Mayıs 2011

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Insomnia


Bir polis olarak, peşinde olduğunuz katil sizin katil oluşunuza tanık olsa, kaç gün uyuyamazsınız?

Alfredo James Pacino

'İnsomnia' nedir diye açıp tıp ansiklopedisine baktığımda karşıma çıkan ilk tanımlamalar: 'uykuya dalamama' ve 'uykuyu sürdürememe' oluyor. Düşünüyorum: "acaba bir insan niçin bir türlü uykuya dalamaz veyahut niçin uykusunu sürdüremez?".Tıp ansiklopedisi bu sorularımı da yanıtlıyor: "uykusuzluk ruhsal çöküntüyle, bunaltıyla, gerginlikle ve depresyonla yakından bağlantılıdır". Fazla kafein tüketimi, yanlış ilaç kullanımı hatta fazla alkol almak bile insomnia sebebi. 

Ancak Al Pacino, Robin Williams ve Hilary Swank'ın oynadığı, Christopher Nolan'ın yönettiği 2009 yapımı Insomnia adlı filmde durum yalnızca 'ruhsal çöküntüye', 'gerginliğe' ve hatta 'derin depresyonlara' bağlanıyor.
Hilary Swank & Al Pacino

'Geçmişin, seni, ne kadar hızlı koşarsan koş yakalayacak!..'

Placebo grubunun en sevdiğim şarkılarındandır "I know". "Bilirim, geçmiş seni ne kadar hızlı koşarsan koş yakalayacak" (I know, the past will catch you up as you run faster) diye de bir kısmı vardır bu anlamlı şarkının. İşte Insomnia'da da aslında, yapmış olduğu bir hatadan kaçmak isteyen bir polis dedektifinin 'uykusuzluğu' anlatılıyor.

Will Dormer (Al Pacino) henüz reşit olmayan bir kızın cinayete kurban gitmesini araştırmak üzere hem en yakın arkadaşı hem ortağıyla birlikte Los Angeles'tan kuzeye, Alaska'ya gönderilir. Will Dormer fevkalade iyi ve geçmişi tüm çaylaklara örnek teşkil edebilecek derecede büyük; 'ders niteliğinde' başarılarla doludur. Öyle ki, Dormer ve ortağı Hap Eckhart'ı (Martin Donovan) Alaska'da karşılayan Dedektif Ellie Burr (Hilary Swank) yeni başladığı meslek hayatını, kendisiyle tanışma fırsatı elde edeceği güne kadar, Dormer'ın mesleki hayat hikayesinden aldığı feyizler üzerine kurmuştur. Burr, Dormer'ın hayranıdır.

Dormer'ı kuzeyde hiç alışık olmadığı bir iklimsel düzen karşılar. Bilindiği gibi, kuzey kutbuna yakın oluşu sebebiyle Alaska'da yaz aylarında hava kararmaz ve koca yaz sezonu gün ışığı altında geçer. Dormer ne zaman dinlenmek üzere kaldığı otelde odasına çekilse, her ne kadar tüm perdeleri kapatsa ve kendisini iri yastıklara da gömse, bir türlü gün ışığının odasına girmesini engelleyemez. İşte Dormer'ın uykusuz geceler serisi bu koşullar altında başlar.

Zaten disiplinli oluşu ve çalışkanlığıyla bilinen Dormer, katilin mutlaka uğrayacağını bildiği bir dağ evinin etrafına ekibiyle birlikte pusu kurar ve henüz yeni geldiği şehirde ayağının tozuyla çalışmaya başlar. Bu bekleyiş sonuç verir ve katil gerçekten de tıpkı hedeflendiği gibi dağ evine adım adım yanaşır. Tam bu esnada yapılan bir acemilik sonucu katil pusuya düştüğünü fark eder ve biran evvel kendini dağ evinin içine atıp, kimsenin bilmediği bir alt geçitten sisli ormanın derinliklerine doğru yol alır. Katilin peşinden giden Dormer ve ekibi sisli ormanda dağılırlar. Dormer'ın nefesi katilin ensesindedir fakat yoğun sis Dormer'ın amacına ulaşmasını engellemektedir. Tam bu bulantı anında bir adam belirir Dormer'ın iki adım ötesinde, Dormer da haliyle adama ateş eder; onu vurur. Hızlı adımlarla, yere yığılan adamın yanına gelir ki Dormer işte o anda dünyası başına yıkılır: vurarak öldürdüğü adam ortağı Eckhart'tır.

Dormer önce ortağını kurtarmak ister fakat fark eder ki iş işten geçmiştir. Ortağının hayatını koruduğu o bir iki dakika içinde eğer ekibin geri kalanını çağırsa Eckhart'ı vuranın Dormer olduğu ortaya çıkacak; Dormer hapse, Eckhart da mezara gidecektir.

Olayın hemen akabinde, polis merkezinde Dormer, bir hayli yıkık ve Eckhart'ın katilinin kendisi olduğunu gizlemeye çalışarak yas tutar. Onu rahatlatan tek şey yaşanan olayın herhangi şahidinin bulunmamasıdır.

Al Pacino vs Robin Williams
Böylelikle Dormer'ın uykusuzluk geceleri son sürat devam eder. Bir kaç gün daha Dormer tam anlamıyla uykusuz geceler geçirir. Artık gözleri düşmüştür. Bedeni kuvvetsiz, yürüyüşleri savruktur.

İşte tam o günlerin gecesinde beklenmedik bir olay yaşanır. Gecenin yine en uykusuz saatlerinde Dormer'ın kaldığı odanın telefonu çalar. Dormer telefonu açar ve hem telefonun ucundakinin kim olduğu, hem ne istediği bu uykusuz dedektifin tüm hayatını değiştirecektir: "ben Walter Finch (Robin Williams), genç kızın katili. Daha önemlisi senin ortağını öldürdüğünü gördüm, ya benimle işbirliği yaparsın, ya da ikimiz de yanarız!".

'Dormer, Dormir, Dormire.'

Baş karakter dedektif Dormer ismini muhtemelen latincedeki "uyumak" fiili "dormire" den alıyor. İspanyolcası ve Fransızcası "dormir" olan bu fiil kullanımı ile yapılmak istenen Christopher Nolan filmlerinde sık sık gördüğümüz türden bir çeşit "kelime oyunu". 

Mesela yine bir Nolan başyapıtı olan 'Inception' filminde Yusuf karakterinin ismi aslında İncil'deki, rüyaları yorumlama yetisi Tanrı tarafından kendisine bahşedilmiş 'Yusuf' peygamberden alınma. Veya tekrar Inception'dan bir örnek: Cobb'un üzgün ve şanssız karısı Mal, ismini aslında Fransızca'daki Malheur, Malheureuse; yani mutsuz, hüzünlü kelimelerinden alıyor. (Aynı zamanda mal = kötü* fr, isp)

'Paul Auster romanlarından fırlama bir konu.'

Son dönemlerde fazla Paul Auster okuduğumdan mıdır bilmem, ancak bu film hiç şüphesiz ki Auster hayranlarının hoşuna gidecek türden. Başlangıcı, sonu, kırılma noktaları tam anlamıyla Auster kitaplarından fırlama.

Çok heyecanlı konusu, çarpıcı sahneleri ve her daim merak uyandıran duraksamalarıyla Insomnia harikulade bir polisiye film.

'Al Pacino, Robin Williams, Hilary Swank!..'

Bu oyuncu kadrosuyla filmin yapımcıları sinemaseverlere adeta şu mesajı veriyor: "Al Pacino'yu kadromuza ekledik, yetmedi bir de Robin Williams'ı ekledik 'hala yetmiyor bir de kadın aktris olsun' dersiniz diye Hilary Swank'ı da filmimize dahil ettik." 

Gerçekten de öyle. Filmin oyuncu kadrosu muhteşem. İzlemeden geçmek olmaz. 

'Nolan!'

Inception ile ilgili yazdığım yazıda Nolan'ın böyle bir film yapacağına dair sayısız işaret verdiğini Memento'da, Prestige'de görebileceğimizi söylemiştim. Şimdi bu halkaya bir de Insomnia'yı ekliyorum. Her ne kadar bu Nolan'ın senaryosu olmasa da -yalnızca son sahnesini yazdığınız bir senaryo tam anlamıyla size ait sayılmaz herhalde(!)- yine akıl oyunları, rüyalar, psikolojik çözümlemeler ve her şeyden evvel edebiyattan kopma 'bilinç akışı' tekniğinin beyaz perdede vücut buluşu. Nolan bu işin altından fevkalade iyi kalkıyor.

Robin Williams & Al Pacino
'Son söz.'

"Ben heyecandan yoksun film izlemem, sanat filmi de neymiş, macera olsun, akıl oyunları olsun, beni beyaz perdeye zamklasın yeter!" diyen sinemaseverler için on üzerinden on bir film Insomnia. Uykunuzu kaçıracağı kesin.




27 Mayıs 2011 Cuma

Carancho


"Son on yılda günde 22, ayda 683, yılda 8.000'i aşkın kişi hayatını kaybetti. Arjantin'deki trafik kazaları büyük kayıplara neden oluyor. Sigorta endüstrisi ise yükselişte."

Carancho filminin açılış sahnesi


Carancho; yani Akbaba, Arjantin'in sosyal zaaflarını lirik bir dille anlatmayı amaç edinmiş bir Arjantin filmi. Arjantinlilerce, Arjantin'in yürekli bir biçimde anlatılması -'eleştirilmesi' mi desek?- yani. Bilerek çok sayıda içinde 'Arjantin' geçen cümleler kuruyorum;

1-Bir ülkenin, kendi sinemasınca bu kadar objektif bir biçimde eleştirilebiliyor olması, bizim gibiler için pek alışılageldik bir olay değil.
2-'Arjantin' demek hoşuma gidiyor, 'Arjantin, Arjantin, Arjantin!..'

Sosyal bir problemden bahsediyor film. Trafik kazalarına ölenlerin sayısının her geçen yıl arttığı bir ortamda, sigorta şirketlerince sömürülen kazazedelerle, sigorta şirketlerinin arasına giren bir bariyerden bahsediyor Pablo Trapero (yönetmen-senarist), yani Sosa'dan (Ricardo Darín).

Sosa işin aslı bir avukat. Buenos Aires'te kendi mıntıkasına giren kazalarda polisten, hatta ambulanstan daha evvel kazanın olduğu yerde biten, kazazedeleri, onları taşıyan ambulansların arkasına kirli paslı arabasıyla takılıp hastanelere kadar takip eden, hastanede ise kazazedelere sigorta şirketlerinden evvel erişen bir 'fırsatçı'. Sosa bir Carancho, Sosa bir 'akbaba', pisliğin ve leşin üstüne üşüşüp, oradan kendine ve de kazazedeye pay sağlayan bir ara kablo. 

Önce "iyi misiniz, bir şeyiniz var mı, kendinizde misiniz?" gibi cümlelerle hastalara yaklaşıyor, hemen ardından da bir bir sıralıyor kazazedenin haklarını. İşine gelirse iş birliğine yanaşırsın, işine gelmezse "yok arkadaş ben problemimi kendi sigorta şirketimle hallederim" dersin. Sosa sana bir fırsat sunuyor. Bilhassa maddi durumu bozuk kimselerin sigorta şirketlerine karşı haklarını savunamayacaklarını bildiğinden Sosa, kartlarını sonuna kadar oynuyor ve bu şekilde hem kendini zengin tutuyor, hem de kazazedeyi. 

Durum işte bundan ibaret.

Tabii yan olaylar da var. Mesela şu Luján (Martina Gusman) meselesi. Kafa karıştırmaya gerek yok. Sinemasever fazla zorlanmadan kendine şu soruyu sorsun. Yedi yirmi dört hastane hastane dolaşan, nerede kaza orada herkesten evvel biten, gündüzleri paydos geceleri dimdik ayakta olan bir insan kime aşık olabilir? Kimi daha fazla görüyorsa pek tabii ki ona: bir yerel hastanede çalışan ve her gece yaşanan kazalarda ambulanstan ilk inen kimseye, "hemşire Luján'a".


Luján, Arjantin'in küçük şehirlerinden birinden Başkent Buenos Aires'e gelmiş, temiz bir hemşire. Etrafta olup bitenden haberdar değil. Hatta Sosa ile ilk karşılaşışlarında, Sosa'nın ne halt etmeye sabahın o saatinde kazanın olduğu yerde olduğunu, ne kazayla ne de kazazedeyle hiçbir yakınlığı, tanışıklığı olmamasına karşın yine de ambulansı hastaneye kadar takip etmesini  uzun süre anlamlandıramıyor. Kafasındaki soruları, kendisine nazaran daha tecrübeli olduğu anlaşılan ambulans şoförüne sorsa ve bir takım cevaplar alsa da, yine de Sosa'nın varlığını bir türlü kafası almıyor.


Hiç şüphesiz ki Trapero da hikayenin bu kısmıyla, Arjantin'deki küçük kasabalarda yaşayanlarla büyük şehir insanlarının arasındaki yozlaşma farkını ortaya koymak istiyor.



"Işık! Neredesin?"

Temel hatlarıyla filme baktığımızda gündüz geçen pek sahnesinin olmadığını söyleyebiliriz. Filme dair pek fazla sır vermek istemiyorum. Bir filme başlarken hissedilen bekaret mühimdir. Bu sebepten sadece bir iki sahnede gün ışığı oyuncuların hayatlarına çarpıyor. Bunlardan yalnızca biri Sosa ile Luján arasında yaşanan tutkulu bir cinsel birlikteliğin sabahında aşıkların bedenlerine vuran gün ışığı.


Bundan bahsetmemin sebebi, filmin sosyal yönünü gözden kaçırmamak adına -tabii heyecan dolu, akıcı sahnelerle döşenmiş bir film olduğunu da göz ardı etmemek gerek- mutlaka izlemeliyiz, fakat her zaman ve her ruh hali filmden zevk almak için yeterli değil. Yani bu öyle 'koy filmi oynatıcıya, bas oynat'a durumundan biraz öte. Carancho'yu izlemek için o gün iyi bir gününüzde olmalısınız ve her ne kadar içinizin kararacağını bilseniz de sabırla filmi irdelemelisiniz. Bu dediğim filmin sizden beklediği. Eğer filme istediğini verirseniz, filmden istediğinizi alırsınız.


'Trapero, Darín ve Gusman.'
Pablo Trapero

Az çok Arjantin sinemasını bilirim. Bilhassa yeni çıkan Arjantin filmlerini biran evvel edinmek ve izlemek gibi de bir huyum vardır. Ve emin olun bugün eğer bana "hangi üç Arjantinli'yi bir araya toplasak senin için kaçınılmaz bir film kadrosu oluşturmuş oluruz" diye sorsalar, kafamda bir araya getireceğim beş on isimden
üçüdür Trapero, Darín ve Gusman


Trapero'nun El Bonaerense'sini (Buenos Aires emniyet teşkilatına katılması için baskı altında bırakılan bir kilit ustasının hikayesi), Familia Rodante'sini (ailenin en büyük ferdi olan anneannenin, Arjantin'in öteki ucuna, bir düğün davetine giderken yanında ailenin geri kalan tüm fertlerini götürmesi, fertleri kendisine eşlik etmek zorunda bırakması anlatılır) ve de Leonera'sını (hapse düşmüş bir hamile kadının hayatı pahasına çocuğuna sahip çıkmasını anlatır) fevkalade beğenerek izlemiştim. Bilhassa Leonera'yı hala unutamıyorum.


Son dönemlerde inanılmaz derecede parladığını söyleyebilirim Trapero'nun. Sosyal içerikli filmler yönetiyor ve bunu yaparken asla sıkıcı bir anlatımı tercih etmiyor.
Ricardo Darín

Darín zaten en sevdiğim Arjantin'li aktör. Sık sık söylerim Oscar kazanmaması, dünyaca meşhur olmamasının 
tek sebebi; İngilizce konuşmaması. Ya da İngilizce konuşacağı filmlerde yer almaması. Bir Arjantin'li olması. Ayrıca kendisinin fevkalade büyük bir Arjantin Sineması destekleyicisi olmasından da bahsetmek lazım. Kendisi her röportajında "ben Arjantin sinemasından filmler seyretmem!" diyen kokona Arjantinli'lerle dalga geçer ve onlara Arjantin Sinemasının günümüzde geldiği noktayı hatırlatır.


Gusman'ı Leonera'daki haksızlığa uğrayan anne rolüyle tanıdım ve adeta taptım. Kendini rolüne kaptırışı, sakin ve duru oyunculuğu takdire şayan. Hele Carancho'daki Buenos Aires dışı, muhtemelen güney aksanı muazzam. Bunu hissedebiliyor olmak da benim açımdan harikulade.


'Peki bizim memleket?..'
Arjantin son dönemlerde sinema alanında büyük bir aşama kaydetti. 1985 yılında Arjantin, ilk Oscar'ını La Historia Oficial ile kazandı. O dönemden bu yana suskun geçen sinema yılları geçen yıl kazanılan 'en iyi
yabancı dilde film' Oscar'ıyla tekrar alevlendi. Arada tabii çok önemli filmler yapıldı. Kimisinde Saura ismi vardı, kimisinde yine Darín.

Önemli olan şu. Arjantin, memleket olarak sinemanın değerini kavradı. Sinemanın nelere kadir olduğunu fark etti. Biz hala bu konuda bir aşama kaydedemiyoruz. İdealist konuşmak istemem ama bu kapitalist kafayla da bir aşama kaydetmek mümkün değil. İki tane sinemacıyla bu iş olmaz. En baba aktörümüz dediğimiz yıllanmış şarap aktörleri amerikan özentisi polisiye filmlerde harcayarak da bir yerlere varamayız.

Demem o ki, Carancho'yu izleme lüksüne sahip insanlar, lütfen kendinize en son ne zaman bu gibi sosyal bir meseleye temas eden bir Türk filmi izlediğinizi sorun.

Bu soru bizim için çok önemli. Bizim ve sinemamız için...

O kadar yasa dışı olaydan bahsediyoruz. O kadar haksızlıktan. Yahu bu haksızlıklar hiç mi senaristlerin ilgisini 
çekmiyor, hiç mi yönetmenlerin, prodüktörlerin gözüne çarpmıyor? Yoksa çarpıyor da gözleri mi yemiyor filmlerin de bunlara yer vermeye. Sinema bir silahtır. En büyük propaganda aracıdır. Carancho'yu izleyin ve kendinize şu soruyu sorun: acaba böyle bir film bizim memlekette yapılsaydı ne olurdu? Bence hiç fena olmazdı.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Crazy Heart











Her şeyin koşar adım tüketildiği dünyamızda, tükenmek nedir bilmeyen müziklere karşı saygı duruşu: Crazy Heart.

2009 yılında Ukde Sineması henüz yoktu. 2010 yılının sonlarına doğru yetişti imdadıma, demek ne kadar doğru olur bilemiyorum. Ama yerli yerinde bir cümle gibi duruyor şöyle bir baktığımda. Televizyonlarda, N.B Ceylan vesilesiyle, son günlerde pek sık duyar olduk Cannes Film Festivali'nin en iyi film festivali olduğunu. En büyük -prestijli mi desek?- organizasyon hala Akademi Ödülleri. Fakat zaten fark orada: biri "ödül töreni", diğeri "festival". Dünyanın en büyük ödül töreninin festival haline gelmesi, bende Ukde Sineması'nın hayatıma girişiyle başladı. Ne zaman ki Ukde Sineması 'ben de buradayım' dedi, o zaman Akademi Ödülleri'ne aday çoğu filmi -erişebildiğim kadarını- izler ve onlar hakkında yorum yapar, kendi ödül sahiplerimi belirler oldum.

Tüm bu zırvalıkları anlatmam, geçen sene Crazy Heart filmini kaçırmış olmamı kendime nazik bir dille ifade etmeye çalışmamdan ileri geliyor. Yani geçen sene Ukde Sineması yoktu ve ben de Crazy Heart filmini kaçırdım. İşte o kadar!..


'Kaybetmiş bir müzisyenin hikayesi!..'

Crazy Heart, kaybetmiş, başarısız veya başarılı ama şanssız müzisyenlere ağıt niteliği taşıyor. Sanki  dünyadaki tüm başarısız müzisyenlerin, hatta daha ileriye gidiyorum: dünyadaki tüm başarısız insanların cenazeleri kalkıyormuş da, arkada mermilerle, sıva çatlaklarıyla dolu bir beyaz duvara bu film yansıtılıyormuş gibi.

Baş karakter Bad Blake (Jeff Bridges) modası geçmiş, yaşlı, alkolik ve beş parasız kalmanın sık sık eşiğinden dönen, hatta kimi zaman gerçekten beş parasız kalan bir adamdır; yani sanatçıdır. Country tarzı müziğiyle ABD'nin genelde güney kasabalarını dolaşır ve yaptığı müziğe hala tav olan insanlar için ufak barlarda konserler verir. Geçmişi başarılı bestelerle ve şöhretle dolu olduğundan az da olsa iş bulabiliyor fakat sürekli cepten yiyordur. Hayranlarının büyük çoğunluğu Bad Blake ismini unutmuştur, unutmayanlarsa ancak isim bir yerlerde yankılandığında tanıdıklaşıyorlardır.

Kısacası Bad Blake'in işi zordur. Hızla tüketilen bir piyasada, ABD'de her geçen gün modası geçen bir müzik türünün -Country Müziğinin- temsilcisidir ve o da tıpkı müziği gibi tükenip gitmektedir.

Kayıp gitmekte olan hayatını daha da berbat bir hale getirebilecek yegane şey, sadece kendine zararı dokunacak tüketimlerdir. "Fazla oranda" alkol ve "aşırı" sigara tüketimi mesela. Bu tip zararlı tüketimler, aslında Bad Blake'i yiyip bitirmektedir.

Tüm bu hengame içinde bir çeşit çıkış yolunun peşinde koşar Bad Blake ve bu çıkış yolunu şans eseri kendisiyle röportaj yapmaya gelen genç bir gazetecide ve bu gazetecinin küçük erkek çocuğunda bulacaktır. Çünkü yalnızca bu iki insan Bad Blake'in, tüm kendine zarar veren alışkanlıklarına rağmen, içinde yatan ve müzik yapabilmesini sağlayan o duygusal adamı, o iyi kalpli insanı görebilmiştir ve peşinden gitmiştir.

'Arka Plan.'

2009 yapımı olan Crazy Heart Thomas Cobb isimli Amerikalı yazarın aynı adlı kitabından uyarlama. Filmin yönetmeni Scott Cooper ve bu onun ilk yönetmenlik denemesi. Kendi adıma bir ilk deneyim için performansının umut verici olduğunu söyleyebilirim. Fakat beri yandan da kabul etmek lazım ki yönetmenliğin başarılı veya başarısız olduğunu bu film üzerinden değerlendirmek biraz acımasızlık olur; zira çok büyük çaba gerektiren bir senaryo gibi durmuyor filmin senaryosu.

'Jeff Bridges!..'

Jeff Bridges, Crazy Heart'taki performansıyla 'en iyi erkek oyuncu' dalında Akademi Ödülü kazandı. Rakibi sayılabilecek Colin Firth, Morgan Freeman ve George Clooney vardı. Bir de tabii Jeremy Reener. Ancak dediğim gibi ben rakibi sayılabilecekleri söylüyorum. Gerçekçi bir yaklaşımda bulunmak gerek; genç oyuncuların dedelerin ellerinden heykelciği kaptığı yıllar biraz geride kaldı. Artık Akademi heyecanlara yer vermiyor.

Morgan Freeman'ın oynadığı Invictus filmini izlemedim. Yalnız eğer sırf birisi Nelson Mandela'yı; önemli bir milli şef'i oynadı diye ödül kazanacaksa, o zaman bizden senede en az dört tane Akademi Ödüllü aktör çıkardı...

George Clooney'nin Up in the Air filmini izledim. Hatta blog'umda da yazdım. Güzel film ve Clooney'den her zamankine benzer, sade bir performans. Basmakalıp ve sade. Bu sadelik ve rolün Crazy Heart'taki Bad Blake karakteriyle boy ölçüşemeyecek kadar silik oluşunun ona Oscar yolunu kapattığını düşünüyorum.

Colin Firth ise Single Man'de bir hayli başarılıydı. Şöyle söyleyeyim eğer ben o jüride olsaydım hayli zorlanırdım. Eminim 2010 yılı jürisi de fena halde zorlanmıştır heykelciğin kime gideceğine karar verirken ve hissediyorum ki son kararlarını "gelecek sene bakarsın Colin Firth başka bir film yapar, oradaki performansıyla da karşımıza çıkar, bu sefer de ona ödül veririz!" diye düşünerek vermişlerdir. (Colin Firth 2011 yılında 2010 yılının 'en iyi erkek oyuncu' dalında Oscar ödülünü, The King's Speech filmiyle almıştır.)



Jeff Bridges bir kral. True Grit'te de benzer bir durumu sezdim, bundan bahsetmek istiyorum. Jeff Bridges tek başına filmi üzerine yıkabileceğiniz bir aktör. Her koşulda sürükleyiciliği sağlıyor ve size asla "yahu acaba cast biraz daha mı sağlam olsaymış, senaryo biraz daha mı şişirilseymiş?" sorularını sordurtmuyor. O sahnede belirdiğinde başka karakterlere ihtiyaç duymuyorsunuz, sadece onun sahneyi dolduruşuyla ilgileniyorsunuz.

Tek nokta: son iki filminde aşırı halde benzer yörenin rollerine bürünmesi. Bu rollerin üzerine yapışması Jeff Bridges için fena bir durum olur. Gelecek filmlerini merakla bekliyorum.

Jeff Bridges ve Maggie Gyllenhaal
Maggie Gyllenhaal da filmde önemli bir yer tutuyor. Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın var mıymış, yok muymuş bize bunu iyi bir biçimde gösteriyor. Performansı sade ve yeterli. Yani: iyi. (Maggie Gyllenhaal'ın Jake Gyllenhaal'ın kız kardeşi olduğunu biliyor muydunuz?)

Colin Farrell da varla yok arası. Aktörlüğüne diyecek söz yok, sesi biraz daha filme uygun olsaydı... Jeff Bridges'ın yanında bir hayli sönük kalıyor.

'Soundtrack!..'

Filmlerin soundtrack albümlerine son derece önem veririm. Hele ki mevzu bahis olan film, gerçek müzik üzerineyse. ABD'nin kültürüne dair bir müzik türüdür Country ve bir kültürü en iyi öğrenme metotlarından biridir sinema... Filmin soundtrack albümünün içindeki şarkılar fevkalade güzel yorumlanmış. Her biri Country müziği sevmeyenlerin dahi hoşuna gidebilecek şekilde düzenlenmiş. Bu yüzden filmi izlemeseniz de şarkılarını dinleyiniz, derim.

Sevdiği işi yapmak uğruna kaybetmeyi göze alanların müziği Crazy Heart, hayata dair önemli mesajlar bekleyenleri sinematografik bir dille doyuruyor.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Bienvenue chez les Ch'tis


Bir film düşünün ki yapıldığı ülkenin gişe rekorlarını tarumar etsin, Amerikan filmlerini büyük bir zevkle tokatlasın, aynı zamanda başrol oyuncularından olan yönetmenine de Légion d'Honneur kazandırsın!.. 'Bienvenue chez les Ch'tis' bir Fransız filmi ve resmi rakamlara göre şimdiye kadar Fransa'da tam 20 479 826 kişi tarafından izlendi.






Gecenin bir vakti, biri Fransa'dan -Paskalya tatili sayesinde- gelmiş olmak üzere iki çocukluk arkadaşımla birlikte Ukde Sineması'nda kafamıza uygun, bizi zorlamayacak; aksine rahatlatacak bir film izlemeye karar verdik. Film seçimi konusunda iki arkadaşım da bana güveniyorlardı. Önce aksiyon dolu bir amerikan filmi seçmeyi planlıyordum, ancak sonra daha bizi ortada bir yerlerde buluşturacak bir film seçmeye karar verdim. Hem aksiyon için fazla içkiliydik, tabii akıl oyunları için de...

'Bienvenue chez les Ch'tis' bizim gecemiz için biçilmiş kaftandı. Üçümüz de aynı Fransız lisesinden çıkmaydık ve de üçümüz de topluca izlenen Fransız filmlerine hasrettik. İşte böylelikle filmi oynatmaya başladım ve 'bira-şarap'ımıza o gece 'Bienvenue chez les Ch'tis' mezelik etmeye başladı.

'İlk sahneler pek etkileyici değildi'


İşin aslı filmin ilk sahneleri, bizi bekleyen muhteşem sahnelerin habercisi olmaktan çok uzaktı. Bir çok sönük diyalog ve bir tek filmin başrol oyuncusu olan Kad Merad'ın 'kötünün iyisi performansı' göze çarpıyordu -bu son söylediğim ilk sahneler için geçerli, yoksa Merad film boyunca gayet başarılıydı.

Fakat filmin asıl konusuna varabilmek için, öyle zannediyorum ki 'biraz eller çabuk tutulmuş'; bu sebepten de ilk sahneler aceleye gelmiş. Ne zaman ki Kad Merad, yani Philippe Abrams yaşıyor olduğu güneyden kuzeye doğru, bir sürgün yemiş suçlu edasıyla yola çıkıyor, işte film asıl o zaman başlıyor.

'Yaşadığınız ülkede, size her anlamda en uzak şehre tayininizin çıktığını düşünün!..'

Fransa'nın güneyi, çoğu ülkenin güneyinin olduğu gibi kuzeyine nazaran daha şirindir. Bilhassa Avrupa ülkeleri, ki genelinde kışın donma problemi vardır, güneye taparlar. Almanya'dan her yaz gelip bizim güney kıyılarımızı mesken tutan turistleri düşünün. Her ne kadar onların bütçelerine Türkiye'de tatil yapmak daha çok uyuyor olsa da; bizim kıyılarımızın yerini Kuzey Avrupa ülkelerinin hiçbirinin kıyı şeridi tutmuyor, tutamaz...

Kad Merad
Benzer bir durum Fransa'nın Salon-de-Provence'ında yaşayan Julie Abrams (Zoé Félix) için de geçerli. Hem yetinememe, hem de burnukalkıklığın belirtilerini gözlemlediğimiz Julie filmin ilk sahnesinden rengini belli eder ve kocasına uzun süredir yaptığını anladığımız gibi, yaşıyor oldukları güney şehrinden daha da güneye, hatta tam kıyı şeridine gitmelerini sağlaması için baskı yapmaktadır. Bunun tek yolu; posta müdürü kocasının, yani Philippe Abrams'ın (Kad Merad) bir şekilde 'daha güney'e tayinini çıkarttırmasından geçer.


Bir çok kez bunu deneyen, fakat her defasında başarısız olan Abrams, en sonunda bir hayli ilginç bir yönteme başvurur: güneye gidebilmek için engelli taklidi yapar!.. Tam güneye tayinini çıkarttırmayı başarmışken -ki bu konuda da bir arkadaşının torpiline ihtiyaç duyar- makamına yapılan bir teftiş esnasında çaresiz kalıp, önceden hazır ettiği yürüme engelli sandalyesine oturur ve müfettişi yanıltmaya çalışır. Belli bir süre de bunu başarır, fakat her yalancının ki gibi, Abrams'ın da mumu yatsıya kadar yanar.

Abrams'ın güneye tayinini çıkartmak için böylesine zavallı bir oyuna başvurmasını kabul edemeyen üst düzey yetkililer, Abrams'a büyük bir ceza verirler: Abrams, önündeki iki yılı Fransa'nın güneyi yerine tam kuzeyinde Pas-de-Calais'de geçirecektir.

Bunu duyan Abrams ve yakınları çok üzülürler. Çünkü Pas-de Calais, filmin anlattığına göre çok soğuk, çok kötü bir Fransızca'nın konuşulduğu, suç oranının bir hayli yüksek olduğu ve de insanların sıklıkla içki tükettiği; sarhoş dolaştığı bir yer olarak bilinmektedir.

Çaresiz kalan Abrams, ona sinirlenen karısının kendisine eşlik etmemesi yüzünden tek başına, önündeki iki yılı kuzeyde, o korktuğu insanlarla birlikte geçirecektir.



'Ön yargılar, ön yargılar...'


Çok sevdiğim bir Arjantinli müzik topluluğu Ön yargılar-Prejuicios adlı şarkılarında, Osvaldo isimli bir kimseye ana-bacı küfür ettikten, onu kötüledikten sonra, "bereket, onunla hiç karşılaşmadım; bereket, kimdir bilmem; bereket, hakkında konuşulurken bile orada değildim" deyip şarkının en vurucu kısmını söylüyor: "herkes farklı da olsa, unutmamalı ki aynı şekilde kan döküyoruz."

Bu doğru. Tek değiştiremediğimiz gerçeğimiz. Hangimizin parmağına iğne battığında kan yerine süt akıtıyor bedeninden, ya da herhangi başka bir sıvı. Hepimiz aynı şekilde kanıyoruz.



Filmin vermek istediği en büyük mesajlardan biri bu. Tamamen ön yargılarla çıkılan bir yolculuğun sonunda Philippe Abrams, muhteşem bir zaman geçiriyor gittiği yerde. Ona söylenenlerin, o küçük kuzey kasabası hakkında anlatılanların tam tersine. Zaten o fevkalade büyük komediyi anlamlı kılan, paradoksal bir açıya kavuşturan, hatta belki de biraz kara mizahi bir tat kazandıran da işte bu 'ön yargılar' meselesi.

Filmin içinde çok anlamlı bir kuzey deyişi geçiyor. Yanlış anımsamıyorsam tam olarak şöyle bir şeydi: kuzeye, Pas-de-Calais'ye gelenler iki kez ağlarlar; bir gelişlerinde, bir de gidişlerinde.

Sanırım bu cümle sadece Pas-de-Calais için değil, her yer, her zaman dilimi ve her boyut için geçerli. Öyle ki sadece İstanbul'a gelmek değil mesele, ya da Karayip Adalarında bir süre zaman geçirmek... Alıştığımız yerden kopmak her daim zordur. Değişiklikler iyidir derler, belki de haklıdırlar. Ancak her değişikliğe alışmak zaman ister ve de en önemlisi 'yeni'ye karşı güven ister. Eğer ön yargılarla doluysak, zaten yanmışız.

Dünyaya gelişimizde mecbur ağlıyoruz, eminim ki sırf ikinci kez ağlamayalım diye ne zaman gideceğimiz hakkında kesin bir fikrimiz yok. Ağlarız çünkü... Ağlarsın, biliyorsun!..

'20 479 826 sayısına karşı ön yargılı olma'.


20 479 826 kişinin bir ülkenin filmini izlemiş olması, bir hayli yanıltıcı bir duruma da işaret ediyor olabilir; kabul ediyorum. Bunun en büyük örneğini memleketimizin gişe rekortmeni filmine bakarsak, çıplak bir biçimde görebiliriz -tabii bu durumda çıplak olan biraz biz miyiz acaba?-


Bir çok kişinin bu ilginç rakamdan korktuğunu biliyorum. Ama korkulacak bir şey yok. Kabul: muhteşem bir film değil, akıl oyunları içermiyor, efsane oyunculuklar yok -zaten filmin kadrosu çoğunlukla Pas-de-Calais'nin yerlilerinden oluşuyor. Yönetmenlik desen... Zaten adamcağıza o kadar çok iş düşmemiş. Büyük efekt şovlar zaten yok.


Komedi-mizah dünyanın en ırkçı alanlarından biridir. Çoğu amerikan filmi Türkiye'ye gördüğünüz gibi getiriliyor, bir de güzel pazarlanıyor. Ama kaç tane amerikan-komedi filmi izliyoruz?.. Başka ülkelerin komedi filmleri hakkında konuşmaya gerek dahi yok. Neden? Çünkü komedi yalnızca yapıldığı ülkede beklediği karşılığı alır. Sizin A memleketinde gözünüzü yaşartan, her birinizi gülme krizlerine sokan komediler; emin olun B memleketinde küfür sayılabilir. Bunun örnekleri tecrübelerle mevcuttur, sabittir. 


Bu bağlamda da filmi izledikten sonra "eee, ne bu şimdi? Bu mu gişe rekoru kırmış!" demeyin. Filmin Fransız kültürüne uygun yapılmış olduğunu unutmayalım. Bu tabii ki pek 'çekici' bir durum değil, film adına...


Ama hiç yoktan bir fikri var. Her filme bir fikir, bir mesele eklenebilir. Bir çok film bir meselenin ışığında da doğabilir ancak dönün şöyle bir etrafınıza bakın, izlemiş olduğunuz komedi filmlerini gözünüzün önüne getirin; hangisinde bir mesele vardı? İşte bu filmin bir meselesi, bir mesajı var. Komedi filmler, mesele açısından en yoksun filmlerdir. Düşündürmekten çok, güldürmeyi hedeflerler. Bunun için de zaman zaman, çoğu zaman, tüm
sözüm ona duruşlarından vazgeçerler. İşte bu film o duruştan vazgeçmemiş ve komedi yapıyor olsak da meselemizi koruduk, mesajımız belli, diyor. 



Filmin hem yönetmeni, hem de başrol oyuncularından Dany  Boon


Aynı şekilde kan döktüğümüzü hatırlamak, hatırlayıp da gülümsemek dileğiyle.