Phoenix
Küçük bütçeli büyük filmlere bayılırım. Hunger (2008), Kynodontas (2009) ve Der Räuber (2010) mesela.
Filmin anlatmak istediği konuyu çok az maliyetle beyaz perdeye yansıtabilme becerisini gösteren, harikulade filmlerdir bunlar.
Hunger'da şu meşhur IRA meselesini anlamaya çalışırız, Kynodontas'ta modern bir distopya izleriz ve Der Räuber'de maraton koşucusu bir atletten sağlam banka hırsızı olabileceği fikrini içselleştiririz. Hepsi gerçekten prodüksiyon maliyeti düşük filmlerdir, ancak gel gör ki anlatmak istediklerini bağıra çağıra anlatırlar.
Phoenix (2014) de işte böyle bir film. Küçük, ama çok büyük!
***
Filmin yönetmeni Barbara (2012), Die innere Sicherheit (2000) ve Yella'dan (2007) tanıdığımız Christian Petzold bizi filmiyle II. Dünya Savaşı yıllarına, Almanya'ya götürüyor.
***
Petzold'un Alman tarihine merakı, sinemaseverlerce bilinen bir gerçektir. Afganistan'daki savaşı anlattığı (hatta filmde bizim topraklardan da esintiler mevcut) filmi Jerichow (2008); Berlin Duvarı'ndan dem vuran filmleri Die innere Sicherheit (2000), Gespenster (2005) ve Yella (2007) bu tezi destekler nitelikte.
Petzold, Phoenix'te beni şaşırtmıyor ve bu sefer tam II. Dünya Savaşı'nın bittiği döneme götürüyor bizi, hem de can yakan bir hikayeyi anlatmak üzere.
***
Film zifiri bir karanlıkla açılıyor. Hem görsel anlamda, hem de ruhsal... Kulaklarda etkileyici bir caz ezgisi, gecenin köründe bir araba, izbe bir yolda ilerliyor. Arabada bir kadın var, tam şoför koltuğunun yanında oturuyor. Bu kadının hikayesini öğrendikçe, boğazımda bir şeyler düğümleniyor.
Kadının adı Nelly. Yüzü tamamen sargılı. Gestapo kampından kaçmaya çalışırken yüzünde patlayan yakıcı madde yüzünden derisi yanmış, yüzü tanınmayacak halde.
Nelly bütün bu savaş muhabbetleri başlamadan önce şarkıcılık yapan, evli ve kocasını çok seven bir kadın. Tabii kocasından ayrı düşmüş bu dönemde. Tek istediği bir an önce eski hayatına, kocasının yanına dönmek. Ancak tabii bu öyle pek de sandığı gibi kolay olmayacak...
***
Plastik cerrahînin nimeti (demek o dönem de varmış, bu filmden öğrendim), Nelly yüz nakli tarzı bir operasyondan geçiyor. Cildi yenileniyor ama artık o, aynada bambaşka biri; kendisini -dikkat, yüzünü değil (!)- tanıyamıyor. Fiziksel olarak değiştiği yetmediği gibi ruhsal olarak da tükenmiş.
Böylesi minimal, postmodern bir çöküş üzerinden II. Dünya Savaşı gibi koca bir dönemi anlatmak, ancak muhteşem hikaye anlatıcılara nasip olur zaten. Burada yönetmene -ki bu roman uyarlaması filmi senaryolaştıran da bizzat kendisi- ve hikayenin yazarı Hubert Monteilhet'e gıpta etmemek elde değil...
Hem içi, hem de dışı bambaşka bir kadın olan Nelly, tek amacının peşinden ilerler: Kocasını bulacak, onunla konuşacak ve tekrar mutlu olacaktır.
Filmin başında Nelly (Nina Hoss) |
Lene, kendi gayesini gerçekleştirmek için doğru olanın Almanya'dan tek başına değil, Nelly ile kaçmak olduğunu bilir. Lene'nin aklı Nelly ile birlikte Filistin'e gitmekken, Nelly'nin aklı Almanya'da kalıp kocasını bulmaktır.
Filmin sonunda Nelly (Nina Hoss) |
Fakat Lene her ne yaparsa yapsın Nelly kocasını bulacaktır. Peki ya yüzünü ve ruhunu kaybetmiş Nelly ile ruhsal anlamda çökmüş kocası Johnny için hayatta tertemiz bir sayfa açma imkanı var mıdır? Hele onca yaşanandan sonra...
***
Nelly rolünü Nina Hoss oynuyor. Oynamıyor; döktürüyor! Sırf onun oyunculuğu için bile izlenebilecek bir film varken ortada, görsel harikalar filmi daha da arzulanır kılıyor.
Muhakkak izlenmesi gereken, Hitchcock'vari bir film. Bilhassa II. Dünya Savaşı'na bambaşka ve çok daha butik bir pencereden bakmak isteyenler için bulunmaz nimet.