Ekim 2014

25 Ekim 2014 Cumartesi

Side Effects




Oscar Wilde Gizli Olmayan Sfenks başlıklı kitabında şöyle diyor: "Kadınlar sevilmek için yaratılmışlardır, anlaşılmak için değil..."

Bu doğru. 

Ne tür bir ilişki yaşıyor olursanız olun bir kadınla, muhakkak günün birinde şu ikilemle karşılaşacaksınız... Onu ya seveceksiniz, ya da anlamaya çalışacak. Anlarsanız ondan kopacaksınız, severseniz de onu asla anlamayacak. Eğer bu ikisini bir arada yapmaya çalışırsanız, bir türlü anlayamadığınız bu kadından yine, sancılı, bol gözyaşlı, hatta belki de "kanlı" bir biçimde kopacaksınız. Sevmek ve anlamak, ikisi bir arada kadınların konusu değil, olamaz da.

***

Side Effects 2013 yapımı bir ABD filmi. Filmin yönetmen koltuğunda Ocean's serisinden ve Traffic filminden tanıdığımız Steven Soderbergh var. Solaris, Kafka, Erin Brokovich ve Benicio del Toro'nun başrolünü üstlendiği Che ikilemesini de, bu önemli yönetmenin filmografisini sayarken es geçemeyiz. 

Film Rooney Mara'nın oynadığı Emily Taylor karakterinin kocasının hapisten çıkmasıyla başlıyor. Kocası hapisten çıkmasına rağmen Emily bir şekilde depresyona giriyor. Başta bu psikolojik bozukluğun tamamen normal olduğunu düşündürtüyor film izleyiciye. Daha doğrusu; tabî geliyor Emily'nin yaşadıkları. 

Ancak sonradan anlaşılıyor ki, Emily'nin yaşadığı depresyon, tahmin edilenden çok daha derin...

Dikkatli izleyici refleksi olarak doğrudan bunun nedenlerini düşünüyoruz. 

İntihara teşebbüs eden bir kadın olarak Emily'yi bu kadar dibe çeken ne?

Düşündükçe kocasının neden hapishaneye düştüğünü öğrenmeye çalışıyoruz. Öğreniyoruz da. Fakat hayır, Emliy'nin bu berbat halinin kocasının hapishaneye düşüş sebebiyle yakından uzaktan alakası yok.

Derken Emily, şu az önce bahsettiğim intihar teşebbüsünü gerçekleştiriyor. Soluğu biz de Emily'le birlikte hastanede alıyoruz. Ve hastanede, filmin diğer başkarakterini tanıyoruz: Dr. Jonathan Banks.

Jonathan Banks rolünü Jude Law, harikulade bir biçimde oynuyor. 

Dr. Banks, Emily'nin intihara teşebbüs ettiği gece ayaküstü Emily'le konuşuyor. Emily Banks'e "Kocam hapishaneden yeni çıktı, bir an için kendimi kaybettim, bir daha olmaz, ben sağlıklı biriyim, lütfen hastaneden bu gece taburcu olmama izin verin" gibisinden şeyler söylüyor ve Banks de Emily'den aldığı "Haftada 3 kez muayenehanenize gelecek, sizinle durumum hakkında konuşacağım" sözü karşılığında Emily'nin taburcu olmasına müsaade ediyor.

Seanslar başlıyor. Emily ile Banks düzgün bir biçimde, aksatmadan Emily'nin sıkıntıları üzerine konuşuyorlar ama Banks çözemiyor... Banks'in çözemediği Emily'nin gerçekten neyi olduğu!

Bunun üzerine Banks, tam o sırada tesadüfen Emily'nin daha önce de bir psikoloğa göründüğünü öğreniyor ve soluğu psikoloğun yanında alıyor: Dr. Victoria Siebert.

Catherine Zeta-Jones tarafından harika bir şuhlukla oynanan Dr. Siebert, o her zamanki soğukkanlılığıyla Dr. Banks'e birkaç ilaç önerisinde bulunuyor; bu önerilerden biri Ablixa isimli bir ilaç. Piyasaya yeni sürülmüş, nedir ne değildir tam bilinmiyor. 

İlaç işi Dr. Banks'in kafasına yatınca, Emily ilaçları almaya başlıyor. 

Beklenmedik olan; Ablixa isimli bu ne idüğü belirsiz ilacın Emily'de uyurgezerlik yaptığı. 

İşte filmin adı Side Effects, yani Yan Etkiler, buradan geliyor.

Ve bir de üstüne Emily, ilacın etkisindeyken kocasını bıçaklayıp öldürünce, işler iyice sarpa sarıyor.

Emily hapishaneye, Dr. Banks de hastasına tedbirsiz ilaç vermekten içeri düşme tehlikesiyle yüz yüze.

***

Buradan sonrası tam anlamıyla izlemelik.

Şöyle özetleyelim, Dr. Banks'in Emily'nin ruhsal bozukluğunu araştırdıkça öğreneceği daha pek çok şey olacak.

Ablixa ilacı, nereden çıktı mesela? Ya da Emily gerçekten hasta mı? Ya da Dr. Siebert'in büyük sırrı ne?

***

Muhteşem ötesi bir film değil, ancak izleği çok yüksek. Anlatılması pek de öyle kolay olmayan bir konuyu, bir hayli iyi anlatmış yönetmen ve senarist.

106 dakikalık bir görsel şölen demek zor, ama zihin açıcı, enteresan bir film.

Boş vaktiniz varsa ve bir gizemi ilmek ilmek çözmek istiyorsanız, her ne kadar "çooook tahmin edilemez" bir finali olmasa da, buyurun izleyin! 

14 Ekim 2014 Salı

Constantine


Constantine - 2005 / Francis Lawrence

Marvel Comics ile birlikte ABD'nin en değerli çizgi roman şirketi olan DC Comics'in başyapıtı sayılabilecek Hellblazer isimli eseri, 2005 yılında Warner Bros tarafından sinemaya uyarlandı. 

Başrollerinde Keanu Reeves, Rachel Weisz, Shia LaBeouf ve Djimon Hounsou gibi şöhretli aktörlerin olduğu bu filmin adı "Constantine".

***


Filmin bir ABD çizgi roman uyarlaması olduğunu bilmek, içerisinde fantastik birçok öge ve karakter barındırdığını anlamaya yeter.

Batman ve Superman'i düşünelim... 

Filme soyadını veren John Constantine (Keanu Reeves), ha babam sigara tüttürmekten ömrünün son iki ayına girmiş, doğaüstü yetilere sahip bir "kahramandır".

İkiz kız kardeşinin intihar sonucu ölmediğini kanıtlamaya çalışan Dedektif Angela Dodson (Rachel Weisz), John Constantine'den yardım ister. 

Dedektif Angela'nın kız kardeşinin intihar neticesinde ölmediğine olan inancı tamdır; çünkü kız kardeşi ağır Katoliktir ve intihar, Katolik mezhebince, tıpkı İslamiyette olduğu gibi, günahtır. Kız kardeşi asla böyle bir şeye yeltenmez. 

Peki o zaman ne?.. Nasıl öldü Angela'nın kız kardeşi?

İşte bu sorunun cevabını da John Constantine verecek. 

İyi de nasıl? John Constantine kim ki, koca dedektif işin altından kalkamayıp bu adamın kapısını çalıyor?


John Constantine, mistik bir takım özellikleri olduğu herkesçe bilinen, yakışıklı, durmadan sigara tellendiren bir adam. "Mistik özellikler" derken, bunun etrafta anıldığı hali olduğunu söylemeliyiz. Constantine'in asıl özelliği, dünyaya yolu düşmüş İblislerin kıçına tekmeyi basmak!

Peki bu akla mantığa yatıyor mu?

1- Bu bir çizgi roman. Flaubert gerçekçiliği beklemek, hayal kırıklığına sebebiyet verir.
2- Aslında John Constantine'in bu mistik yanı, bir açıklamaya bağlanmamış değil. Nedir? Şöyle: Constantine genç yaşta intiharı denemiş ve ölmüş. Ancak gittiği cehennemden tekrar dünyaya gönderilmiş. Doğaüstü yetenekleri sayesinde İblislerle savaşırsa, kendisine öldüğünde bu sefer cennette bir yer edinebileceğine inanmış. 

Mesele üç aşağı beş yukarı böyle. Daha fazla anlatıp keyif kaçırmayalım.

***


Birkaç dağınık not:

1- Sigarayı bırakmış, sigara içmeyen, sigaraya başlayıp başlamamak arasında git-geller yaşayan kimseler, bu filmi izlemesinler. Keanu Reeves sürekli sigara içiyor ve "içiyor"... Yani çok güzel içiyor. İnsanın gerçekten canı çekiyor. (Reeves film boyunca 13 kez sigara yakarken görülüyor.)

2- Filmin Norveç'teki Bergen Sineması'nda yapılan galasına, 666 kişi katılmış... Düşündürücü!

3- Rachel Weisz, ölen ikiz kardeşin ölü halini oynarken gerçekçi olabilmek adına, birçok kez morga girmiş rolüne çalışırken.

***

Akıcı bir film. Aksiyonu bol, gerilimli ve fantastik film sevenler kaçırmasınlar. 


10 Ekim 2014 Cuma

Enough Said



Enough Said (2013) - Nicole Holofcener


Sevgiliniz, bir arkadaşınızın eski sevgilisi olsaydı ne yapardınız?

Tabii ki bunu bilirdiniz. Ama ya bilmeseydiniz?

Şöyle söyleyelim: İşiniz aracılığıyla bir arkadaş edindiniz. Bu "yeni" arkadaşınız, aynı zamanda sizin hemcinsiniz. Ona dair hiçbir şey bilmiyorsunuz. Onun hayatını keşfederken öğreniyorsunuz ki, eski sevgilisi sizin şu andaki sevgiliniz.

Peki ya o zaman ne yapardınız?

***

2013 yapımı Enough Said işte bu fikirden temelleniyor.

Eva (Julia Louis-Dreyfus) orta yaşlı bir masözdür. Özel müşterileri vardır. Masaja ihtiyacı olan kimseler onu ararlar, o da bu kimselerin evine gidip onlara masaj servisi sunar.

Eva bir gün arkadaşları vasıtasıyla katıldığı bir davette, Albert (James Gandolfini) isimli bir adamla tanışır. Aralarında hemen bir elektrik doğmaz aslında, ama bir şekilde yolları kesişecektir.

Eva aynı davette, kendisinin pr'ını yapar. Tanıştığı kimselere masöz olduğundan bahseder ve bu kimselere kartvizitini takdim eder.

Kartvizitini verdiği kadınlardan biri Marianne (Catherine Keener) isimli orta yaşlı bir şairdir. 

Marianne, tanıştıkları davetten kısa süre sonra Eva'ya ulaşır ve kendisine masaj servisinden yararlanmak istediğini söyler. 

Aynı dönemde, Eva'yı "o gece"ye davet eden bir kadın arkadaşının Eva için bir sürprizi vardır: "Albert senden çok etkilenmiş, telefon numaranı istiyor. Ne dersin?"

İşte böylece Eva hem Albert'le, hem de Albert'in eski karısı Marianne ile ilişki kurmaya başlar. Albert ile sevgili olur, Marianne ile ise yakın arkadaş.

Eva, başlarda pek ilgi duymadığı Albert'ten fevkalade etkilenmeye başlar. Onunla güzel zaman geçirir. Albert hafif tombul ama oldukça sempatik bir adamdır. Naziktir, iyi niyetlidir ve her şeyden önce dürüsttür.

Bir takım kusurları vardır Albert'in, bu doğru; ne var ki Eva bunları pek görmez. 

Ancak Albert'in kimi özellikleri zamanla Eva'nın gözüne batmaya başlayacaktır. Bu "rahatsız olma" durumu da, Marianne'ın ayrıldığı ve "iyi ki ayrılmışım" dediği eski eşinin, aslında Albert'in ta kendisi olduğunu fark etmesiyle gerçekleşir. 

Marianne Albert'ten o kadar kötü bahseder ki, Albert'in kimi özellikleri, Eva için yavaş yavaş kusur haline gelmeye başlar. Albert'in başlarda sempatik bulduğu göbeği, fısıldayarak konuşamaması...vb. bir takım özellikleri, artık Eva için ciddi sorun teşkil etmektedir.

Bunları Eva hiç bağırarak söylemez, daha çok "hissettirir". Sanki hiç takmıyormuş gibi bu özelliklerle, hem de eşin dostun içinde alay eder. 

"Hani öküz gibi horluyorsun ya, işte o zaman çok tatlı oluyorsun sevgilim!" gibisinden cümleler, minik kahkahalar eşliğinde havada uçuşmaya başlar. 

"Ne yani? Ne demekti şimdi bu?!"

Ve tabii bir gün, Eva'nın Marianne ve Albert'le aynı anda görüşüyor olduğu, Marianne ile Albert hakkında mütemadiyen konuşuyor olduğu ortaya çıkacaktır. O zaman da işler sarpa saracaktır...

***

Çok tatlı ve samimi bir film. Abartılı hiçbir yanı yok. Senarist-yönetmen de ayağını hep yorganına göre uzatmış.

Filmin en takdir edilesi birinci yanı bu.

İkincisiyse sadece senaryoyla alakalı. 

Nicole Holofcener. 

Bu ismi, ne yalan söyleyeyim, ilk defa duyuyorum. Birkaç tane filmi ismen de olsa tanıdık geliyor aslında. Ama hiçbirini izlemedim.

Diğer filmleri de Enough Said kadar başarılı mı, bilemem. Ama en azından Enough Said'in senaryosu, bence üzerinde çalışılası, düşünülesi...

Filmin geçişleri, senaryonun akıcılığı ve karakterlerin üç boyutluluğu gerçekten harika. 

Üzerinde çok çalışılmış bir senaryo... Romancı titizliğiyle ele alınmış.

Filmin bilhassa diyalogları çok akıcı. Rahatsız edici tek kelime, tek diyalog yok. 

İlla bir kulp takacaksam; Eva'nın, kızının arkadaşıyla olan ilişkisini gereksiz bulduğumu söyleyebilirim. Ama bu ilişki hikayeyi zayıflatıyor ya da yavaşlatıyor mu? diye sorsalar, gözüm kapalı "Kesinlikle evet!" diyemem.

Enough Said 2013 Filmekimi'nde gösterildi. Kaçırdığım filmler arasındaydı. Aslında bilerek gitmediğim desem daha doğru olacak. Hem oyuncularının şöhretli oluşu, hem de ABD filmi olması, bu filmin başka bir yerde nasılsa karşıma çıkacağına delalet ediyordu, ben de es geçtim.

Güzel bir zamanda izledim. Öyle denk geldi.

İlişkiler üzerine, kadınlar üzerine, kadınların düşünüş biçimleri üzerine kaçırılmaması gereken bir film.

Vaktiniz varsa izleyin.


9 Ekim 2014 Perşembe

7 Días en La Habana


7 Días en La Habana, 2012

2012 yılı Filmekimi kapsamında görmek istediğim filmlerin belki de en başında geliyordu 7 Días en La Habana... Biletim de vardı aslında, ama kaçırdım filmi. Ufak bir kafa karışıklığı / Filme hepitopu 5 dakika geç kalmak / Salona alınmamak... Well, Whatever, Nevermind.

Son senelerin furyası Paris Je T'Aime, New York, I Love You tarzı filmler çekmek diyebiliriz. Belirli bir şehirde geçen ve o şehrin hikayelerini anlatan filmlerden bahsediyorum... 

(2005 yapımı Anlat İstanbul, acaba bu tür filmler arasında kabul edilebilir mi? Bence bu pek mümkün.)

Şöyle bir saksıyı dürtünce, Woody Allen da aslında bu modaya uydu bir bakıma. Fark şu ki Paris, Je T'Aime, New York I Love You gibi filmlerde yönetmenler, o şehrin hikayelerini anlatmaya çalıştılar. Woody Allen ise "seçtiği şehirlerde geçebileceğine, geçmesi gerektiğine" inandığı hikayeleri... (Hatta kimi zaman saçmaladı da! Anadili İspanyolca olan Barselonalı karakterler falan...) Her neyse. 

Bir şehir seçip o şehrin filmini çekme modasının 2012 yılındaki eseri 7 Días en La Habana idi. Havana'da 7 Gün...

***

7 farklı yönetmenin Havana'dan geçen 7 öyküsünün bir melanjı 7 Días en La Habana. 

Laurent Cantet, La Fuente; Benicio Del Toro, El Yuma; Julio Medem, La tentación de Cecilia; Gaspar Noé, Ritual; Elia Suleiman, Diary of a Beginner; Juan Carlos Tabío, Dulce Amargo ve Pablo Trapero, Jam Session isimli bölümlerle 129 dakikalık filmi oluşturuyorlar.

Bu bölümlerin hepsinin çok takip edilesi ve zevkle izlenesi olduğunu söylemek güç.

Jam Session, Pablo Trapero

Aralarından iki tanesi hafızama kazınmış. Birincisi Jam Session isimli bölümüyle Pablo Trapero. Bu bölümün başrolünde Emir Kusturica, kendisini oynuyor. 

Havana Film Festivali'nde Onur Ödülü'ne layık görülen usta yönetmen, ödülü almak için Havana'ya gelir. Ödülü alacaktır almasına ama, aslında ödül pek de umurunda değildir. Kusturica ödülün kendisine takdim edileceği esnada sarhoştur ve onun asıl ilgisini çeken ödülden ziyade Küba'nın müziğidir. Dolayısıyla kendisine tahsis edilen şoförle birlikte festivalden ve festivalin organizatörlerinden kaçar, Havana sokaklarına dalar.

"Yerim ödülünüzü! Havana gibi bir yere gelmişim ben; siz beni alkışların, duvarların, kokteyllerin ve sinemadan anladığını zanneden bir avuç çakma entelektüelin arasına hapsediyorsunuz! Reva mı ulen bu bana?! Yok mu buranın sokakları? Bir daha hayatımın sonuna kadar göremeyeceğim gerçek insanları? Kaldırın şu sahte dekoru da, biraz gerçek Havana'yı göreyim!"

Yukarıda yazdıklarım, Trapero'nun bölümünün özetidir. (Abartmıyorum.)

***

Elia Suleiman, Diary of a Beginner

İlgimi çeken ikinci bölümse Elia Suleiman'a ait. Diary of a Beginner...

Bu bölümde yine Elia Suleiman'ın kendisini görüyoruz. O da bir sebepten Havana'ya yolu düşenler arasında.

Muhteşem bir ayna kullanımı göze çarpıyor bölümünün açılış sahnesinde. "Bu iş böyle yapılır, değil mi usta?" diye sanki Bertolucci'ye saygı duruşunda bulunuyor Suleiman. 

Trafik tabirinde "dört yol ağzı" diye adlandırabileceğimiz bir biçime sahip otel koridorunda, elinde valizi Suleiman, bir sola gidiyor, bir sağa ve sonunda "ne yapıyor bu adam?" ifadesini çehresinden okuduğumuz Kübalı bir müstahdemin eşliğinde orta yolu kullanıp odasına geçiyor. Henüz bu sahneden, zaten Suleiman'ın bölümünü nasıl okumamız gerektiğini anlıyoruz. "Sağa mı gitmeli, sola mı?

Bu soru aslında Küba ile ilgili son yıllarda yapılan "doğruluğu kendinden menkul" değerlendirmenin bir tür tezahürü gibi: "Küba artık sosyalist bir ülke falan değil, saçmalamayın. Zaten oraya gidince anlarsınız. Yok öyle bir komünizm. Fidel gitti, komünizm de bitti Küba'da." (Havana'da, Havana ile ilgili bir film çekip de "sağa-sola" dokunmamak zaten bir hayli güç olurdu...)

İlerleyen sahnelerde İsrailli Suleiman'ın yolunun neden Havana'ya düştüğünü anlayabiliyoruz. Suleiman Filistin - İsrail arası barışa bir katkıda bulunmak gayesiyle gelmiş (ya da getirilmiş) Küba'ya. Yani tamamen siyasi sebeplerle. Ama kendi bölümü boyunca tek kelime edemiyor, etmiyor ve sürekli etrafında olup biteni izleyen sessiz, şaşkın adam edalarında.

Bu bölüme dair çok fazla "spoiler" vermek istemiyorum. Çünkü gerçekten tüm filmseverlerin muhakkak izlemesi gerektiğine inandığım bir epizod.

***

Özetle filmin bence en büyük hatası, birazcık kopuk olması. Tam anlamıyla bir bütünlük arz etmemesi gerektiğini zaten biliyoruz. Filmin türünün olayı bu. Ona lafım yok zaten. Ama ne bileyim, sanki bir "rahatsız edici" uyumsuzluğu var yine de filmin. 

İstanbul'u bir kenara koyun, Adapazarı gibi çok daha minik ve açıkçası tektip bir ilçeye bile 7 farklı ülkeden adamı koysanız ve "Bu ilçenin hikayesini anlat" deseniz, ortaya çok farklı tonlar çıkar. Herkesin bir mekanı anlatışı, kendi imgelemindeki gereçlerle gerçekleşir ve bu imgelemin bir hududu yoktur. Olmaması da güzel olandır zaten...

Fakat buna rağmen, en azından filmin renkleri belki biraz bütünlük arz edebilirdi. Veya belki başka bir dizilim mümkün olabilirdi. A yönetmenin filminden sonra B'ninki değil de, acaba D'ninki mi gelseydi, gibi bir şeyden bahsediyorum...

Uzatmıyorum. 

Kötü bir film değil. Ancak Havana dendiği zaman nedense benim hayalimde hep çok daha "eğlenceli ve renkli" bir şehir canlanıyor. Kimseyi "senin hayalin neden böyle değil!" diye suçlayamam elbet. Ama Trapero'nun bölümü dışında o "rengi" hiç göremediğim için açıkçası üzüldüm. 

Çok önemli yönetmenleri bir araya getirdiği için yine de, 7 Días en La Habana, kanımca izlenmesi gereken bir film.