, senaryo yazılmaya başlanırken oluştuğuna inananlardanım, beyaz perdede göbek kaşınarak izlenirken değil. 

Şimdi bu bağlamda 36 Quai des Orfèvres filminin yönetmenine bakalım. Olivier Marchal: önce aktör, sonra da yönetmen olmadan evvel Fransa'da polis memurluğu yapmış bir sinemacı. Televizyon filmleri, diziler ve komedyenlik de kariyerinde göze çarpan diğer branşları. 

Şimdi soru: böyle bir adam, polisiye film yaparsa, sizce gerçekçi olur mu? (Sanırım soru işaretini koymak biraz gereksiz oldu...)

İki polis memuru. Başa oynuyorlar. Birisi diğerinden daha önde, daha bilinçli; ötekiyse biraz kıskanç ve alkol problemleri yaşıyor. (Alkol problemi yaşayanın, gerçek hayatını da göz önüne alarak Gérard Depardieu olduğunu söylemek, sanırım gereksiz olur) Leo Vrinks (Daniel Auteuil) ve Denis Klein (Gérard Depardieu) iki polis, Paris'in yeraltı dünyasını da ilgilendiren bir olayı çözmek üzereler ve olayı çözen polis, terfi edilecek. 

Operasyonu yürüten şef Leo Vrinks ama Denis Klein de, en az Leo Vrinks kadar terfi edilmek istiyor ve bu uğurda her şeyi vermeye hazır. Bir şişe alkol ve sonrasında gelen bilinçsizlikle birlikte, operasyonu yürüten Leo Vrinks'in sözünü dinlemiyor ve tam suçlunun bulunduğu otelin önünde pusu kurulmuş, her şey saat gibi işlerken Denis Klein bağımsız hareket ederek tüm operasyonun dengesini bozuyor ve çok önemli, herkesin çok sevdiği bir polis memurunun ölümüne yol açıyor.


İşte olaylar bu noktada başlıyor. Herkes tarafından nefret edilen adam konumuna düşen Denis Klein; tüm bu başına gelenleri; ikinci plana itilip bir de üstüne terfi alamamanın verdiği hırsla, o ana kadar paylaşma gereği duymadığı bir sırrı, yeraltı dünyasından tanıdığı bir suçlu arkadaşının da sayesinde ortaya çıkarıyor ve yakın arkadaşı Leo Vrinks'in hapse düşmesine yol açıyor. Bu sır, Leo Vrinks'in hayatını değiştirebilecek türden bir sır.

Tüm bu olanlardan sonra Denis Klein, herkes tarafından nefret edilen adam da olsa polis örgütünün başına geçiyor ve Leo Vrinks'in hapise düşmesiyle de prestiji artıyor. 


Ama yedi yıllık tutukluluk süresi biten Leo Vrinks'in de, hala söyleyecek çok şeyi var ve sırf o sözü duymak için bile, bu güzel Fransız polisiyesi izlenir.

Daniel Auteuil ve Gérard Depardieu... Biri L'Un Reste, L'Autre Part'dan tanıdığımız ve Robert De Niro'ya benzerliğiyle şaşırdığımız Daniel Auteuil, ötekisi yüz yetmişi aşkın filmiyle ve her rolde gördüğümüz; asla da yadırgamadığımız, kendi deyimiyle "kendini çoktan kanıtlamış aktör" Gérard Depardieu.








36 Quai des Orfèvres, kaçırılmaması gereken bir film.