Ağustos 2013

30 Ağustos 2013 Cuma

Jagten


Jagten-2012 (Thomas Vinterberg)

"Çamur at izi kalsın" sözünün beyaz perdede ve televizyonda, muhtelif zamanlarda ve şekillerde tezahürüne rastgeldik. Bir kimseye -genellikle bir kadına- büyük bir iftira atılır, ki bu iftira genelde iffetle ilgili olur; ardından da bu mağdur kimse, kendisine atılan iftiradan sıyrılabilmek için didinir ha didinir... 

Bu iftiranın genelde bir kadına atılmasının "şark" usulü bir gerçek olduğunu söylemek pek de doğru olmaz. İlk akla gelen, bizim toprağımızın eseri olarak "Fatmagül'ün Suçu Ne?"dir, ama mesela 2000 yapımı Malèna'da da aynı konu işlenmektedir; dolayısıyla üstün körü bir genellemeden kaçınmak gerekir. 

2012 Danimarka filmi olan Jagten, yine böyle bir "kör iftira"yı anlatır. Ama bu sefer iftiranın atıldığı kişi bir kadın değil, bir erkektir.

***

Lucas (Mads Mikkelsen) Danimarka'nın ufak bir kasabasında yaşamaktadır. Kasaba hayatını bilen bilir, bizim İstanbul'daki gibi değildir insan ilişkileri; haberler, dedikodular çok daha hızlı yayılır. Mahalle baskısı çok daha fazladır. Çünkü böylesi ufak yerleşim birimlerinde "seçenek" yoktur. Mevcut ortamınızdan dışlandığınız anda, yeni dostluklar kurmak, yeni bir hayat yaşamak çok daha güçtür. 

Bu Türkiye'de de böyledir, Fransa'da da, Arjantin'de de...

***

Karısından ayrılmış, bir ergen erkek çocuğu babası olarak Lucas, kasabadaki kreşlerden birinde öğretmenlik yapmaktadır. Kreşteki çocuklarla arası çok iyidir, onlarla sürekli oyun oynar ve birçok çocuğun ebeveyniyle profesyonel hayatı dışındaki özel hayatında dost olduğundan, çocuklarla kreş saatleri dışında da görüşür, onlarla ilgilenmeye devam eder.

Lucas'ın hayatındaki tek derdi; karısından ayrıldıktan sonra velayetini alamadığı oğlundan ayrı kalmaktır. Film boyunca Lucas'ın geçmişiyle, karısıyla ne yaşayıp da ayrıldıklarına dair yönetmen-senarist bize hiçbir bilgi vermez. Tek bildiğimiz; Lucas'ın, karısına yaklaşma yasağı bulunduğudur. Buradan da Lucas'ın ciddi bir suç işlediği yargısına varabiliriz. 

Ya da varabilir miyiz?.. 

Yani; ya yönetmen-senarist bize, bu bilgiyi vererek, küçük bir oyun oynuyorsa? Tek duyduğumuz Lucas'ın karısının, telefonda Lucas'a "biliyorsun, beni araman bile yasak aslında" deyişi... Bu bilgiden, Lucas'ın geçmişine dair, kesin bir hükme varabilmemiz olası mı?.. Ya bize "film boyunca kendisine iftira atıldığını bildiğiniz Lucas'ın yanında yer aldınız, şimdi onun geçmişine dair tek bir somut bilginiz olmamasına rağmen, ona sırtınızı çevirip, onu suçlu olarak yaftalıyor musunuz?" demeye çalışıyorsa yönetmen-senarist?..

***

İşten eve, evden dostlarıyla buluşmaya, oradan da tekrar işe giden, sıradan bir insan olarak Lucas'a bir gün küçük öğrencilerinden biri, Klara (Annika Wedderkopp), bir "didişme oyunu" esnasında dudaktan öpücük kondurur. Lucas Klara'nın bu "öpücüğü"nü o kadar büyütmez. Küçücük bir kız çocuğu, günümüzde çoğu kızın erkek öğretmenlerine aşık olduğu gibi, Lucas'a aşık olmuş olabilir. Tabii ki burada kullandığım sözcük "aşk" bir beğeni, hayranlığı anlatır... Yoksa öyle ciddi, üstünde durulacak bir duygu değildir söz konusu olan.

Bu öpücüğün ardından Klara Lucas'a bir oyuncak kalp motifi hediye eder. Lucas işlerin ciddiye binmesinden, yanlış bir yöne gitmesinden korktuğundan Klara'yı kenara çeker ve ona yaptığının yanlış olduğunu, gayet ciddi, normal bir dille-üslupla ifade eder. Olaylar da bundan sonra sarpa sarar zaten.

O gün, kreş dağılmadan önce Klara, kreşteki kıdemli bir öğretmen olan Grethe'ye (Susse Wold) bir yalan uydurur: "Lucas'tan nefret ediyorum; aptalın biri ve çirkin... Hem de pipisi var; beysbol sopası gibi, semsert."

Bu yalandan sonra Lucas için hayat, asla o güne kadar geldiği gibi devam etmeyecektir.

Bacak kadar çocuğun attığı bu iftira kulaktan kulağa yayılır, yayıldıkça büyür, işin içine Klara'nın söylediklerini söyleyen başka çocuklar da dahil olur ve Lucas, bir anda, kasabanın tatlı ve vefakar öğretmeni tanınılırlığından, çocuk istismarcısı, süistimalci, pedofil bir sapığa dönüşür.


***

Filmle ilgili notlar:

Klara (Annika Vedderkopp)
1.  İnsan büyük filmler çekmek için, büyük bütçelere sahip olması gerektiğini zannediyor, sonra bir gün bir bağımsız sinema filmi çıkıp, bu insanın ağzının payını veriyor... Jagten işte böyle bir film...
  • Sinema kapitalist, edebiyat ise komünisttir. Büyük bütçeyle sinemada istediğiniz her filmi çekebilirsiniz. Ama milyar dolarlarınız da olsa, sizin yazacağınız romanın aynısını, hatta daha iyisini elin fukarası -ama hayalgücü zengini bir kimse- gelir, önünüze kor sayfa sayfa... 
  • Konu burada önemlidir. Bence Jagten ve Jagten ayarında birçok Avrupa filmi, ABD'de son on yılda çekilen büyük bütçeli birçok filmden çok çok daha iyiler. Bunun sebebi de konudur.
  • Peki o zaman şu "Sinema kapitalist, edebiyat ise komünisttir" iddiası nereden geliyor? Şuradan; Jagten'in yönetmeni Thomas Vinterberg, elinde AVATAR'ın senaryosunu bulundursaydı, onu bütçe yetersizliğinden çekemezdi. Ama James Cameron eğer isterse ve elinde Jagten'in senaryosu varsa, onu bir biçimde çeker ve piyasaya sürer... Acı ama gerçek.    
2.  Filme dair, seyirciden kilit beklenti: "Empati." Film konusu gereği, sizi sadece iftiraya uğrayan Lucas'ın yerine koymuyor; bazen Lucas, bazen Klara'nın anne-babası, bazen Lucas'ın oğlu, bazen kasabadaki başka bir küçük çocuk ebeveyni, bazense kasabadaki sıradan bir esnafın yerinde buluyorsunuz kendinizi. Bu da senaristin ve yönetmenin dehasının başladığı yer. Tek pencereden değil, farklı pencerelerden bakıyorsunuz filmde yaşanan hayata.

3.  Film bittikten sonra şöyle dedim: "Bundan tam bir yıl önce Submarino isimli Danimarka yapımı bir film izlemiştim. Nedense Jagten ile benzer bir yanı vardı o filmin de. Acaba yönetmenleri aynı mı?" Açtım, baktım; sahiden de aynıymış... Peki bu neyi gösterir? Benim Danimarka sinemasını iyi tanıdığımı mı? Hayır, asla. Bilakis çok az bilgim var bu ülkenin sinemasına ilişkin. Buradan şu çıkar; Thomas Vinterberg filmlerine imzasını atan yönetmenlerden... Filmi bir bütün olarak ele almayalım. Künye bilgilerinden ayıklayalım. Hangi filmin kime ait olduklarını anlar mıyız? Zor... Ama bazı büyük yönetmenler bunu mümkün kılıyor. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz; Pedro Almodóvar böyle bir yönetmen. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ha keza... Filmlerinin kendilerine ait olduğunu belli etmek için kendi isimlerini filmin kıçına-başına yapıştırmaya ihtiyaçları yok. Bu olguyu "filme imza atmak" olarak açıklayabiliriz. Üsluü, biçem, tarz; nasıl derseniz...

4.  2010 yapımı Submarino'dan yalnızca yönetmen değilmiş Jagten'de imzası bulunan. Senarist de aynıymış. Tobias Lindholm. Hikaye yapısını anlayabiliyorum. Benim hoşuma giden türden, hayata dokunan türden hikayeler... Onun da emeğinin geçtiği tüm filmleri edinmeli.

5.  Vinterberg gençken bir hippiymiş ve 19 yaşında Danimarka'nın en prestijli sinema okullarından biri olan Danske Filmskole isimli Danimarka Film Akademisi'ne kabul edilmiş. Galiba şu hayatta yeteneksiz kimse yok, sadece bazıları yeteneklerini daha erken yaşta fark ediyorlar, yetenekleri doğrultusunda biçimlendiriyorlar hayatlarını. Kazanan da hep onlar oluyor. 

6.  "Sana tokat atana diğer yanağını uzat" diye bir sözü olduğu rivayet edilir Hazreti İsa'nın. İyi niyet, bilgelik sahibi, mağrur bir "übermensch" için normal, bizim neslimiz ve dünyamız içinse fazla naif bir sözdür bu. Uygulamaya koyan öteki dünyada mesut olabilir, ama bizim dünyamızda müşkül duruma düşmekten bir adım öteye gidemez ne yazık ki... Filmde biraz bu "naif" yan var. Yani kimi sahnelerde Lucas, sanki bir ulu aziz ya da acılar içerisindeki Meryem Ana gibi... Filmin ruhani yanını gözardı etmemek gerek.

7.  İnsan Danimarka gibi gelişmiş bir ülkede, bu denli bir iftira neticesinde insanların nasıl çıldırdığını görünce, durumu biraz yadırgıyor. İşin aslını astarını bilmeden bir kişinin üzerine yüklenmek, sadece doğuya mahsus bir zalimlik değilmiş. İnsan her yerde aynı. Bizim topraklarımızda iffetle ilgili iftiralar kadınlara atılır. Beş kişiyle yatmış bir kadın "hafif", "yollu" olurken; beş kişiyle yatmış bir erkek yalnızca "çapkın"dır... Eğer Danimarka'da da durum bizdeki gibi olsaydı, o zaman Jagten filminde iftiraya maruz kalan erkek değil, kadın olurdu. Ama orada bu tip "kara bakışlar" aşılmış, geriye gerçek suçlar "pedofili", "sapıklık", "tecavüz" kalmış. 

Mads Mikkelsen
8.  Mads Mikkelsen hakkında bir şeyler söyleyerek bitirelim yazıyı. Onu ilk olarak 2006 yapımı James Bond filmi Casino Royale'deki Le Chiffre rolündeki performansıyla tanıdım. Eğer bir film çeksem ve konu gereği bir  zeki bir katil, psikopat ya da sapığa ihtiyaç duysam, bu rolde oynatmak isteyeceğim ilk aktör Mikkelsen olurdu. Şöyle söyleyelim; Mads Mikkelsen, Jack Nicholson'ın genci ve biraz daha zeki tipli olanı...

Birkaç sene sonra 2003, İspanya yapımı Torremolinos 73 filmini izledim. Bu saçma ve başarısız filmde de ufak bir rolü vardı Mads Mikkelsen'in. 

2009 Alman yapımı, bizim Tim Seyfi isimli aktörümüzün de oynadığı Die Tür filminde de Mads Mikkelsen başrolde. 

Birçok ülkenin filmlerinde, hiç korkmadan büyük roller üstlenebilen bir yetenek olarak Mads Mikkelsen, şu an ABD'nin Hannibal dizisinde Hannibal Lecter karakterini yeniden canlandırıyor... Bir karaktere, zamanında usta bir aktör tarafından başarıyla oynanmış bir role yeniden hayat vermek çok güç. Mikkelsen bu taşın altına girmiş ve oldukça da başarıyla canlandırıyor bu rolü.

Bu Gael García Bernal tarzı bir durum. Birçok dili ana dili gibi konuşabilmek ve üstelik bu dezavantaja rağmen rolün de hakkını fazlasıyla verebilmek... 

Müthiş bir oyuncu. Biraz Joaquin Phoenix, biraz Sam Rockwell tadında...

25 Ağustos 2013 Pazar

A Late Quartet


A Late Quartet-2012 (Yaron Zilberman)


Eski bir tapınak yazıtı diye ortalarda dolaşan bir sözdü "sevdiğin işi yaparsan, ömrün boyunca çalışmazsın"... Sonra bu sözün Konfüçyus'a ait olduğu iddia edildi. En son "yok canım, Sartre demiş onu!" haline gelince sözün hikayesi, işler iyice sarpa sardı ve üzerine düşünülmesi -zaten gereksizdi-, iyice gereksiz oldu...
Önemli olan bu sözü kimin söylediği değil, sözün doğru olup olmadığı...

Elbette ki kimi istisnalar barındırıyordur bu yaklaşım. Ama şöyle bir bakıldığı zaman işinden memnun olan insana işi, sanki külfet gibi görünmez. "Ben bir şeyler yapıyorum ve bu para ediyor" misali...

İnsanın varoluş sebebi, işi olmayabilir. Dünyaya resim yapmak için geldiğini düşünürsün, ama bankacısındır.

İşte bu ikisi tuttuğu zaman, bir de başarılıysan, bir de üzerine para kazanıyorsan (çünkü başarının tespiti, maddi kazanımları veri olarak kabul etmez), değmesinler keyfine.

İşin her şeyin olur. Ve sen, artık mesleğin olmadan hiçbir şeysindir.

A Late Quartet işte biraz bunu anlatıyor: mesleklerine gönülden, sıkı sıkıya bağlı dört müzisyen, kısa bir süreliğine müzikten kopunca, bocalayıverip dağılıyorlar.

***

Dört başat karakter: Juliette Gelbart (Catherine Keener), Peter Mitchell (Christopher Walken), Robert Gelbart (Philip Seymour Hoffman) ve Daniel Lerner (Mark Ivanir).

Bu dörtlünün bir "quartet"i var ve  füg biçiminde de eserler temsil ediyorlar.

Quartet, yani dörtlü; klasik müzik eserlerini beraber icra etmek üzere oluşturulmuş, dört müzisyen ve enstrümandan oluşan topluluk.

Füg ise, Latincedeki "fugere" yani kaçmak eyleminden türemiş. Bir parça düşünelim, bu parçayı önce 1. Keman'ın bir tondan çaldığını varsayalım; bir süre sonra 2. Keman devreye girsin ve 1. Keman'ın çaldığının aynısını başka bir tondan çalsın; sonra aynı şekilde 3. Keman ve son olarak da Çello, aralarda zaman aralıkları bulunacak şekilde aynı parçayı, farklı sıralarla çalsınlar. 

Füg, fugere, yani kaçmak. Parçanın bir sazdan, berikine kaçtığı hissi verdiği için dinleyiciye, "kaçmak" şeklinde yorumlanmış. 



Bu kuartet, Ludwig Van Beethoven'ın "string quartet no. 14, op.131" (İngilizcesiyle), Türkçesiyle "op. 131, yaylı çalgılar dörtlüsü" isimli parçasını da kapsayan, çetin bir repertuvara sahiptir, fakat bundan kesinlikle şikayetçi değillerdir; çünkü bu dörtlünün her elemanı, varoluşlarını, meslekleri üzerinden tamamlayabilen kimselerdendir.

Beethoven'ın "op.131, yaylı çalgılar dörtlüsü"nü dinleyen Franz Schubert; "bundan sonra bize yazacak ne kaldı ki?" diye sormuştur. Wagner ise aynı eseri şöyle tanımlar: "Müzik tarihinin en hüzünlü bölümü."

Müzik Tarihinin En Hüzünlü Bölümü...

Filmde hikayesi anlatılan kuartetin elemanlarından çellist olanı, topluluğun aynı zamanda en yaşlı üyesidir: Peter Mitchell (Christopher Walken)

Bir gün prova esnasında, çellosunu çalışında bir gariplik olduğunu sezer. Sanki eskisi gibi güzel, etkileyici çalamıyordur. 

Ellerinde bir sorun olduğunu anlayan Peter, soluğu hemen bir doktorda alır ve doktor, bir dizi tetkikten sonra, aynı zamanda eski bir dostu olan Peter'a parkinson tanısı koyar. 

Tüm hayatını çello çalarak geçirmiş, 25 yıldır zevkle üyesi olduğu göz bebeği kuartetinde çello çalabilmesi hasebiyle bulunmuş, bir hayli prestijli bir müzisyen olarak Peter'ın hayatı, işte o an kararır. 

Eşini kaybedeli henüz bir sene dahi olmayan Peter'a bu parkinson tanısı, ikinci bir şok olur. 

Hemen kuartetin geri kalan üyelerini toplar Peter ve onlara başına gelenleri anlattıktan sonra şöyle der: "Bir süre fizik tedavi göreceğim, sonrasında şayet çalabilecek hale gelirsem, sezonun ilk dinletisinde çalıp, yerimi ders verdiğim öğrencilerden en yeteneklisine, aranızda en sırıtmayacağına bırakacağım. Lütfen bu kararıma saygı duyun."

Bu, Peter ve kuartetin geri kalan üyelerinin kişisel "Müzik Tarihlerinin En Hüzünlü Bölümü"dür.

Bundan Sonra Bize Yazacak Ne Kaldı Ki?..

Catherine Keener

Peter, kuartetin en yaşlı üyesi olmasının yanı sıra, aynı zamanda  Juliette Gelbart'ın (Catherine Keener) babası, Robert Gelbart'ın (Philip Seymour Hoffman) da kayınpederidir.

Şimdi biraz Juliette-Robert çiftine eğilelim...

Robert kuartetin ikinci kemancısıdır. Aşırı kilolarından kurtulmak için sık sık New York olduğunu tahmin ettiğim kentin parklarından birinde, müziği kulağında jogging yapar ve bu ritüeli esnasında da İspanafon bir kadınla arkadaşlık kurar. Pilar (Liraz Charhi), Robert'tan yaşça çok genç ve çok alımlı bir hanımdır. 

Robert bir sabah karısına sokulur ve onu arzuladığını karısına, yani Juliette'e belli eder. Ne var ki karısından beklediği karşılığı alamaz ve boynu bükük bir vaziyette koşuya çıkar. Pilar ile karşılaşır ve onunla müzik üzerine laflar. Robert'in meşhur bir kuartette ikinci keman olarak görev aldığını bilen Pilar, Robert'a şu soruyu sorar "neden birinci keman değil de ikinci keman?" Robert her ne kadar Pilar'a birinci keman olmak ile ikinci keman olmak  arasında bir fark olmadığını; çünkü eserlerinin çoğunu füg biçimde çaldıklarını anlatmaya çalışsa bile, yine de içine bir kurt düşer. 

Fiziksel olarak kendisinden çok genç ve bir o kadar da güzel bu kadın, Robert'ın "neden ben birinci keman değilim?" sorusunu kendi kendineyken de defalarca tekrarlamasına yol açar. 

Peter "ben yokum, size yerime birini bulacağım" dediğinde Robert'ın aklında yeni kurulacak kuartette birinci keman olma hayali belirginleşir ve Robert bunu bir gün Juliette'in ve birinci keman Daniel'ın (Mark Ivanir) yanında dile getirir.
Christopher Walken
Robert'ın bu çıkışı çok tepki toplar. "Parkinson olmuş bir üyemiz var, bir dostumuz; sen bunu mu düşünüyorsun?" karşılığını alan Robert karısı Juliette'e sorar: "Sence ben birinci keman olacak kadar yetenekli değil miyim?"

Karısından beklemediği bir yanıt alan Robert için sadece kuartet ile olan değil, aynı zamanda Juliette ile olan ilişkisi de gittikçe zayıflar.

Bu işin Robert kısmı; bir de işin Daniel kısmı var.

Daniel başarılı bir kemancıdır. Keman çalarken çaldığı eserle bütünleşen, kendini eserin bestecisi yerine koyan, adeta transa geçen bir komple sanatçıdır.

Ve Robert ile Juliette'in kızı, Peter'ın da torunu Alexandra'ya(Imogen Poots) keman dersleri verir. Alexandra Daniel'a karşı bir çekim hisseder. Ama seyirci olarak bu çekimi yorumlamak çok zordur. Alexandra Daniel'a gerçekten aşık mıdır, yoksa sadece bir genç kızın başarılı hocasına duyduğu hayranlığın mı esiridir? Bu muğlaklık film boyunca hiç anlaşılamaz.

Öğrencisinin kendisine duyduğu bu hayranlığı fark eden Daniel hem kuartete, hem de kuartetin üyesi yakın arkadaşlarına duyduğu saygıdan dolayı Alexandra ile hiçbir koşulda yakınlaşmaz. Daniel Alexandra'ya karşı hep mesafeli, hep soğuktur.

Ancak Peter parkinson hastası olup da, kuartet dağılma noktasına gelince işler değişir ve Daniel ket vurduğu hislerini serbest bırakır. 

Bundan sonra bize yapacak ne kaldı ki? noktasında kuartetin tüm elemanları saçmalar ve varoluş sebebi aynı zamanda mesleği olan bu dörtlü, kendi sonlarını hazırlar. 


Filme ilişkin notlar:

  1. Muhteşem bir senaryo. İnsanın zaaflarını, başarılarını ve tüm hassas noktalarını göz önüne seren türden. Böyle hikayeleri takip edesi geliyor insanın. Başarılı bir grubun arka odasında neler var?.. Ne olursan ol, insansın en nihayetinde. Senin de kişisel zevklerin, hırsların ve yüksek bir egon var... A Late Quartet tüm bu insana dair noktaları, mükemmel bir uyumla gözler önüne seriyor.
  2. Film tertemiz. Çekimler, giyim kuşam. Klasik müzik elit ya hani; filmdeki herkes, her dekor, her sahne ve her cümle de bir o kadar elit. 
  3. "Tarihi roman okuyarak tarihi öğrenemezsiniz; ama tarihi roman okumadan da tarihi öğrenemezsiniz," demişti İlber Ortaylı katıldığı bir T.V programında. Ben de şöyle diyorum: "Klasik müziğin içinde geçtiği bir filmi izleyerek klasik müziği anlayamazsınız, ama o film olmadan da klasik müziği anlayamazsınız." A Late Quartet, klasik müziğin ne kadar önemli ve sahiden de ne kadar güzel olduğunu çok düzenli bir biçimde anlatıyor.
  4. Dört mükemmel aktör-aktrisin performanslarını izliyoruz. Hangi birini daha ön plana çıkarabilirim ki? Şöyle söyleyeyim: Catherine Keener'ın, Philip Seymour Hoffman'la bir başka filmini izlemiştim ve o film, hayatımda izlediğim en güzel filmlerdendi: Synechdoche, New York. 2008 yapımı bu filmin her sahnesi neredeyse, aklımda. Yönetmeni ve senaristi Charlie Kaufman, her filmini takip etmeyi kendime borç bildiğim bir isim... Bu ikili o filmde de mükemmeldi... Mark Ivanir, birçok filmde izlediğimi bildiğim ama oyunculuk performansına ilk defa bu filmde dikkat edebildiğim bir isim. Fevkalade doğal, son derece sürükleyici bir oyunculuğu var. Çok yakışıklı bir adam değil ama rolü gereği biraz karizmatik, yakışıklı olması gerekiyor. Bu iki özelliği de barındırmasını bilmiş. Onun da tüm filmlerini izlemeye çalışacağım... Christopher Walken için zaten söylenecek pek söz yok. Büyük oyuncu. Adının Robert De Niro, Al Pacino ile anılması lazım. Belki de bunun için daha çeşitli karakterlere can vermeli... Her neyse, iddiam şudur: Christopher Walken ve Philip Seymour Hoffman, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Oscar kazanacaklar.
  5. Brentano String Quartet bana filmin kazandırdığı en güzel yenilik. Bir klasik müzik dörtlüsü. Albümlerini edinmek lazım. 
  6. Filmin müzik albümünü de muhakkak edinmek lazım.
  7. Yönetmen Yaron Zilberman için A Late Quartet bir ilk uzun metrajlı kurgu filmi. 2004 yılında Watermarks isimli bir belgesel çekmiş, ondan sonra da işte bu A Late Quartet. Başka filmler de bekliyoruz kendisinden. Konuları hep böyle iyi seçtiği müddetçe, sıkıntı yok.

23 Ağustos 2013 Cuma

Das Lied in Mir


Das Lied in Mir-2010 (yön: Florian Cossen)

Dr. Alfred Kissinger... Almanya doğumlu, Yahudi asıllı bir diplomat... 1923 doğumlu Kissinger, 1938 yılında ailesiyle birlikte Almanya'dan ABD'ye kaçıyor... Bu kaçışın nedenini anlamak güç olmasa gerek.

Bir yandan okul okumak, bir yandan tıraş fırçası fabrikasında çalışmak derken; Kissinger isimli bu parlak delikanlı, bir gün kendisini Harvard Üniversitesi'nde ders verir buluyor.

Kafası teorik olaylara karşı zehir gibi çalışan Kissinger'ın devlet kademelerinde görev yapması da gecikmiyor tabii... 1967 ile 1975 yılları arasında ABD başkanlarının -sırasıyla Lyndon Baines Johnson, Richard Milhous Nixon ve Gerald Rudolph Ford, Jr.-, ulusal güvenlik danışmanı oluyor; 1973 ile 1977 yılları arasındaysa ABD dışişleri bakanı olarak görev yapıyor.

Dönem itibariyle ABD'nin, kavgalı olduğu başat ülkelerle arasına düzeltirmiş gibi göründüğü için Kissinger'a Nobel Barış Ödülü veriliyor falan filan...

Başarılı bir akademisyenden, devlet adamı yaratma... Bu bir model, ismi de Kissinger modeli.

Mevcut Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da bu modelin bir yerelleştirmesi.


***
1947 Amsterdam doğumlu Johan Cruyff, futbolseverler arasında "sarı fare" lakabıyla bilinir... Attığı seri çalımlar sebebiyle "fare", altın rengi saçları sebebiyleyse "sarı"...

Performansının zirvesinde olduğu 1978 yılında, ülkesinin milli takımının katılmasında büyük payı olduğu Dünya Kupasına gitmeyi reddetti... Neden? Çünkü 1978 Dünya Kupası Arjantin'deydi ve Arjantin'de o dönem bir faşist, militer diktatörlük yaşanıyordu. Başında da Jorge Rafael Videla

Gazeteci-yazar Gustavo Veiga, "Deporte, Desaparecidos y Dictadura" ("Spor, Yitenler ve Diktatörlük") isimli bir kitap yazdı ve bu kitapta diktatör Jorge Rafael Videla'nın, ülke içinde yaptığı kıyımın üzerini en azından  bir nebze olsun örtebilmesi için Arjantin'de düzenlenecek olan 1978 Dünya Kupası'nda alınacak olan bir başarıya ne kadar muhtaç olduğunu enine boyuna, çarpıcı belgelerle açıkladı. 

O dönem, Arjantin'in en köklü kulüplerinden olan River Plate'in takım kaptanı, aynı zamanda River Plate'e başkanlık etmiş Daniel Passarella'nın şöyle bir demeci var mesela, tam da Dünya Kupası'nı Arjantin'in kazanmasından sonra:

"Yaralarımız kapanıyor. Geçmişi boş verip, geleceğe bakmamız en doğrusu..."

***
Bir önceki Papa'nın Hitler gençliğine üye olduğu ortaya çıkmıştı... Fakat bu üyelik henüz 14 yaşında gerçekleştiği için, dönemin koşulları da göz önünde bulundurularak, müstafi Papa'nın üstüne pek gidilmemişti.

Şimdiki Papa'nın -Papa Francis'in-, Arjantin'deki cunta yönetimi esnasında, çok üst kademelerde yer alan bir din adamı olduğunu biliyoruz... Bizzat kendisinin, 70'li yılların sonunda, sol eğilimleri olan din adamlarını cuntaya ihbar ettiği, hatta kendi eliyle teslim ettiği de konuşuldu geçenlerde Arjantin'de.

İki rahip, doğrudan Papa Francis'in kendilerini cuntaya teslim ettiğini dile getirdiler vaktiyle. Rahiplerden teki Almanya'da bir manastırda inzivaya çekildiğinden ve "olay benim için kapanmıştır" dediğinden, işin o tarafıyla ilgili hiçbir bilgimiz yok.

Diğer eski solcu rahip de, 2000 yılında hayatını kaybetmiş. Ne var ki rahibin kız kardeşi, mevcut Papa, Papa Francis aleyhine savaşmaya devam ediyor...


***

María Estela Martínez Cartas de Perón, Arjantin'in, hatta Batı yarım kürenin monarşik olmayan ilk kadın devlet başkanıdır. 
1976 yılında Jorge Videla'nın gerçekleştiği askeri darbe neticesinde hükumeti düşmüştür.

***

1976-1983 yılları arası Arjantin için kara bir dönemdir. Videla'nın başında olduğu cunta, sayıları 30.000'i buluyor diye tahmin edilen insanı öldürmüş, katliamlar yapmıştır. 

Devlet eliyle halkına zulmetmenin, katliamlar yapmanın İspanyolcası "guerra sucia"dır; yani "kirli savaş".

***

Kirli Savaş'ı yapan Videla, destekleyen Kissinger, desteklemeyen ve hatta tepki gösteren de Johan Cruyff'tür.

***

Das Lied in Mir, Türkçesiyle İçimdeki Şarkı; işte bu kara dönemden onlarca yıl sonra Arjantin'e gelen bir Alman kızın hikayesini anlatıyor. 

31 yaşındaki Maria Falkenmayer (Jessica Schwarz), Almanya'dan Şili'ye gitmektedir... Uçak, transit geçiş yapmak üzere Arjantin'in başkenti Buenos Aires'e iner ve Maria orada bir süre havaalanında beklemek durumunda kalır.

Oturaklarda beklerken, yanıbaşında bir anne, kucağında bebeği, bir ninni mırıldanır. Maria bir anda bu ninniyi tanıdığını fark eder ve yanıbaşındaki kadının mırıldandığı ninniye eşlik eder.

Maria tam bu esnada, garip bir tesadüf, pasaportunu kaybeder ve haliyle Şili'ye giden uçağını kaçırır. Gelişen olaylar neticesinde bir süre Buenos Aires'te konaklamaya, hem de şu kendisine tanıdık gelen ninni-şarkının izini sürmeye, içine düşmüş o kurdun peşine takılmaya karar verir.

Bir otele yerleştikten sonra Almanya'daki babasını arar ve ona başına gelenlerden bahseder... Bir gün sonra, sabahleyin babasını otelin lobisinde görünce, işlerin bir hayli karmaşık olduğundan şüphelenir.

Ondan sonrası ise zaten iplik söküğü gibi gelir.


Maria'nın 31 yaşına kadar babası bildiği adam gerçek babası değildir. Maria'nın gerçek ailesi ise; cunta döneminde kaçırılmış, muhtemelen öldürülmüş bir Arjantinli çifttir.

Maria'ya bu araştırmasında yardım edecek olan, Arjantinli bir polis memurudur. Maria'nın bu polis memuruyla arasında bir aşk ilişkisi de başlayacaktır.

***

Filme dair notlar:
Jorge Videla ve Daniel Pasarela
  1. Das Lied in Mir sessiz, sakin ve düşündürücü bir film. Görüntüler ve oyunculuklar çok güzel.
  2. Tıpkı bir Zülfü Livaneli romanı gibi, koşut hayatların muhteşem temasları, bir hayli ilgi çekici. (bkz. Serenad)
  3. Nazi Almanyası ile ilgili yapılan filmlere dair olan görüşlerim belli. ABD sineması zaten bu konuyu hayli kurcaladı. Konuyla ilgili yapılan çoğu film gişe rekorları kırdı, ödüllere doyamadı. Artık bu konuyu ele alacaksa bir film, tam da böyle almalı... Söz konusu bir Alman kız. Daha doğrusu Arjantinli. Ya da şöyle diyelim: ne tam olarak Arjantinli, ne de tam olarak Alman... Bir ülkede zulümden "bir biçimde" kaçmış henüz bebekken ve gittiği ülke de; bir başka zulümle tanınan Almanya. Filmin bence en ilginç noktası bu. Bu gerilimin doğurduğu koşutluk ve belki de ironi.
  4. Darbe, cunta... Bu gerçekleri ele alan filmlerin en naif anlatımlısı Das Lied in Mir. Konular çünkü, hayli gözyaşı döktürebilecek konular. Dramlar göz önüne serilip, bağrış çığırış içinde bir film de pekala çekilebilirmiş. Ama Das Lied in Mir'in yönetmeni  ve senaristi (Florian CossenElena von Saucken) bundan daha fazlasını istiyor... Sadece olayların bir kadın karakter tarafından yaşanışını ve eğer ağlanacaksa da, önce olup biteni anlayıp, sonra ağlanmasını bekliyor. 
  5. Arjantin'de yaşadığım dönemde hep bu darbe konusu gündeme gelir dururdu. Hiçbir zaman tam anlamıyla ne olduğunu anlayamamıştım. Yıllar sonra bir film sayesinde yaptığım araştırmalar zihnimi açtı. Konuyu merak edenler "1976 Arjantin Darbesi" ya da "Kirli Savaş" yazıp, internette geniş kapsamlı bir araştırma yapabilirler. La Historia Oficial de, bu konuda izlenecek bir film.
  6. Güzeller güzeli Arjantin'i görmek bana huzur verdi. 
  7. Futbolun halk tarafından önemli görüldüğü ülkelerin liderleri, bir takım yetersizlik, başarısızlık ve gaddarlıklarını futbolla ne kadar güzel örtüyorlar değil mi?..  Futbolda gelecek başarılar onların, halklarının gözünde popülerlik ve başarı belgesi gibi. Bunu anlamak lazım.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

Nineteen Eighty-Four


Nineteen Eighty-Four-1984 (Michael Radford)

Doğruluk Bakanlığı, görünürdeki herhangi bir nesneden çok farklıydı. Winston'ın bulunduğu yerden, beyaz cephesine süslü harflerle yazılı, partinin üç sloganını okuyabilirdiniz:

SAVAŞ BARIŞTIR
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR

***

Nineteen Eighty-Four, yani Bin Dokuz Yüz Seksen Dört "eserinin" hayatıma girişi, ben çok küçükken gerçekleşti. 

Henüz el kadarken ben, çocukluğun verdiği naiflikle, aile içinde kalması gereken bir takım sırları dışarıya taşıdığım zaman, annem beni bir kenara çeker ve şöyle derdi: "Yoksa sen de o Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'teki küçük çocuklar gibi misin? Ailenin sırlarını etrafa taşıyan, küçük bir ispiyoncu musun?.."

O yaşlarda annemin neden bahsettiğini hiç anlayamazdım. Bir kitaptan dem vurduğunu, zamanla, aile içinde geçen başka konuşmalardan anladım ama okuma-yazma bilmediğim o senelerde Bin Dokuz Yüz Seksen Dört benim için sadece bir sayıydı ve bu sayının ifade ettikleri hakkında hiçbir fikrim yoktu.

Winston Smith (John Hurt)

Ülkemizin yakın tarihinde yaşananlardan olsa gerek, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabının konusuna, çeşitli haber bültenlerinin izlenimi esnasında tepki olarak atıflarda bulunulduğuna şahit oldum sıkça: "Ah, işte tıpkı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabında Orwell'ın anlattığı gibi! Ütopya, resmen gerçek oluyor!"

Sonra "ütopya" ne anlama gelir onu öğrendim. (Derli toplu ifade etmek gerekirse ütopya; "aslında olmayan, tasarlanmış toplum" anlamına geliyormuş.) Ve bu bilgi ışığında bana sıkça adından bahsedilen kitabın içeriği hakkında da fikir sahibi olmaya başladım...

Bir adam var -Winston Smith (John Hurt)-, hayali bir zamanda yaşıyor ve bu zamanda insanlar özgür değiller. İnsanların hiçbir değeri yok... Edinilen bilgiler her an değiştirilebileceği gibi, önemsizleşiyor... Bir savaş var deniyorsa, olmasa bile o savaş var... Renksiz ve pis bir dünya, sokaklar tek tip ve harabeye dönmüş... Her yerde, her evde bıyıklı bir adamın asık suratlı, sert kıvrımlı suratının fotoğrafı asılı ve sürekli, gözetleniyorsunuz... Korkunç bir hikaye.

***

Bu romanın filme uyarlandığını biliyordum. Yıllardır herhangi Türk kanalının bu filmi verdiği görülse televizyonda, bizim aile o sırada ne izliyorsa bırakır, ekrana kilitlenirdi. 

Onların bu hali bende merak uyandırır; ben de onlarla beraber filmi izlemeye koyulurdum. Ne var ki ailem buna izin vermez, "önce kitabını oku, sonra filmini izle" derdi.

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü geçen günlerde bir çırpıda bitirdim.

Ülkemizin, hatta dünyamızın günümüzdeki halini kitapta okuyor olmak mıdır buna sebep bilmiyorum ama kitabı elimden bırakamadım, hatta bitirdikten sonra bir kez daha okuyasım geldi.
Her sayfasında altı çizilecek bir cümle, her bölümünde ayrı bir düşünce konusu... 


Acaba filmi de bu kadar sürükleyici ve düşündürücü müdür? diye oturdum Ukde Sineması'nda, kitabın beyaz perdeye uyarlanmış filmini izlemeye.

***

Konu pek tabii ki aynı.

Büyük bir savaştan sonra dünya üç parçaya bölünmüştür. Londra bu üç parçadan birinin, hikayenin geçtiği Okyanusya'nın bir şehri. Ve bu şehir, Okyanusya'nın her yerinin olduğu gibi, bir otoriter partinin kontrolü altında. Okyanusya'da kimin ne yaptığına, tarihin nasıl yaşanacağına, atılan her adıma ve uçan her kuşa bu parti yön veriyor. O ne derse o oluyor...

Winston Smith de, Okyanusya'da yaşayan bir memur. Görevi, tarihi değiştirmek. Önüne tarihte yer etmiş bilgiler geliyor, o da bu bilgileri Parti'nin menfaatleri doğrultusunda "uygunlaştırıyor", düzenliyor. Onun düzeltmesinin ardından o tarihi olayla ilgili yayınlanmış tüm belgeler baştan yazılıyor ve olayın gerçek haline dair hiçbir iz-belge kalmıyor. Amaç, toplumu tarihinden -gerçeklikten- koparmak.
Sonra gün geliyor Smith büyük bir suç işliyor: Julia'ya -Suzanna Hamilton'a- aşık oluyor. Halbuki Okyanusya'da yaşan kimse Parti'nin izni olmadan aşk yaşayamaz, evlenemez, yuva sahibi olamaz. Seks, zaten olmaması gereken bir sapkınlık. Aşk, ondan da beter.

Büyük Birader, her yerde fotoğrafı bulunan, Parti'nin "hayali lider"i, bu çiftin attıkları her adımı izliyor. Herkesin birbirini gammazladığı bu topraklarda, Julia ve Smith düzenden kurtulabilecekler mi, özgür olabilecekler mi, direnebilecekler mi?.. Sonunda her şeylerini yitirseler bile, ceplerinde birbirlerine olan aşklarını muhafaza edebilecekler mi?..

***

Filmle ilgili notlar:

  1. Ben "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ü, bir korku filmi olarak izledim. Bazen komedi filmleri de zaten, insanı ağlatmaz mı? Aklıma 2011 Alman yapımı "Almanya - Willkommen in Deutschland" filmi geliyor. Konusu, Almanya'ya gelmiş bir Türk ailenin başından geçen komik olaylar. Ama ne hikmetse Berlinale'de izlediğim bu filme salondaki tüm Almanlar kahkahalarla gülerken ben hüngür hüngür ağlamıştım... O Türk ailenin iki arada bir derede kalmışlığı bana hiç komik gelmemişti. Aynı hesap.
  2. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört filminin ve kitabının, dil ile ilgili vurguladıkları, benim son birkaç yıldır dön dolaş dile getirdiğim fikirlerdi... Benim söylediklerimi derli toplu ve estetik bir biçimde doğruladığı için de ben bu eseri çok sevdim.
  3. Karanlık bir film. Çok diyalog yok ve müzikleri biraz "psychedelic". Tam olması gerektiği gibi.
  4. Umutsuz bir film. Ama insana "en azından deneme" arzusu veriyor.
  5. Filmde, kitapta olduğu kadar aforizma(özdeyiş) yok. Ama bunu anlayabiliyorum... Bir kitabı okurken karşınıza çıkan herhangi özdeyiş üzerine durup saatlerce, hatta günlerce, hatta haftalarca düşünebilirsiniz. Ama sinemada film akar, gider... Okuyucu düşünme imtiyazına sahiptir, hatta bu onun görevlerinden biridir. Ama izleyici, sadece takip eder ve düşünecekse de çok seri olmalıdır eylemini gerçekleştirirken.
  6. İlginç olan şey şu: "ben sinemadan anlarım" iddasında olan her izleyicinin muhakkak izlemesi gereken bir film olduğu gibi, "ben edebiyattan anlarım" iddiasında olan her okuyucunun da muhakkak okuması gereken bir eser Bin Dokuz Yüz Seksen Dört.
  7. Filmi izlerken kendime şu soruyu sordum: "Bugün ölsek ve öğrensek ki Twitter ve Facebook tüm söylediklerimizi kaydetmek için; Instagram her fotoğrafımızı, kimlerle ne yaptığımızı görmek için; Foursquare nerede olduğumuzu takip etmek için, Linkedin öz geçmişimizi el altında bulundurmak için hayatımıza sokulmuş birkaç uygulamaymış sadece... Çok şaşırır mıyız?"
***


2+2="4"