Public Enemies
İki bin dokuz yapımı Public Enemies filmini iyi anlayabilmek için, muhakkak o dönemin koşullarını iyi anlamak gerekir. "O dönem"den kastım; bin dokuz yüz yirmi dokuzda yaşanan, fakat etkilerini daha çok bin dokuz yüz otuz yıllında hissettiren Büyük Bunalım... Bu yüzden, biraz tarihe dönelim ve Johnny Depp & Cristian Bale'in oynadığı filme tarihsel bir bağlamda bakmaya çalışalım.
En Yüksek Yaşam Koşullarının Ülkesi-Amerikan Tarzı Gibisi Yok! ...yazılarının önündeki zavallı halk... |
Büyük Bunalım, isminden de anlaşılacağı gibi dünyanın bir çok ülkesini etkilemiş -bilhassa sanayileşmiş ülkeleri etkilemiş- bir "Büyük" buhrandır. Çoğuna göre bunalımlar ve krizler, Sanayi Devrimi'nin ardından gelişen ve sanayi kapitalizmi olarak da isimlendirilen düzenin olağan parçası sayılıyordu. Temel amacın her daim kar etmek olması ve bu uğurda yatırımların ve de ticaretin her koşulda büyümesine gayret gösterilmesinin üretim ve tüketim arasında dengesizlik yaratması; krizler, buhranlar doğurması zaten şaşılacak bir durum sayılamazdı. Ama pek tabii pek de ileri görüşlü olmayan, olsa da cebine giren paraya bakan patronlar; dünyanın ne hale geleceğini umursayamayacak kadar zengindiler, o ayrı.
Ticari büyümelerde maliyeti düşüren teknolojik gelişmeler, ucuz insan gücü, yeni yatırım alanlarının açılması karı arttırıyor ve kar arttıkça da yatırım artmaya başlayınca bir kısır döngü oluştu. Fakat yatırımcıların artması demek, yatırımlardan elde edilen karın daha fazla kişice paylaşılması, yani pastanın daha çok kişiye bölünmesi, azalması demek oluyordu. İşte bu da dünyayı "daralma" olarak da adlandırılan bir döneme götürüyordu.
Daralma devam ettikçe kar edemeyen yatırımcılar iflas ettiler ve bu da dünyayı "New York borsasının" çöküşüne götürdü. ABD o dönem dünyanın sanayi çıktısının %42'sini üreten dev bir sanayi gücüne dönüşmüştü. Mühendis Taylor tarafından geliştirildiği için Taylorizm olarak adlandırılan bir yöntem yüzünden verimlilik, üretim ve karlar olağanüstü artmıştı. Bu yöntem, işçilerin yapmak zorunda olduklarını saniyelere göre belirliyor, onları adeta köle ediyordu. Bir takım işçi sendikaları Taylorizm'e şiddetle karşı çıktılar fakat cezalandırıldılar. Duruma ses etmeyenlerse, tam aksine ödüllendirildiler ve bu olaylar insanlığa ister istemez örnek teşkil etmiş oldu.
İlginçtir(!) ABD'de reklamcılık denen mesleğin işlevliliğinin patlaması da bu döneme denk gelir. Çünkü neredeyse herkes yatırımcı olabildiği için çok fazla mal üretilmektedir ve fakat malları alabilecek kadar zengin bir halk yoktur. Öyle ki bir süre sonra durum: fabrika sahiplerinin bir bir iflas etmeleri ve fakirleşmelerine yol açar.
Tek kurtuluş olarak görülen "bilinçsiz tüketim toplumu yaratma çabaları da", reklam sektörünün patlama yapmasına rağmen işe yarar bir yöntem olmaktan çıkar. Çünkü üretilen mal sayısı gittikçe, önlenemez bir biçimde artmaktadır.
Bankalar kredi vermeye uygun gördüler. Bankalar kredi vereceklerdi ki halk tekrar zengin olsun, üretilen ürünleri tüketebilsin... Olmadı, çünkü verilen kredilerin yeni girişimciler için de yatırımcı olma fırsatı taşıdığını gözden kaçırdılar. Krediyi alan yatırımcı oldu. Yani bir durum önlenmeye çalışılırken daha vahim bir hale getirildi. Buna bağlı olarak Wall Street borsası da, Kara Perşembe olarak anılan yirmi dört ekim, bin dokuz yüz yirmi dokuz da çöktü.
Bin dokuz yüz yirmi dokuz ile, bin dokuz yüz otuz iki yılları arasında her dört işçiden biri işsiz kalırken, haliyle fabrikaların da yarısı kapandı. Kriz tüm dünyaya yayıldı ve Marksistlerin beklediği gibi bir komünist devrim değil, dünyanın dört bir yerinde irili ufaklı diktatörlükler ve faşizm doğdu.
İşte tüm bu kısa bilgiler ışığında filme bakarsak eğer, ortaya "o zaman filmin anlattığı şu meşhur, banka hırsızı John Dillinger (Johnny Depp) pek de haksız sayılmazmış!" gibi bir reaksiyon çıkar mı bilemiyorum.
Meşhur banka hırsızı John Dillinger'in son yıllarını anlatan bu film bin dokuz yüz otuzlu yıllarda, tam da büyük bunalımın yaşandığı yıllarda Chicago'da geçiyor. İşine -banka hırsızlığına- tutkuyla bağlı Dillinger, aşık olduğu kadın Frechette (Marion Cotillard) ile birlikte bir yandan kaçarak, öte yandan banka soymaya devam ediyor. Peşindeyse avcılığıyla meşhur FBI ajanı Melvin Purvis (Cristian Bale) var. Bir hırsız-polis hikayesi ama bu sefer sanki işler polis için pek de kolay olmayacak gibi...
Yüz milyon dolarlık bütçesiyle güzel bir dönem filmi Public Enemies. Her zaman yapmacık bulduğum sinema Hollywood sineması olmuştur. Ama itiraf etmek gerekir ki, kimi filmleri herkesten iyi yapıyorlar. Muhtemelen bu filmde de ancak dönemi iyi bilenlerin görebileceği bir takım hatalar vardır. Fakat kim filmin çekimlerine, etkileyici sahnelerine, oyunculuklara veya sürükleyici senaryoya laf edebilir ki? Tabii çok ütopik bir sinemanın peşindeysek, ki peşinde olmak gerekir her zaman, o zaman durum farklılaşır. Elbette mükemmeli yakalamak çok güç. Kimilerini bir ufak detay tamamen filmden kopartabilir. Ancak daha geniş bir perspektiften bakarsak, her oltaya kanmayan seyirci, bu filmi de büyük bir zevkle seyredebilir.
Unutulmaması gereken nokta; filmin dünyayı piç eden bir ülkenin iki dudağının arasından çıkma bir film olduğudur. Bunu bildikten sonra, her şey seyircinin dikkatine kalıyor.
Asıl soru şu: şimdi biz bu Dillinger'a gerçekten suçlu diyebilir miyiz, yoksa adamın eli mi mahkumdu? Cevap filmde değil, ama film en azından araştırılması gereken bir konuya ilişkin merak uyandırıyor gibi...
0 yorum :
Yorum Gönder