Ağustos 2011

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Elegy


Elegy-2008


Oysa ne kadar mutluydum... Hayatımın kendine göre bir düzeni vardı. Bu düzen birçoğuna göre aslında düzensizlik olarak da algılanabilir, ancak düzensizliğe alışmış hayatların da düzeni, yine düzensizliğin kendisidir. Benimki de o hesap.

Sabahları eğer o gün dersim varsa üniversiteye gider, öğrencilerime -pek çoğu benim için bir şey ifade etmez- biraz XX. yüzyıl Fransız Edebiyatından bahsederdim. Derslerim zor olmazdı, belki de bu yüzden öğrenciler dersimden sıkılırlardı... Uyuyan öğrenciler, kendi aralarında şakalaşanlar ve beğendikleri karşı cinslerini -kimi zaman kendi cinslerini de- ağır ağır bakışlarıyla taciz edenler asla, ama asla sinirimi bozmazdı.

Ben KINGSLEY & Dennis HOOPER 
Dersimin olmadığı günlerde -olduğu günlerde de; ders çıkışları olmak üzere- arkadaşım George'la -Dennis Hopper- Squash oynamaya giderdik. George ben yaşlarda tanınmış bir şair olduğundan ve ben de altmışına merdiven dayamış... kimi kandırıyorum ki? Altmışımı geçeli tam üç yıl oldu!.. Her neyse, ikimiz de 'yaşlımsı' entelektüellerdik ve squash oynarken birbirimize hayatlarımızdan bahsederdik...

George, benimkinden farklı bir hayat benimsedi. Bir şair gibi, sürekli mutluluğu aradı bir ömür boyu ve bunu nihayet güzel bir hanımda buldu. Yani en yakın arkadaşım; evli, çoluk çocuk sahibi ve işinde başarılı bir şairdi.

Belki de sırf bu yüzden; hayatının tekdüzeliği yüzünden demek istiyorum, squash oynarken genelde ben konuşurdum, o da benim anlattıklarımı ancak görmüş geçirmiş şairlerde görülecek bir sabır ve soğukkanlılıkla dinler, aklından geçenleri -ruhunu katmadan- söylerdi... Böylelikle ben de, bir yandan squash oynayıp ilerleyen yaşıma temposu uygun sporumla ter atar, beri yandan da herhangi ABD'li psikoloğa saat başı verilecek 100 dolardan kurtulmuş olurdum...

Akşamları eve döndüğümdeyse; kendime dünya mutfağından mümkün olduğunca basit hazırlanan ve kalorisi düşük bir yemek hazırlar -elim dünya yemeğine pek yatkındır-, buz gibi bir bira eşliğinde -keyfime göre iyi bir Fransız şarabı da açtığım olmuştur- yemeğimi ağır ağır yer, ardından da dünyaca ünlü ressamların orijinal tablolarıyla dolu, koyu kırmızı tonlarda dekore ettiğim salonumdaki koca, koyu kahverengi kanepeme uzanarak; özel olarak sipariş ettiğim, Avrupa'nın meşhur kültür dergilerini ağır ağır okur, kısa zaman sonra da olduğum yerde sızdığımı fark edip, yaşlılığıma küfür ede ede yatağıma -pek tabii dişlerimi fırçaladıktan sonra- geçerdim.

***

Bir de Carolyn -Patricia Clarkson- vardı tabii hayatımda... Ondan bahsetmemek benim centilmen tarafıma ters düşerdi...

Carolyn 'Patricia CLARKSON' & David KEPESH 'Ben KINGSLEY'

Carolyn'le yıllar evvel birlikteydik. Sonra ayrıldık. İşlerin ciddiye binmesi beni korkutmuştu. Yedi kez evlenmiş biri olarak bir kez daha böylesi bir mahrumiyet denizine bedenimi daldırmak, öyle kolay iş değildi.

Bereket, Carolyn bu konuda beni anlayışla karşıladı. "Beni aldatmadığın müddetçe," dedi bu gençlere özgü maceraya atılırken, soluklanarak, "her istediğin zaman benimle birlikte olabilirsin!".  Arada bir kapım çalınır, bir de bakardım Carolyn. İşi uzatmadan, aynı samimiyetle onu içeriye buyur ederdim. İtalyanların meşhur Lambrusco şarabını ağır ağır açar, parmaklarımın arasına iki tane kadeh yerleştirir, Carolyn'e odama gelmesini söylerdim...

Carolyn, yaşına göre oldukça ateşli bir kadındı. Bedeninin yaşlanmasına kanıp, şehvetinin alevlerinden feragat edenlerden değildi.

Yaşımız el verdikçe sevişirdik. Sonra Carolyn ağır ağır giyinir, beni her iki yanağımdan -önce-, dudağımdan -sonra- öperek evimden çıkar, arabasına biner ve sokağımı terk ederdi. Ben hala yatakta olurdum bu esnada. Bedenimin yorgun düştüğünü ve böyle maceralara zorlukla dayanabildiğini söylemek her ne kadar ciğerimi yaksa da, maalesef gerçek olan bu.

Carolyn'in arabasının benim sokağımdan alelacele uzaklaşışını dinlerken, "ne kadar uzun kaldı! Niçin daha çabuk terk etmedi evimi!" ile "acaba tekrar ne zaman uğrayacak bana? Arayı çok açmasa bari!.." dilekleriyle karışık dualar ederdim.

Kalabalıktan ürkerdim, ancak yalnız kalamayacak kadar da yaşlıydım...

Yaşlı şair dostum George'un bir şiirinde üstüne basa basa dillendirdiği gibi:

"Bir düğün sabahı dağınık bırakılmış sofralar kadar mahzun,
Buna fazla katlanmak zorunda olmadığım için mutluydum.
Ben yaşlıydım ve mutluydum."

***

Consuela 'Penélope Cruz' & David KEPESH 'Ben KINGSLEY'
Sonra hayatımı darmadağın edecek bir olay yaşadım. Dönemin son dersi, ağzımda üniversiteye gelirken içiyor olduğum sütlü kahvenin tadı, öğrencilerimle vedalaşırken O'nu gördüm... Önce ne yapacağımı bilemedim. Bunca yıllık akademisyen olarak, ne yapacağımı bilemediğim dakikalar bir elin parmakları geçmezdi, eminim. Fakat O, her insan evladına hata yaptırabilecek kadar güzeldi.

"Bu akşam evimde bir yemek veriyorum. Hepinizin muhakkak gelmesini istiyorum...", demiştim bir anda büyük bir panikle. Nereden çıkmıştı şimdi bu?.. Bir şeyler yapmalı, heyecanımı yatıştırmalıydım!..

"Nasılsa dönem bittiğine, hepiniz benim dersimden geçtiğinze göre, artık dostuz değil mi!"...

Cümlemi bitirdikten sonra havada kalan o şapşal gülümsememden daha kötüsü, yalnızca bir iki yavşak öğrencinin beni kırmamak için ıkınarak sırıtması oldu...

***
Hikayemi kısaltarak anlatmak istiyorum...

O'nunla tanışmayı nihayet başarmıştım! Hatta bıyık altından gülümseyerek söylüyorum: birkaç yıl da O'nunla fevkalade ateşli bir birliktelik yaşadım...

Consuela -Penélope Cruz- yirmi dört (24) yaşındaydı. Kübalı bir göçmendi... Aramızdaki yaşın o da, en az benim kadar farkındaydı. O yüzden yaşanmış olanlar için beni sakın suçlamayın. O da, her türlü sonucu göze alarak girdi bu yola. Durabilir miydim? Belki evet!.. Hiç birlikteliğimizin ikimizden birine zarar verebileceğini düşündüm mü? Evet, birçok kez hem de... O zaman?.. Bilemiyorum... Belki doğru, kopmalıydım ondan yol yakınken... Fakat o bana o kadar uyuyordu ki! Onsuz edemezdim. Asl'a. Bunu aklımın ucundan dahi geçiremezdim... Yazık olurdu bana! Çok ıssız kaldırdım... O benim gençlik şurubumdu... O'ndan tadarak gençleştim ben! Hayata farklı gözlerle baktım! Hayatımın üzerindeki kara perdeler kalktı ve uzun yıllardan sonra güneş doğdu ruhumun sahnesine! Nasıl anlatsam bilmiyorum... Keşke şair olan kadim dostum George olmasaydı da, ben olsaydım! Yahut şairlik nezle kadar bulaşıcı olsaydı!..

***
Consuela, beni sevdi. Benim beni sevdiğimden, kainattaki herkesin beni sevebileceğinden çok sevdi beni. Aramızdaki yaş farkı onu rahatsız etmediğinden, beni ailesine tanıştırmaktan da korkmadı. 


"Ben seni kabul ediyorum, artık sen de kendini olduğun gibi kabul et! Yaşın mühim değil..."

İnanıyorum; o benim yaşımda bir gariplik görmüyordu. Ancak ben her şeyin farkındaydım. Hayatının henüz yirmi dördüncü baharını yaşayan bir genç kıza, benim karlı kışlarım çok fazla gelirdi. 

Kaldı ki, günün birinde bu güzel kız da, kendi değerinin farkına varacak ve bu, onun etrafında pervane olan körpe erkekler sayesinde olacak. 

O zaman ben ne olacağım? Külüstür olduğu için araba mezarına yollanmayı bekleyen bir araba veya tedavülden kalkmış bir bozuk para... 

***
Ne ailesiyle tanıştım, ne de Consuela'yla ilişkime devam ettim.

O'na, sevgilime yalan söyledim. Beni ailesiyle tanıştırmak için evine davet ettiğinde, O'na önce geleceğimi söyledim; fakat sonra trafiğe takıldığımı, arabamın bozulduğunu ve gelmemin çok güç olduğunu söyledim. Oysa O'nun kapısının önünde, arabamın içinde, kucağımda çiçekler ağlıyordum o esnada...

Komplekslerim yüzünden bitti ilişkimiz aslı'nda. Ailesinin karşısına 'yaşımdan başımdan utanmadan' (!) nasıl çıkacağımı bilemedim. Babası bana hangi gözlerle bakacaktı?..

İlişkimiz o anda bitti...
***

Sonra birgün bir telefon aldım. Yıllar sonra, yeni yıla saatler kala... Telefonun diğer ucunda Consuela vardı, şöyle söylüyordu:

"David -Sir Ben Kingsley-, sana söylemem gereken çok önemli bir şey var ve bunu benden başkasından duymanı istemiyorum... Evinin yakınlarındayım gelebilir miyim?.."

17 Ağustos 2011 Çarşamba

L'Appartement & Wicker Park


L'Appartement-1996


En beğenmediğim müzik tarzında şarkılar yapar Rihanna. Sözlerini kalbim kabul etmez, melodisini de aklım... Jay-Z desen, durum farklı değil. Birçoğuna göre gelmiş geçmiş en iyi müzisyenlerden biri Jay-Z. Tarzının en iyilerinden veya... Eminim öyledir, pek bilgili olmadığım konularda ahkam kesecek değilim; ancak bu iş de zevk meselesi birader, kabul etmiyor kulağım ne yapalım...

Yukarıdaki cümlelerle başladığım yazıma, "son zamanlarda en çok dinlediğim şarkılar: 'don't stop the music' ve 'empire state of mind'..." diye devam etsem, bir parça ayıp olmaz mı? Zira bu iki şarkıdan ilki Rihanna'ya, ikincisi de Jay-Z'ye ait!..

O zaman şöyle izah edelim: 'don't stop the music' Rihanna'nın 2007 yılında çıkardığı 'good girl gone bad' adlı albümünün üçüncü parçası. Fakat aynı zamanda da İngiliz jazz sanatçısı Jamie Cullum'un 2009 yılında çıkardığı 'The Pursuit' isimli albümünün de altıncı (6.) şarkısı...

L'Appartement-1996

Wicker Park-2004


'Empire state of mind' ise Jay-Z'nin yine 2009 yılında internet üzerinden piyasaya dağıttığı ve Alicia Keys ile beraber söylediği hip/hop formatında bir şarkı. Fakat aynı zamanda altmış dördüncü (64.) Cannes Film Festvali'nin de açılış gecesinde, yine Jamie Cullum'un piyanosuyla Robert de Niro'ya mayhoş mayhoş bakarak çaldığı parça...

(Jamie Cullum'un açılış gecesi için bu şarkıyı hazırlamasındaki muhtemel sebep, jüri başkanının "New Yorklu" Robert de Niro olması ve şarkının New York'u anlatmasının yanı sıra bir de daha henüz başında Robert de Niro'ya göndermede bulunması: "yeah, yeah, I'ma up at Brooklyn, now I'm down in Tribeca / Right next to De Niro, but I'll be hood forever...")

Demek ki benim için bir şarkıyı bir kez dinleyip, beğenmediğim takdirde hemen silmek mümkün değilmiş. Bir zaman sonra bir başka müzisyen aynı şarkıyı kendi tarzında yorumlayıp bana sevdirebilirmiş. Söz konusu; anlamlandıramadığım bir müzik tarzının eseri olan bir parça dahi olsa ('dont stop the music' / 'empire state of mind'), günün birinde bir başka müzisyen (Jamie Cullum) bu anlamsızlığı benim için anlamlı hale getirebilirmiş.

***

Aynı bağlamda sinemaya baktığımız vakit, çok çarpıcı sonuçlar elde ediyoruz. 

***
Et Dieu... créa la femme... Monica Belluci 'Lisa'

Vincent CASSEL kariyerine ya bu saçlarla devam etseydi?

Ağzı açık Hollywood budalaları, süslü püslü evlerinde, kız arkadaşlarıyla sevişmekten fırsat bulup da bir film izlemeye karar verirler ve yoğun istek üzerine, onca filmin arasından -laf aramızda biraz da kızların yoğun baskısını kıramayıp- Josh Hartnett'ın başrolünü oynadığı Wicker Park filmini seçerler. İşin aslı bu filmin ABD'lilerin dediği gibi bir 'chick flick'; yani 'kız filmi' olduğunu bilirler, ancak filmin kadın başrol oyuncusunun Diane Kruger olduğunu fark ederler de pek ses etmezler...


Film başlayınca kızların bir kısmı filme kendilerini hafif kaptırırlar. Diğerleri zaten filmden tamamen kopuk erkeklerle sevişmeye devam etmeyi tercih ederler. Eşlerini Josh Hartnett'a kaptıran erkekler Diane Kruger tarafından reddedilince, hafif hafif iddia tahminlerine ve  içkinin tesirinin artan kudretiyle de Josh Hartnett'a kenetlenmiş partnerlerinin oturunca katlanmış beyaz gömleklerinin arasından zaman zaman uç veren memelerine vermeye başlarlar kendilerini. Bu böyledir.

L'Appartement

Wicker Park-2004


Film biter. 

Kızlar çok etkilenmişlerdir ve kendi aralarında şöyle demeye başlarlar: "ağbiii, çok güzel bir filmdi!"...
Bu anın geleceğini çoktan akıl etmiş kimi uyanık erkekler, sevgilileri filme kaptırmışken kendilerini orijinal dvd'lerinin arkasını okurlar ve şöyle derler: "tabii güzel. Hollywood'un yaptığı en başarılı filmlerden, 2004 yapımı biliyor muydunuz?"...

Kızlar etkilenirler. Sevişme gırla devam eder. Kimsenin bir şeyden haberi olmaz zamanla, kimin eli kimin cebinde belli değildir.

Sabah uyandığında erkek kısmı bilmez kızını masadaki tüm erkeklerle paylaştığını bir gece evvel; başı çok ağrımaktadır, kolay değil, onca votka, onca rakı, onca bira... Hatırlamak kolay değil, bilmek...

Tıpkı bilmedikleri gibi Wicker Park'ın aslında 1996 yılı Fransız yapımı bir filmin 'cover'ı olduğunu -L'Appartement...

***
Haklarında daha çok araştırma yapılsa, birbirleri hakkında ve birbirlerinin arkasından söyledikleri beynelmilel basında daha çok yer alsa; dünyanın en sansasyonel çifti olarak kabul edilmeleri işten bile olmayan yegane aşıklar Monica Belluci ve Vincent Cassel'i tanıştıran filmden bahsediyorum.

***

Vincent CASSEL 'Max' & Romane BOHRINGER 'Alice'
'Külkedisi' hikayesini hatırlayan var mı?
Max (Vincent Cassel) Parisli çapkın bir gençtir; fakat kaderin cilvesi, evlenmeye karar vermiştir. Bir iş görüşmesi için Tokyo'ya gitmezden evvel bir Paris 'café'sinde iş arkadaşlarıyla bir yudum içki içmeye oturur. Kısa bir muhabbetten sonra etmesi gereken bir telefon olduğunu hatırlar ve vaktinin cafélerinde alt katta bulunan telefon kulübelerine iner. Tam bir kabine girmiş, telefon edecekken, yan kabinden gelen ses dikkatini çeker. Max, bu sesi tanıyordur. Yan kabinde hararetli bir telefon görüşmesi yapan Max'ın hayatının aşkı Lisa'dır (Monica Belluci). 

Max bunu fark eder etmez kabininin kapısını açar fakat Lisa çoktan onun kapalı kapısının önünden geçmiştir ve koridorların sonundaki merdivenlerden koşar adım çıkarak restoranı terk etmek üzeredir. Max, Lisa'ya yetişemez fakat evlilik arifesinde yaşadığı bu olayla birlikte pek de emin olmayarak yaşadığı hayatını değiştirmesine ve biraz zorla aldığı bu karardan vazgeçip, hayatını yeniden düzenlemesine yetecek kadar vakit, hala, vardır...

Max her şeyden vazgeçer; sevgilisinden, bir kaç saat içinde Tokyo'ya kalkacak olan uçağından... her şeyden.

Aşkın tutkusunun göstergesi olarak, bir şekilde (?) Lisa'nın nerede yaşadığını bulur Max ve hayatının aşkının evine gizlice girip, dolaba saklanarak birtanesinin eve gelmesini bekler.

"L'Appartement'ın" kapısı açılır ve içeriye Lisa yerine ona son derecede benzeyen bir başka kız girer: Alice (Romane Bohringer)...

Max, karşısında Lisa yerine ona fevkalade benzeyen Alice'yi bulunca; Alice de apartman dairesinde Max'ı bulunca çok şaşırır. 

Bu benzerlikten ateşli bir seks çıkacaktır.

Soru şu: Max, Alice'yi Lisa'ya benzettiği için onunla seks yaptı, Lisa'ya bunca aşıkken... Peki ya Alice niçin Max'ı yatıya davet edip, onunla cinsel ilişkiye girdi?

İşte bu soru, filmin temel noktası ve büyünün kendini belli ettiği yer.

***

Wicker Park'taki kafenin ismi neden Belluci ola ki?
Wicker Park, Ukde Sineması'nın açık havasında izlediğimiz üçüncü filmdi. Wicker Park'ın -2004-, L'Appartement filminin -1996- 'cover'ı olduğunu ben de bilmiyordum. Fakat film biter bitmez ilk yaptığım işlem, L'Appartement filmini edinmek ve en yakın zamanda Ukde Sineması'nda izlemek üzere planlarımı yapmak oldu.

Wicker Park ile L'Appartement filmlerinin birebir aynı olduğunu söylemek güç. Jay-Z'nin 'empire state of mind' şarkısıyla Jamie Cullum'ın versiyonu arasında bariz oranda fark olduğu gibi; bu iki 'aynı' film arasında da 'güzel' farklılıklar var. Avrupa ile ABD arasındaki 'anlayış' farkını görmek eminim sinemasever için de müziksever için de pek zevkli olacaktır. Bilhassa bu iki filmin sonlanış biçimleri karşılaştırıldığında Avrupa sinemasındaki cesaretin, ABD sinemasının dizlerini titretecek boyutta olduğunu görmek, büyük bir sinemasal tatmindir. Lütfen her iki filmi de, ters kronolojik sırayla -önce Wicker Park, sonra L'Appartement olmak üzere- izleyiniz. Bu farkı muhakkak göreceksiniz.

ABD versiyonunu bu kadar ezmeyelim. Sürprizleriyle Wicker Park, L'Appartment'dan bir adım önde. Dediğim gibi, sonlarını bu hesaba katmıyorum...

Diane KRUGER 'Lisa' & Josh HARTNETT 'Matthew'

Sinemada 'cover' meraklısına bir not: Meşhur Vanilla Sky'ın -2001-, İspanyol yetenek Alejandro Amenábar'ın 1997 yılında tamamladığı eseri Abre los Ojos'un 'cover'ı olduğunu biliyor muydunuz?

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Annie Hall


Annie Hall-1977



Şu dünyadaki en ırkçı meslek komedyenlik, en faşist zanaat de mizahtır. Dikkat edin; dünyayı kasıp kavuran komedyenlerin tek kişilik gösterilerine Türk televizyonlarında çok nadir rastlarsınız. Bunun tek sebebi mizahın ırkçı yanıdır. İspanyol'un güldüğüne Türk gülmez, Türk'ün katıla katıla güldüğü nükteyeyse Kanadalı Fransız kalır.


Bunu Woody Allen'ın 1977 yapımı filmi Annie Hall'a bakarak çok rahat bir şekilde anlayabilirsiniz. 


Dünyada en çok tanınan mizahçımız Nasrettin Hoca'dır. İstanbul'un üstü açık "ecnebi elçiliği" olan Sultanahmet'te pasaportunuzu gösterip dolar üzerinden su almak için bir gazete bayiinde durduğunuzda, gazeteliklerde göreceğiniz üç şeyden biridir Nasrettin Hoca'nın yabancı dillere tercüme edilmiş mizah kitapları. Çeşitli dillerde İstanbul haritalarının ve çoğu İstanbullu'nun bilmediği yerlere ait İstanbul görüntüleriyle dolu kartpostallarının hemen arasında...

Nasrettin Hoca'yı bu kadar meşhur eden faktör yalnızca yıllara meydan okuyan mizah anlayışı değildir, hikayelerinin sonunda beliren engin ve ince aforizmalardır. Okuyan bir iki saniye durur ve düşünür. Gülecek gibi olur, tutar kendini ve derin bir iç çeker. Nasrettin Hoca'yı diğerlerinden ayıran özelliği uluslararası oluşuysa, uluslararası oluşunu sağlayan da hikayelerindeki işte bu 'güldürürken düşündüren' yapıdır.



***

Bir rivayete göre; meşhur Charlie Chaplin -öteki adıyla Şarlo- ömründe bir kez Türkiye'ye radyo aracılığıyla seslenme fırsatı bulmuş.

ABD, Pearl Harbor baskınının birinci yılında bir anma töreni düzenleyecektir. Şarlo ile bir Türk röportör, tören ile aynı anlarda bir radyo bağlantısıyla Türkiye'ye naklen yayın yapacaktır. Haber Türkiye'ye varınca, elbette herkes radyosunun başına 'neredeyse günler evvelinden' toplanmış ve pür dikkat Şarlo'ya kulak vermiştir.

Şarlo, "Türkiye'deki hayranlarınıza ne söylemek istersiniz?" sorusuna sımsıcacık bir cevap ile söyleşiye başlar: "onlara, çok yakın bir zamanda yanlarına gelip onlarla birebir tanışmak istediğimi söylemek istiyorum; çünkü benimle bu söyleşiyi gerçekleştiren hanım çok güzel. Bu güzel hanım böyleyse, kim bilir Türkiye'deki diğer hanımlar nasıldır!".

(Şarlo'nun özel hayatında uslanmaz bir çapkın olduğunu ve birden çok evlilik yaptığını şimdiden söyleyelim.)

Türk röportörünün utangaç gülüşmelerinin ardından Şarlo sıranın ciddi bir cevap vermeye geldiğini hisseder ve  akıcı cümlelerini birbiri ardına sıralar:

"Türk dostlarıma duyduğum en güzel hikayelerden birini anlatmak istiyorum; bu bir Nasrettin Hoca hikayesidir...

"Zamanın birinde Nasrettin Hoca evinde oturmuş, kallavi yorgunluk kahvesini içmektedir. O esnada kapısı çalar ve Nasrettin Hoca da kalkıp evinin kapısını açar. Kapıdaki yorgun ve genç bir köylüdür. 'Hoca,' der köylü, 'ormana odun kesmeye gidiyorum, bana şu eşeğini versen de, yükümü hafifletse?'. Nasrettin Hoca şöyle bir düşünür ve ardından da: 'eşeğim yok, çocuk onunla pazara alışverişe gitti...' der.

"Köylü yüzünü ekşitir ve 'peki hoca, haydi sana hayırlı günler', der. Tam hocanın bahçesinden çıkacakken, hocanın ahırından anırma sesleri yükselir. Köylü tabii sinirli, hocaya dönüp söylenir 'hoca şu beyazlamış sakalından utan, niçin bana yalan söylüyorsun; eşeğin bal gibi de ahırda işte!'. Nasrettin Hoca'nın cevabı çok kesindir: 'Sen bana mı inanıyorsun, yoksa eşeğe mi?'.

"İşte, Türk dostlarım... Pearl Harbor baskınının anıldığı bugünde şunu iyi düşünmek lazım: 'insanlara mı inanacağız, yoksa bu eşeklere mi?'."


***
Annie Hall 'Diane Keaton' ve Alvy Singer 'Woody Allen'

Demem o ki mizah sınır kapılarında tutsak yaşamaya mecbur bir alandır. (nadir rastlanan örneklerin dışında tabii)

***

Şimdi tüm bu anlattıklarım çerçevesinde filme bakalım.

Zaten filmin konusundan bahsedince, anlaşılması ne kadar güç bir film olduğunu anlamak pek güç olmayacak:

New Yorklu Yahudi asıllı komedyen Alvy Singer'ın -Woody Allen-, Annie Hall'a -Diane Keaton- aşık olması.

Devamı yok.

İşte filmin özeti bu, nokta!

***
Geri kalanı:
  • Bir aşk.
  • 70'li yıllarda yaşanan bir aşk.
  • İlişkinin çıkmazları.
  • İkinci Dünya Savaşı sonrası, Alvy'nin, kültürüne hakim olmadığı dinine -Yahudiliğe- karşı duyduğu kimi paranoyak hisler. 
  • Alvy'nin komedyen olmasına karşın hissettiği büyük korkular. 
  • Bir komedyenin aslında ciddi korkulara sahip olabileceği gerçeği.
  • Bir komedyenin aslında mutsuz ve takıntılı olabileceği ihtimali.
  • Kadının içindeki vazgeçememe tutkusu.
  • Kadının içindeki büyüme tutkusu.
...

Ve tabii bir de filmin tekniğine yönelik önemli noktalar var. Sinema gişe sırasında beklerken arkasındaki adamın, yanındaki kadına bilmişlik tasladığı sahne ve ondan sonra gelişen olaylar, sanırım "sinema tarihine" geçmiştir. Bu sebepten olanları anlatarak filmi henüz izlememiş olanlara bir bilmişlik de ben taslamak istemem. Fakat izleyenler içlerinden eminim "daha evvel hiç böyle bir şey görmemiştik beyaz perdede", diyeceklerdir.

Bunun dışında sık sık Alvy Singer'ın çocukluğuna dönen başarılı bir kurgu, film akışı var gözlemleyebildiğimiz.

...gibi gibi...

***
En iyi film -Charles H. Joffe-, en iyi yönetmen -Woody Allen-, en iyi kadın oyuncu -Diane Keaton- ve en iyi senaryo -Woody Allen, Marshall Brickman- dallarında Oscar ödüllü bir film Annie Hall.

Diğer aday filmleri izlemediğim için hak edip etmediği hakkında bir şeyler söylemem güç. Tek bildiğim Annie Hall'ın bir 'sinemasal' devrim olduğu ve bu yönüyle Oscar almış olmasının beni şaşırtmış olduğudur.

***
  • Annie Hall rolü bilerek Diane Keaton'a yazılmış. Diane Keaton'ın gerçek soyadı "Hall"dur. Takma ismiyse "Annie".
  • Hissettiklerimi tarif edebilmem için "aşk" kelimesi çok hafif kalır. (Alvy Singer)
  • En iyi film dalında Oscar kazanmış en kısa süreli ikinci film -93 dakika. Birinci 1955 yapımı Marty -91 dakika.
  • "La di da!"
  • Ben de sevgilimle bir film yapmak isterdim. Tıpkı Woody Allen'ın Diane Keaton ile yaptığı gibi...
  • I have no regard for that kind of ceremony. I just don't think they know what they're doing. When you see who wins those things -- or who doesn't win them -- you can see how meaningless this Oscar thing is.

Yazıyı öldüren son sözü usta yönetmen Woody Allen söylesin:

"Ölmekten korkmuyorum. Sadece ölürken orada olmak istemiyorum!"


14 Ağustos 2011 Pazar

Whisky Romeo Zulu


Whisky Romeo Zulu-2004



Arjantin Hava Yolları'na-Líneas Aéreas Privadas Argentina- bağlı 3142 sefer sayılı  Boeing 737-204C tipi yolcu uçağı, 31 ağustos 1999 yılı saat tam 20:54'te Arjantin tarihinin en büyük kazasını yaptı. Kaza başta basit bir pilot hatası gibi görünüyordu, fakat karakutunun açılması ve ortaya çıkan deliller gösterdi ki kazanın asıl sebebi uçak şirketinin daha fazla kar etmek için yaptığı ihmalkarlıklardı. Whisky Romeo Zulu filmi, yapıldığı ülke olan Arjantin'in karakutusu gibi. 67 kişinin hayatını kaybettiği uçaktan çıkan karakutu hava yolu şirketi için ne ifade ediyorsa, Whisky Romeo Zulu da Arjantin için onu ifade ediyor. 


Eskiden hangi çocuğa ileride ne olmak istediğini sorsanız, ya pilot olmak istediğini söylerdi ya doktor. Şimdi daha çok mimar ve mühendisler kulağa çarpıyor. Futbol ise her zamanki gibi popüler.


Pilot olmak tabii kulağa çok hoş geliyor. Uçağı kaldırmak, göklerde süzülmek ve yavaş bir dokunuşla uçağı piste indirmek çocukların ağız sulandıran imgelemiyle birleşti mi 'tam yapılacak meslek!' haline geliyor, doğal olarak...


Biraz büyükseniz ve erkekseniz, tüm bu cezbedici yanları dışında bir de hosteslerle haşır neşir olma imkanı var elbet.


Kimileri için dünyanın pek çok ülkesini görmek cezbedici, kimileri için üniforma, kimileri içinse yalnızca, pilotların aldıkları dolgun olduğu iddia edilen  maaş...


Tüm bu hayaller siz büyüdükçe çöküp gidiyor. Sizin aklınızda; babanız sizi koltuk altınızdan eviniz salonu semalarında uçururken hissettikleriniz, yavaş yavaş törpüleniyor hayat tarafından. Zor eğitimler, yüksek denetimler ve en ufak bir kusurun önünüzü tıkaması gibi. Mesela gözünüzün bozuk olması...


Bu testlerden geçenler zaten muhtemelen ben bu yazıyı yazarken ya gökteler, ya da bilinmez ülkelerin puslu şehirlerine iniş yapıyorlar...


***
Enrique Piñeyro
Bir uçak sevdalısı da filmimizin yönetmeni Enrique Piñeyro. Aslında şu şekilde açıklamak belki daha doğru olacak: Enrique Piñeyro bu film için tanık/yönetmen/oyuncu pozisyonunda. Yani her şeyden evvel anlatacağı hikayenin birinci dereceden tanığı, sonra hikayeyi sinemaya aktarmaya karar vermiş yönetmeni ve en son "kimse bu rolü benden iyi canlandıramaz, çünkü kimse benim yaşananlar esnasında neler hissettiğimi bilemez ve filme yansıtamaz" diye düşünen -bunda da haklı olan- oyuncusu.

Fakat Whisky Romeo Zulu eşittir Enrique Piñeyro değil!

Peki o zaman, Whisky Romeo Zulu ne?

***
Yazının ilk satırlarında verdiğim haber tamamen gerçektir. Rezalet bir kaza söz konusu olan. Bir sürü ihmal söz konusu, uçağın sahibi havayolu şirketinde. Yeni kurulmuş o yüzden şirket yöneticileri elini cebine atmak istemiyor. Uçaklarında bir sürü hasar var. Bunu bilen, işte anlayan pilot Enrique Piñeyro sırf bu yüzden şirketin kendi sorumluluğunda olan tüm uçuşlarını baltalıyor. Haliyle kısa sürede şirket yöneticilerinin bir numaralı düşmanı haline geliyor. 

Sınırlı sayıda uçak uçurabiliyor, o da kendine gerçekten ihtiyaç duyulduğunda. Yoksa o da yok!..

Piñeyro gayretli. Gördüğü hatanın üstüne gidiyor. Şirketin uğrayacağı kayıp, maddi zarar umurunda değil. Kalkış esnasında bakıyor uçağa, varsa bir eksik hemen kuleye ulaşıyor, "bilmem ne, bilmem ne eksik... Bu koşullar altında uçamam!". Çok net!.. Uçaktan iniyor ve yeni uçuş tarihinin kendisine bildirilmesini bekliyor.

Şirketinse umurunda değil. Uçuşlar son sürat devam...

Piñeyro'nun gazetelere yazdığı ihbar mektuplarından bir kaç satır.

Bakıyor Piñeyro durum kötüye gidiyor ve kimse oralı değil; kimi yerel ve beynelmilel gazetelere elinde bulunan her türlü belgeyi sunarak yazılar hazırlıyor.

Durum önce 'benden söylemesi' iken, uçağın düşmesiyle 'ben söylemiştim' e geliyor.

Doğru bildiği uğruna savaşan, işini kaybeden fakat buna rağmen yılmayan, hayatının aşkını bile hayatın getirdiği noktada karşısına alan bir adamın, bir Don Kişot'un mücadelesi Whisky Romeo Zulu.

Filmin arka planında da güzel ve naif bir aşk hikayesi
 anlatılıyor.

***
Piñeyro'nun Arjantin basınına verdiği röportajdan parçalar:

  • Öyle hissediyorum ki her insanın aslında hayat boyu yapacağı tek, bir film vardır ve benimkisi Whisky Romeo Zulu idi. Sonra bir sürü tema işleyebilirim, bir sürü konu ele alabilirim ancak bir tane hikaye anlatacaksam o budur.
  • Asıl olay 93 yılında, şirkete jetlerin gelmesiyle başladı. Ben hikayenin o zamandan beri şahidiyim ve ben o ölen 67 yolcunun niçin öldüğünü çok iyi biliyorum... 93 yılında damlacıklar bardağa akmaya başladı, 99 yılında olan o damlalardan birinin bardaktan taşması idi.
  • Oyuncularla birlikte çok çalıştık. Bire bir kokpit dekorasyonlarında eğitim yaptık. Simülasyona girdik. Ve benim asıl istediğim tüm pilotların aile olmasıydı. Hollywood filmlerindeki gibi yapmacık sahneler istemiyordum filmimde...
  • Filmi yirmi haftada çektik.
  • Filmdeki düşen uçak benim ülkemin mükemmel bir metaforu. Tek fark uçak riske daha az dayanıklı, zaten bu yüzden de düşüyor. Ama yine de bence bire bir aynılar.
  • Filmin senaryosunu yazdığımda okuttuğum ilk kişi avukatım oldu. Birkaç gün içerisinde senaryoyu okudu ve bana senaryomda tam altmış üç potansiyel suç olduğunu söyledi. Ben de ona aynen şu cevabı verdim: "Şirketlerin imajı mı daha önemli, yoksa o şirketlerin müşterilerinin neyin ne olduğunu bilmesi, ona göre adım atması mı? Hadi bakalım evlat, çalışmaya koyul. Kapsamlı bir savunma metnini şimdiden hazır et!".
***
İşte böyle korkusuz bir adam Enrique Piñeyro. Arjantin sineması da kapısını böyle olayları ifşa etmek isteyenlere açmış. Takdir edilecek nokta işte burada zaten. İşin ucu devlete, hükumete dokunmuyor mu; para babalarına, mafyöz tiplere dokunmuyor mu? Elbette dokunuyor. Kimler kimler zarar görmüş bu film yüzünden. Ama durmak yok, yola devam(!) Ne konuda, ne zaman, nerede film yapmak istersen yap. Özgür sinema demek, işte bu demek!

Ukde Sineması'nda izlediğim ve anlattığım 2010 yine Arjantin yapımı Carancho farklı mıydı, ya da yeni gösterime giren Un Cuento Chino? Hepsi aynı korkusuzluktan yola çıkıyor. "Ülkemizde böyle bir yanlış durum var, bunu bir film yaparak anlatalım ki gereken önlemler alınsın!" fikri hakim hep.

Bakın bu uçak kazasının üstü belki kapatılacaktı. Enrique Piñeyro işinden kovulmuş, orta yaşlı bir pilot olarak belki tazminat davası açacaktı hepsi bu. Ancak ne oldu? Adam konuya bir çözüm istedi. Yeni kazalar olmasın, bunu engelleyelim, dedi. Ve ne yaptı? Bir film yaptı. Tüm dünyaya anlattı derdini.

Şuanda bu yazıyı okuyan sizler de, bu yazıyı filmi izlemiş olarak yazan ben ve Ukde Sineması'nın o gece seyircisi olmuş kimseler de Arjantin'de 31 ağustos 1999 yılı saat tam 20:54'te ne oldu, biliyor, biliyoruz...

İşte sinema bu!.. İşte Ukde Sineması bunun için var!

Keşke Türkiye'nin sinemaya gönül vermiş kimseleri de artık yaptıkları şu saçma sapan filmlere bir son verseler de, biraz yüreklenip memlekette olup biten düzenbazlıklar, hatalar ve ileride büyük zararlara sebebiyet verebilecek yanlışlıklar üzerine filmler yapsalar. 

Bu kadar mı bastırılmışız, bu kadar mı midesi geniş?

Neyse, fazla sözü uzatmayalım. Son söz: biz "sinema" denen sanat dalının aslında ne büyük bir silah olduğunu anlamadıkça, bizden bir cacık olmaz!


Filmin ismini merak edenlere küçük bir not: 

Düşen uçak LV-WRZ harfleri adına kayıtlı. NATO'nun belirlediği fonetik alfabeye göre de L=Lima, V=Viktor - W=Whisky, R=Romeo ve Z=Zulu. Yönetmenin NATO alfabesinde uçağın ismini filmine vermesinin altında da ülkesi Arjantin'le birlikte Nijerya dışında hiçbir ülkenin hava yollarının orduya bağlı olmaması ve yönetmenin yaşanan kazaların bu yüzden olmasına duyduğu inanç var.

Zodiac


Zodiac, 2007 yapımı bir D. Fincher filmi



Güneşli bir ilkbahar gününde sevgilinizle birlikte, hafif bir yükseklikten, aşağınızda kalan küçük ovayı seyrediyorsunuz. Sarmaş dolaş oturuyor ve sevgilinizle hoşunuza giden muhabbetler ediyorsunuz. Tenha bir yer bulduğunuz ve rahatsız edilmeden aşkınızı yaşayabileceğiniz için şanslı olduğunuzu düşünüyorsunuz, öylesiniz de... Şimdilik!


Her şey gerçekten çok güzel... Sonra bir anda, tam siz sevgilinizle uzanmışken çalılara, partneriniz yüzünü ışığın vuruşu sebebiyle seçemediği bir adamın size yaklaştığını fısıldıyor kulağınıza. Gülüşüyorsunuz ve pek aldırış etmiyorsunuz, sevgiliniz de öyle... Fakat sizinle cilveleşirken bir yandan gözünü ayırmadan izlediği adamın bir anda kaybolduğunu fark ediyor sevgiliniz. Tekrar gülüşüyor ve 'basıldığınız'la ilgili espriler yapıyorsunuz. Sevgiliniz de size eşlik ediyor, gülümsüyor fakat biraz da geriliyor... Derken adam yine beliriyor. Bu sefer çok daha yakınınızda. Aynı kendinden emin adımlarla üstünüze doğru gelmeye başlıyor. Sevgiliniz bu sefer iyice telaşlanıyor ve olduğu yerde doğruluyor. Siz de onun heyecanıyla, pek de neye uğradığınızı anlamadan doğruluyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz ki adam sizin burnunuzun dibinde. Simsiyah giysisi, elinde tabancasıyla "Zodiac" işte tam karşınızda!..


El yazısı karşılaştırması

Zodiac vizyonda izleme şansına eriştiğim filmlerdendi. Bir arkadaşımın Zodiac'ın İstanbul galasına iki kişilik davetiyesi vardı ve galaya yanında götüreceği kişi olarak bendenizi seçmişti. 

O gün itibariyle filmi çok beğendiğimi fakat itiraf etmek gerekirse pek de anlamadığımı biliyordum. "Günün birinde bu filmi tekrar izlemek isterim" demiştim, "belki o zaman filmi 'tamamen' anlamlandırabilirim!"...

Kimi filmler bunu sizden talep ederler. Bu güzel bir durum mudur, yoksa çirkin mi bilemem. Bilmek de istemem. İşin o kısmı beni ilgilendirmez. Sinema, kendisini en çok takipçisini şaşırtmak zorunda olmakla mükellef hissetmesi gereken sanat; çünkü yeni...


Nitekim Ukde Sineması'nda gecenin bir vakti aslı'm benden bir 'gerilim' filmi isteyince, aklımdan geçen ilk film oldu Zodiac. Böylelikle hem hafızamı tazeleyecek, hem de kafamda filme dair bulunan kimi boşlukları dolduracaktım.

Gazetelere postalanan 'Zodiac' imzalı mektuplardan biri

***
Uzun bir film Zodiac. Aşağı yukarı iki buçuk saat. Ve şöyle bir baktığım zaman, David Fincher bu iki buçuk saati seyircinin ilgisini kaybetmeden nasıl doldurdu, hala anlamıyorum. 

Hollywood seyircisi açtır. Önüne iki buçuk saatlik bir film koyuyorsan, o iki buçuk saati ya görsel efektlerle, ya cinsel içerikli sahnelerle, ya rahmetli dedemin deyişiyle; sağlam "vurdulu-kırdılı" sahnelerle doldurmaya mecbursun. İsim ve tür olarak baktığında belki Zodiac seyircinin bu ihtiyaçlarını karşılayabilirmiş gibi duruyor, ancak alakası yok. Zodiac son derece durağan bir film. Gerilim türünde olmasına karşın yalnızca bir sahnede "bir parça" geriliyorsunuz -ki karşıma bugün "ben de izledim ağbi o filmi ve hiçbir sahnesi beni bir parça olsun germedi..." diyen birisi çıksa, "hadi canım oradan!" demem, inanırım... Çünkü gerilim meraklıları için bir hayli "heyecansız sayılabilecek bir film olduğunu hissediyor gibiyim...

***
Peki o zaman Zodiac'ın izleyiciyi ayık tutmasını sağlayan -"sağlayamıyor ki!" diyenlere saygı duyuyorum tabii- yanı nedir? 

Bu soruya cevabı, filmi bir parça anlattıktan sonra verelim...

***
60'lı yıllara dönüyoruz Fincher'ın zaman makinesiyle. ABD'nin batı sahillerinde işlenen bir dizi cinayetler var. Kimileri kurbanları veya işlenişleriyle bir bütünlük taşıyor ancak yine de bu cinayetlere "seri katil" ürünü gözüyle bakmak yanlış olur. Bunun sebebini filmden evvel vermeye niyetli değilim.

İşlenen ikinci cinayetle birlikte film açılışını yapıyor. İşin ilginç yanı katilin kendine dair ilk delilleri kendi eliyle gazetecilerle paylaşması. Yani polis biraz etkisiz kalıyor da diyebiliriz. 

Paul Avery 'Robert Downey Jr' ve Rebert Graysmith 'Jake Gyllenhaal'

Katil, Robert Graysmith -Jake Gyllenhaal- adlı karikatüristin çalıştığı gazeteye, şifrelerle dolu bir dizi mektup yazıyor. Yani işin içine gazetecileri birinci dereceden dahil etmeye uğraşıyor. Ve bunu da başarıyor, ki film zaten yıllar boyunca Zodiac'ı incelemiş, hatta mektuplarındaki şifrelerden kimilerini çözmüş, katil hakkında gazetelerde çıkan her türlü haber ve köşe yazısını biriktirmiş Graysmith'in, yıllar sonra bastığı ve 'bestseller' olmuş kitabından yola çıkılarak yapılmış.

Graysmith olayın üzerine adamakıllı gitmeye başlamadan evvel ortalıkta başka bir gazeteci var tabii, yoksa bir gazetenin karikatüristine mi düşmüş cinayet haberlerinden yola çıkarak nesir bir eser yayınlamak. Paul Avery'den -Robert Downey Jr.- bahsediyorum. Biraz alkolik, biraz uçuk kaçık ve belki tüm bu özelliklerinden   doğma bir 'cesur gazeteci' Avery. Cinayetlerin üstüne gidiyor. Cesur bir dille katile yönelik kalem oynatıyor. Katil her kim ise, onu tahrik edecek her türlü hamleyi yapıyor ve tüm bu hamleleri onu gayesine yaklaştırmaya yetiyor.

Dedektif Toschi rolünde Marc RUFFALO
Peki polis kanadı ne durumda? İşte tam bu noktada da karşımıza son yıllarda en beğendiğim aktörlerden olan Marc Ruffalo, Dedektif David Toschi rolüyle çıkıyor.

Başarılı fakat şanssız bir Dedektif. Bir türlü aydınlanmayan bu cinayetler dizisinin peşinden gidiyor ve olay üzerine neredeyse 7/24 kafa yoruyor. Gazetelere yollanan Zodiac imzalı ve şifrelerle dolu mektupları talan ediyor. Bir şeye ulaşırım, bir açığını yakalarım, diyor, ancak ne yapsa ne etse de bir türlü katilin kim olduğunu çıkaramıyor. 

Tabii o zaman cinayet büro, şimdilerin ileri teknolojisinden yoksun. Eller kollar bağlı kalıyor.

Katil yıllar boyu bulunamayınca ve işlediği cinayetleri de bir hayli seyrekleştirince, Dedektif Toschi'ye görevden el ayak çektiriliyor. Başka işleri var cinayet büronun ve Toschi gibi bir yetenek, ardı arkası gelmeyen bir cinayete adanarak harcanamaz.

Graysmith bakıyor ki Dedektif Toschi'yi bu Zodiac meselesinden el ayak çektirdiler,  herhangi yükümlüğü olmamasına rağmen, sırf kafayı bu olaya fazlasıyla taktığı ve işi en başından beri takip ettiği için kendisini bu katili bulmaya adıyor.

Filme varoluşsal dokunuş da işte tam bu noktada oluyor!

Elinde o zamana karşı Zodiac hakkında çıkmış tüm bilgilerle dolu bir dosya ile okuma merakı ve tüm boş zamanını konuya ilişkin araştırmalara adadığı kütüphanelerde geçirmesi sayesinde, Dedektif Toschi'den aldığı randevuda, bu olayı çözebileceği veya en azından deneyebileceği konusunda Dedektif Toschi'yi ikna ediyor ve böylelikle elinde zaten mevcut bulunan belgeleri ikiye katlayacak kadar büyük bir delil zincirine sahip oluyor.

Sonuçta on yıllar boyu çözülemeyen bu cinayet dosyası artık, polislerce el altından desteklenen bir gazeteciye verilmiş oluyor.

Ve film, işte o zaman başlıyor...

***
Yukarıda sorduğum şu 'filmin izleyicisini ayık tutma' sorusuna ilişkin bir küçük not:

Filmin başından sonuna kadar aklınızda bir soru var ve bu sorunun cevabı bir türlü gelmiyor. Bu sayede ayık kalıyorsunuz. O sorunun cevabını bulacağınız ümidiyle filmden bir türlü kopamıyorsunuz.

Cevabın gelip gelmemesi pek de önemli değil. (Filmi izlemiş olanlar ne demek istediğimi anlarlar.)


***
Zodiac kitap
  • "Se7en'vari" bir film, ancak daha gerçekçi.
  • David Fincher yine ustalığını sergilemiş, yapılmayanı yapmış = böyle giderse hayatta Oscar alamaz bu adam!
  • Pirates of the Caribbean serisinin yeni filminde olur ha Johnny Depp oynamak istemez, Robert Downey Jr. yedek kulübesinde hazır!
  • Robert Graysmith'in Zodiac isimli kitabı Türkçe'ye çevrilmemiş gördüğüm kadarıyla. İngilizce'sinden bu kitabı okuyabilenler okusunlar, derim. Heyecanlı olabilir.
  • Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ını okuduğum dönemde izlemiş olduğum bir film Zodiac. Gazeteciliğin önemini bir kez daha hissettim diyebilirim. Köşe yazarlarının ne kadar kuvvetli olduklarının farkında mıyız?
  • Paul Auster sevenler, bu filme bayılacaklar.
  • Filmi ikinci kez izlemekten korkmayın.