Aralık 2010

28 Aralık 2010 Salı

Antichrist/Deccal


"Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacını unutma!"
Friedrich Nietzsche


Dancer in the Dark (2000), Dogville (2003) gibi yaratıcı filmlerden tanıdığımız Danimarkalı yönetmen Lars Von TRIER'in, sinema dünyasına bırakıp kaçtığı son bomba Antichrist/Deccal (2009). Filmin usta Rus "sinemacı" Andrei Tarkovski'ye ithaf edilmiş olması; zannedersem filmin karmaşık olduğunu, bir mesaj taşıdığını ve hiç de boş bir film olmadığını anlamak için yeterli bir sebep olsa gerek. Avatar'ların, Twilight'ların deliler gibi takip edildiği ve bu sayede de "net gişe başarısı" getirdiği göz önüne alınırsa; fikirsiz yavşak yönetmenlerce ardarda bu tarz filmlerin kopyalanıyor oluşuna pek ses edemeyiz. Herkesin bir amacı vardır ve sinemayı cep doldurma sanatı olarak kullanmak da, bu amaçlar silsilesinin bir rafı olabilir. Ama bu bahsettiğim sessizlik; sistemin dışına çıkmış, yaptığı işten ticari gelir beklemeyen ve söyleyecek sözü olan yönetmenleri baş tacı yapıp, onları Dostoyevski, Oğuz Atay... gibi anmayacak oluşumuzu beraberinde getirmez. Piyasa yönetmenlerine ses etmiyor olabiliriz, ama bırakın da onları Tarkovski gibi yönetmenlerle aynı kefeye koymayalım. Koyuyorsak da sinema konuşmayalım...



Tüm bu söylediklerim, elbette Tarkovski içindi. Lars Von Trier belki kariyerinin başında değil ama henüz ölmedi de... Bu; daha yapılmamış filmleri var demek. Belki bundan otuz yıl sonra, eğer kendisi en son filmini yapıp göğsünü gere gere beyaz perdeye aktarırsa, o zaman tüm filmografisini tarar, daha net konuşuruz kendisine dair.

Peki neden tüm bunlardan bahsediyorum? Filmin son sahnesinde "Andrei Tarkovski'ye adanmıştır" yazdığı için mi? Evet, belki bu yüzden. Daha doğrusu; bu sebeplerden yalnızca biri. Giriş cümlesi eğer imkan varsa, varsın Tarkovski'yle ilgili olsun. O ayrı! Ama asıl sebep, Antichrist filmini, iyi anlayabilmek için, artalan bilgi edinmek gerekiyor. Yani filmi yapan sinemacının hayatına şöyle bir bakış atarsak, sanırım filmi daha iyi anlayabiliriz. Aklımızda tuttuğumuz filme dair sonuçlar, yönetmenin hayatıyla farklı anlamlar kazanıyor gibi... En azından bana öyle oldu.

Evvela filmi bir hatırlayalım:

Filmin ilk sahnesi Friedrich Handel'in 'Lascia ch'io pianga'adlı müziğiyle başlıyor. Bir kadın ve bir erkek, apartman dairelerinin bir odasında -önce banyoda, sonra odalarında- seks yapıyorlar. Sahne yavaşlatılmış çekimde, siyah-beyaz gösteriliyor. Muhtemelen bu sahneyi çekerken, bilinçli olarak oyuncular da yavaş oynamışlar. Bunu seks yaparlarken düşürdükleri objelerin düşüş hızlarından anlayabiliriz -sadece bir görüş, belki de çok ileri bir teknikle ayarlanmış olabilir...-

Her neyse adam ve kadın seks yaparlarken, evin diğer odalarından birinde o sırada uyumakta olan bebek ayaklanır, yatağından kalkar -yatağın etrafı demir parmaklıklarla çevrilidir, nasıl olur da o demir parmaklıkları hiç zorluk çekmeden açıverir(?)- ve odalarında sevişen kadın-erkeğin yanına gider. Kadın-erkek son derece şehvetli bir biçimde sevişirlerken, bebek yalnızca onlara soluk bir biçimde bakar ve ardından o sırada açık olan bir pencereden, elindeki ayıcığıyla birlikte kendisini aşağıya atar. Pamuk gibi karla dolu zemine bebeğin düşüşüyle, sevişmekte olan kadının orgazmı aynı ana denk gelir.

Neredeyse saniyenin onda biri kadar minik bir görüntüde, bebek "çitinin kapısını" açarken -adam ile kadının odasındaki bebek walkie-talkie'sinin -ya da ne denirse artık ona- alarm verdiğini fakat sevişmekte olan çiftin bunu duymadıklarını görürüz.

İşte bu filmin açılış sahnesi. Ondan sonra film bölümler halinde ilerler. Dört temel bölüm vardır filmde:

-Prologue (ön söz): Bu kısmı bir "bölüm olarak adlandırmak doğru mu bilemiyorum. Bu kısım, yukarıdaki giriş sahnesinin yer aldığı bir "ön söz" niteliğinde.



1-Grief - Yas



2-Pain - Acı (Chaos Reigns - Kaos Hükümdarlığı)





3-Despair - Umutsuzluk (Gynocide - Kadın Düşmanlığı)



4-The Three Beggars - Üç Dilenci



-Epilogue (Son söz)




Bölümler halinde inceleme:

Filmin bir çok yerinde, mesela: kadının ayaklarının toprağa değdiği anda yanması veya kadının sürekli adamla cinsel ilişki kurmak istemesi veya veya... kadının adamla birlikte olduğu anda bebeğini kaybetmesi... gibi bölümler; çok net bir biçimde dünyaya ilk gelen erkeği -Adem- ve ilk gelen kadını -Havva- düşündürüyor. Üç ana dinde de varolan inanışa göre: Tanrı insanoğlunu evvela cennette yaratır: Adem, fakat sonra yanına bir de dişi gönderir: Havva. Bir elleri yağda, öteki elleri baldayken... yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındayken Tanrı'nın kendilerinden tek ricalarını unutuverirler: "ne yapın yapın, bu ağacın elmasına dokunmayın!" (ya da kimilerine göre kadın, adama bilerek unutturur. Kadın kötüdür)

Kadın adama elmayı ikram eder, adam elmayı yer, büyü bozulur ve Tanrı onları cezalandırmak için dünyayı yaratır, adam ve kadını yeryüzüne yollar. Bu elma hikayesi aslında hepimizin bildiği gibi, cinsel temasın metaforik bir anlatım şeklidir.

İşte filmde de gördüğümüz yukarıda bahsettiğim sahneler, dünyanın varoluş inanışıyla böyle bağdaşır. Filmde de, tıpkı inanışta olduğu gibi: cinsel ilişkide doyum anı, beraberinde bebeğin yitirilmesiyle anlatılır. Bu bir cezadır. Tıpkı cennetten defedilmiş ilk adam ve kadının cezalandırılışı gibi.

Aynı şekilde kadının toprağa her basışında ayağının yanması meselesi de, yeni yaratılmış dünyanın sıcak yüzünde dolaşan ilk kadını hatırlatır bize. Tıpkı inanışa göre elmayı ilk adama zorla yedirten ilk kadının, filmde  sık sık adamla cinsel ilişkiye girmek isteyen bir kadınla anlatılışı gibi...

Dediğim gibi bunlar sadece, heyecan kaçırmamak için onlarcasından eleyip verdiğim bir kaç örnek... Eğer filme bu bakış açısıyla bakacak olursanız, bir sürü uyuşan nokta belirleyebilirsiniz...

1-Grief - Yas

Bebeğin ölümünden sonra adamın tek üzüldüğü sahnenin ilk sahne olduğunu ve ardından film boyunca bir kez olsun ağlamadığını, bırakın ağlamayı üzüntü ibaresi göstermediğini görüyoruz. İşte tam bu noktada belirtmem gerekir ki, filmi izleyen çoğu kişi oyuncuları şöyle tanımlıyor: bir kadın, kocası ve bebek. Fakat söylemeliyim ki, film boyunca, adamın kadının kocası olduğuna dair hiç bir belirti göremedim. Belki de ben atladım, olabilir. Ama sırf bu yüzden ve bir yandan da adamın, bebeğin ölümünden "delicesine" etkilendiğini görmediğimden, adamın kadının kocası olduğunu söyleyemeyeceğim...

Neyse: kadın, bebeğin ölümünden son derece etkilenir ve buna kendisinin sebep olduğunu düşünür. Yanında olan adamsa bir yandan, kadına her açıdan kol kanat gererken, kadını "ben de oradaydım, ben de engel olamadım" diye teselli etmeye çalışır. Tüm bu teselli sahneleri, pek masum algılanmamalıdır. Sahnede yalnızca partnerinin yaralarını iyileştirmeye gayret eden bir adamın masumiyeti yoktur. Yönetmenin film boyu devam eden bu sahnelerle asıl anlatmak istediği: kadının ne kadar aciz bir yaratık olduğu ve erkek olmadan da kendi ayakları üzerinde duramayacağıdır.

Silik bir biçimde psikolog olduğunu öğrendiğimiz adam, gelişen tüm bölümlerde, kadını tıbbın elinden kurtarıp kendisi tedavi etmeye kalkacaktır. Bir psikolog olan adam, kendinden yaşça bir hayli küçük, tezini bir türlü bitirememiş, başarısız kadını adeta kollarına alır ve onun ayakta durmasına çabalar. Adam tüm bu girişimlerinde, rol kayması yaşar ve işinin verdiği ciddiyetle kadına yaklaşır. Adam ciddileştikçe kadın bir o kadar vahşi bir biçimde içindeki bitmek tükenmek bilmez acısını cinselliğe döker. Bu sahnelerle de Von Trier, kadın-erkek arası, duyguların ifade ediliş biçimlerine mercek tutar.

2-Pain - Acı (Chaos Reigns - Kaos Hükümdarlığı)

Birinci bölümün sonunda, kadını tedavi etmeye çalışan adam, kadına en çok neyin kendisini korkuttuğunu sorar ve aldığı cevabın Eden Bahçesi olduğunu öğrenmesi üzerine de, kadını oraya korkularıyla yüzleşmeye götürür.

"Eden Cennet Bahçesi

Peki Eden Bahçesi denilen yer neresidir? Eden Cennet Bahçesi, orta doğuda olduğu tahmin edilen, Hıristiyan inancına göre; Adem ve Havva'nın yaşadığı yer olarak düşünülmektedir. "




Eden Bahçesine gidilene dek, adam bir psikolog olduğundan ve de yaşadığı şehrin içinde sırtını her daim bilgiye dayayabildiğinden rahattır. Fakat ne zaman ki, Eden Bahçesi'ne yani; doğaya gidilir, adam bilgilerinden uzaklaşır ve sanrılarıyla yüz yüze kalır... Bu da ona büyük bir yüreksizlik getirecek, sonunda da bu yüreksizlik kadına karşı gardının düşmesine sebep olacaktır. Kadın, doğayla birlikte dürtülerine kavuşurken, iyileşirken; adam gittikçe zavallılaşacak ve kadına karşı aciz duruma düşecektir.


Adamın bir gece uyurken pencereden dışarıya bilinçsizce uzattığı elinin uyandığında baştan aşağıya sülüklerle dolu olması, kadının bir hayli alışık olduğu her dakika meşe ağaçlarından düşen palamutların adama bir o kadar korku vermesi ve buna bir türlü alışamaması, adamın tek başına yaptığı orman gezilerinde gördüğü ölü doğan bir ceylan, diri diri parçalanan bir kuş... gibi hayvanların tüm gerçeklikleriyle adamın önüne serilmesi; kadının alışmakta güçlük çekmediği ve korkularının merkezi olarak tanımladığı doğanın nasıl da adam için bir cehennem olduğunun en bariz örnekleri.






3-Despair - Umutsuzluk (Gynocide - Kadın Düşmanlığı)




Adamın, doğayı akılla kavrama çabasından ötürü yenilgiye uğraması ve aynı anda kadının, doğaya bakarak kendi doğasını keşfetmesi  ve orijinde olduğu şeye yani "kötüye" dönüşmesi pek zaman almaz. Kadın, tıpkı inançta olduğu gibi; şeytanın bir maşası olduğunu algılar ve tüm hareketlerini ona göre şekillendirir.

Tam yönetmen bunu bizlere düşündürtmeye çalışırken, "kadın" rolünü oynayan Charlotte Gainsbourg'un ağzından dökülen şu cümleler çok manidar:

-"Ağlayan kadın, hile yapan kadındır. Bacaklarıyla, kalçasıyla; göğüsleri, dişleri, saçı ve gözleriyle kandırır... Sarıl bana..."


4-The Three Beggars - Üç Dilenci

"‘Deccal’ de (İnanışa göre: Mesih yeniden dünyaya gelmeden evvel dünyaya gelecek olan ve insanları dinden çıkaracağına inanılan varlık)kadın  aklın mesafeliliğine tahammül edemeyen, kendini dille ifade etmekte zorlanan, itirazını yalnızca bünyevi tepkilerle dışavurabilen bir varlık olarak temsil edilir. Erkeğiyle görüş ayrılığına düştüğünde geriler, fikirleri sorgulandığında suskunlaşır. Erkeğin ve aklın hükümranlığına yalnızca içgüdüyle, doyurulmaz cinselliğiyle ve cinnetle başkaldırır."



İşte dördüncü bölüm de bu mantıkla sonlanır. Adamın başına gelenleri izlemek için filmi edinmek gerek tabii.

Fragman


-Epilogue (Sonsöz)


Kadının, filmin ilk sahnelerinden beridir çektiği sıkıntılardan biri olarak göze çarpan anksiyete bozukluğu, filmin sonunda adama da geçer. Kadın amacına ulaşmıştır. Anksiyete'nin fiziksel etkileri vardır: bulanık görme, ağzın koruması, duyma bozukluğu,titreme, nefes darlığı, nabız yükselmesi, bulantı... gibi belirgin etkilerin sonunda kasından adama geçmesi ne demektir? Acaba en kudretli olarak tarif edilen adamın, kadınsız hiçbir şey yapamayacağını mı anlatır bu sahne? Düşünsenize bir: tüm iyi insanları da, tüm kötü insanları da yaratan kadındır. Erkek ne yaparsa yapsın, kadınsız bir hiçtir aslında. Bilimsel araştırmalara göre; kısa bir süre sonra kadının erkeksiz de üreyebileceği gerçeği ortaya çıkmıştır. Oysa erkek, kadının doğurganlığı olmasa bir hiçtir. Yani erkek, bir nevi kadına bağımlı, muhtaç olarak doğar. Ve eğer kadın, kötülüğün anası olarak biliniyorsa... bu erkeğin kötülüğe muhtaç olduğu anlamına mı gelir?..

İşte tüm bu sorular, filmin en son sahnesinde, doğanın ortasında yapayalnız kalmış çıplak erkeğin üzerine gelen yüzlerce, hatta belki binlerce yüzleri gözükmeyen kadının yürüyüşleri gibi yürür, girerler beynimize.

Güzel film işte budur, aklımızda sorular bırakan ve cevaplarını da bulmamamız için adeta yutan filmler...




Gelelim Yazının En Başında Değindiğimiz Noktaya: Yönetmen-Film İlişkisi:

Peki, her şeyi anladık. Peki bir yönetmen neden böyle bir film yapar. Kendisi her ne kadar Cannes film festivalinden güzel ödüllerle dönse de, bir yandan da bir "anti-ödül"almış. Ve bunun gerekçesi de filmin "Misognizm-Kadın Düşmanlığı" içeren yapısı.

Lars Von Trier, kesinlikle bu görüşü benimsemeyip, "ben filmdeki kadını, adamdan daha iyi anlıyorum" dese de, hayatı böyle söylemiyor gibi...

-Trier'in annesi, 1995 yılında ölüm döşeğindeyken ünlü yönetmene "babası olarak bildiği kişinin aslında biyolojik olarak babası olmadığını söylüyor"... Bunun üzerine Trier babasını arıyor ve bu doksan yaşındaki adamı bulduktan sonra kendisine, oğluyla ancak mahkemede konuşabileceğini söyleyerek, onunla kavga ediyor.

Bu bir evlatta kadın nefreti doğurur mu? Evet, belki de bir film yaptı diye bir adamın üzerine bu kadar gidilmez. Peki, kendisinin hamile karsından, sırf daha genç ve güzel diye bebek bakıcısıyla birlikte olabilmek için ayrıldığını söyleyesek? Yine mi yeterli olmaz!

Ufak bir not, Oyunculuklara ilişkin:

Film boyunca, neredeyse, yalnızca Williem Dafoe ve de Charlotte Gainsbourg'u görüyoruz. Sanırız ki Hollywood'tan başka yerde oyuncu yok... Gainsbourg, Cannes'dan ödülle döndü; Dafoe ise eli boş... Hiç önemli değil. İki Oscar adaylığı bulunan bu aktör, hiç gözden kaçacak cinsten değil.




Kapanış cümlesi Lars Von Trier'in, Cannes Film Festivali'nde neden böyle bir film yaptığı sorusu üzerine verdiği cevapla olsun:

"Özür dilemek zorunda olduğumu düşünmüyorum. Bu çok ilginç olurdu. Ben bir film yaptım ve misafir olan sizlersiniz, ben değil."

17 Aralık 2010 Cuma

Mesrine-Part No:1: L'Instinct de Mort / Mesrine-Part No:2: L'ennemi Public, no#1


Filmdeki bazı olaylar hayal ürünüdür.
Herkesin farklı duygular beslediği bir insanın hayatını doğru bir şekilde
filme aktarmak da mümkün değildir.


Size bir öneri: eğer izlemeye koyulduğunuz bir filmin ilk karesinde buna benzer bir yazıdan oluşuyorsa, aman koltuklarınıza iyi yapışın, filmin sürükleyiciliğinde ve hızında kaybolabilirsiniz!

Mesrine serisi, daha evvelden izlediğim iki filmden oluşuyordu: Mesrine-Part No:1: L'Instinct de Mort ve Mesrine-Part No:2: L'ennemi Public, no#1.

Sırf bu iki filmi en baştan, sevdiğim insanlarla; Ukde Sineması müdavimleriyle ve bu sefer ardarda izleyebilmek için, saat 20:00'de hazır ettik çaylarımızı, geçtik beyaz perdenin önüne.Ukde Sineması müdavimlerinin filmlerden oldukça etkileneceklerini biliyordum; ama ben, ki daha evvelden iki kere izlemiş olduğum bu seriden nasıl olur da, sanki ilk defa izliyormuşçasına etkilenebildim, bilmiyorum. Sanki iki yüz kırk altı dakikalık bir yolculuğa çıkmıştım ve gözümü bir dakikalığına da olsa yoldan ayıramıyordum. Film insanı öylesine bağımlı hale getiriyor.

Fazla uzatmadan filmin konusuna geçelim:

Birinci ve ikinci bölüm, her ikisi de; meşhur Fransız gangsteri Jacques Mesrine'in yasadışı yolculuğunu anlatıyor. Bin dokuz yüz altmış ve bin dokuz yüz yetmiş yılları arasında faaliyetlerinin en babalarını gerçekleştirmiş olan ve sürekli değiştirdiği imajından ötürü "bin bir yüz" olarak da bilinen bu gangsteri muhteşem aktör, Hollywood filmlerinde de birçok kez rol almış Vincent Cassel oynuyor. Ama o ne oyunculuk! O yıl Oscar dışında neredeyse filmin gösterildiği her festivalde en iyi erkek oyuncu dalında Cassel ödüle layık görülüyor ve bu başarıyı, filmi izleyen çoğu kimsenin de benimle hemfikir olacağını varsayarak; tartışmasız hak ettiğini düşünüyorum. Film boyu tamamen izleyiciyi kendine inandırmayı başaran ve baştan aşağıya bir saniye olsun sırıtmayan Cassel için yapılabilecek en acıklı şey, sanırım; kendisine bir Fransız olduğunu hatırlatmak olurdu... Öyle ki çoğu Fransız, İngilizce telaffuz konusunda büyük bir zorluk çekmekte ve kendilerini Hollywood'te temsil etme şansını, her ne kadar muhteşem oyuncu da olsalar, bulamamaktadırlar... Cassel'i belki bu sınıfın biraz dışında tutabiliriz. Ne var ki kendisi birkaç Hollywood filminde oynadı. Ocean's serisinden twelwe ve thirteen'i izleyen var mı? Yakın zamanda da yine kendisini bir Hollywood filminde görme fırsatını yakalayacağız: Black Swan. Bu yıl en iştahla beklediğim filmlerden... Sanırım Oscar'ı da kapacak...

Bu acıklı "İngilizce durumu" Cassel'i üzüyor mudur, tabii bilemeyiz. Mesela ben Şener ŞEN'in ingilizce film çeviremediğini, olağanüstü yeteneklerini Amerikan sinemasında da sergileme fırsatı bulamadığına yandığını pek zannetmiyorum. Cassel böyle bir idealist midir bilemiyorum doğrusu. Ama bir LA HAINE vardır ki... Vardır yani! Hiç gerek yok, o muazzam filmde oynadıktan sonra Hollywood aşkıyla tutuşmaya. Ya da yetinmemek midir doğru olan... Bilemedim.

Özetle film bir anti-gangster gangsterin hayatını anlatıyor.

Hapishane Sahneleri

Filmin en etkileyici yönlerinden birisi de: Mesrine'in yüksek zekasıyla bir yolunu bulup, sürekli düştüğü hapishanelerden kaçabilme başarısının muntazam bir şekilde beyaz perdeye yansıtılması. Filmin bir çok yerinde yaşananların hayal mahsulü olduğu söylense de, bu hapishanelerden kaçma sahneleri abartılı olsaydı, bir şeyler dişime dokunuverirdi; filme karşı olan inancım bir anda sarsılırdı... Bunu istemeyiz, değil mi!

Hapishane sahnelerinin geliş anları da ilginç. Ne zaman filmin durgunlaştığını hissediyorsunuz, bir anda bir hapishaneden kaçış sahnesiyle ayılıyorsunuz, sanki suratınıza bir bardak soğuk su yemiş gibi diriliyorsunuz.







Zorla Sistem Karşıtlığı

Filmin bence en çarpıcı yanı; başarısına başarı katan, "bir numaralı halk düşmanı" olarak anılmaya başlayan bir suçlunun, yaptığı yasadışı eylemleri bir ideolojiye bağlama gayretiydi. Daha çok ikinci filmde bu noktanın üzerine eğilinilmiş. Bir süre komünist dostlarıyla yakınlaşan Mesrine, tüm yasadışı eylemlerini inatla sosyalist çıkar uğruna harcamaya gayret eder, fakat başarısız olur. Kendisine göre yaptığı tam anlamıyla bir sisteme
karşı isyandır. Sanırım filmi izleyen bir çok kişi bu konuda kendisiyle hemfikir olur; benim olduğum gibi. Gerçekten bankalardan çalmak, kendisinin deyimiyle "ben sistemden çalıyorum" bakış açısı tam anlamıyla kabul edilebilir bir bakış açısıdır, fakat bilinmelidir ki Jacques Mesrine bir çeşit modern Robin HOOD da değildir. Robin HOOD zenginlerden, sistemden çaldığı paraları fakirlere verirken; Jacques Mesrine zenginlerden, sistemden çaldığı paraları sevgilisine incik-boncuk, kendisine lüks bir yaşam tarzı benimsemek üzere kullanır. Yani Mesrine, aslında sistemin bir parçası haline gelir. Charly adlı, ikinci filmde karşımıza çıkan yoldaşın bu konuda Mesrine'e söyledikleri zaten pek çok şeyi açıklamaktadır.

Bir Savaşın Kalıntıları

İçinde bulunduğumuz zamanlarda, dünya üzerindeki hunhar savaşların, geçtiğimiz yüzyıldakilere oranla çok daha azaldığını söyleyebiliriz. Bir tane bile olması kabul edilir olmasa da; yine de dünya savaşlarına oranla, insanlar biraz daha yaşanabilir kılmaya gayret ediyorlar şu dünyayı. Tekrar ediyorum: yaşadığımız iki dünya savaşı zamanının insanlarına oranla... "Birinci dünya savaşı şu ile şu yıllar arasında yaşandı ve bitti, ikinci dünya savaşı keza öyle..." demek, maalesef işe pek yaramıyor. Çünkü savaşların toplumlarda bıraktığı yaralar, savaşlar faal olarak devam etmeseler de, kalıcılığını koruyorlar... Jacques Mesrine de bunun en güzel örneklerinden. Fransa-Cezayir savaşında görev almış Mesrine'in, hepsi olmasa da bir çok eyleminin savaş günlerinin ona öğrettiği sertlikle alakası olduğu açıkça söylenebilir. Filmin de zaten bu sahne ile başlaması, bunu net bir biçimde gösteriyor.

Roman Sanatıyla Bağlantılı Bakış Açısı

G.G Marquez, iyi bir romanın sonunun en başından verilmesi gerektiğini söyler. Çünkü kendisi her okuyucunun, canı istediği takdirde kitabın son sayfasını açarak hikayenin nasıl biteceğini öğrenebileceğini bilenlerdendir ve bu sebepten şuna inanır: "eğer kitabın sonunu daha henüz ilk sayfadan okuyucuya verirsen; okuyucu tüm kitabı, öykünün nasıl sonlanacağını değil; öykünün sonunun nasıl hazırlandığını öğrenmek için okuyacaktır."

İyi diyebileceğimiz çoğu romanın sonunun, henüz ilk satırdan bize verildiğini görürüz. Bu bir taktiktir. Örnek: Orhan PAMUK, MASUMİYET MÜZESİ: "Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu."

Dil bilgisi açısından sıfır bu cümleden çıkardığımız kitabın sonunun pek de hayırlı bitmediğidir. Fakat yine de kitabı okuruz, neden? Çünkü bu hayırsız sonun nasıl hazırlandığını bilmek isteriz. Kitabın sihri işte oradadır. Oysa kitabın sihri yalnızca sonu olsaydı.  Hemencecik son sayfayı açardık ve kitabın nasıl bittiğini öğrenip, hemen rafa kaldırır, çürümeye terk ederdik. Bu basitlik olurdu.

İyi romancılar bunu çok iyi bilirler. İyi yönetmenlerin bildikleri gibi. Mesrinenoktaya geldiğini izlemek uğruna ağzımızın suları aka aka izliyoruz.

Bu sebeptendir ki, hayatım boyunca "sus, sonunu söyleme!" diyen okuyucuların ya da sinemaseverlerin her zaman eksik olduklarını düşünmüşümdür...  

 

Malena


Bana dünya üzerinde gördüğün en güzel kadınları say deseler, Monica BELLUCI herhalde ilk beş içerisinde yer alır. Zannedersem bir çok erkek de benimle bu konuda hemfikirdir. Sinemada da pek tabii, çirkin ama yetenekli oyunculara ihtiyaç olduğu gibi; güzel ama pek de yetenekli olmayan oyunculara da ihtiyaç vardır. İnsan -kadın, erkek diye ayırmıyorum- sinemaya girdiği vakit, kimi zaman beyaz perdede temiz-pak, sanki kalemle özene bezene çizilmiş gibi insanlar görmek ister. Bu hepimizin başına gelir.

Oceans serisinde beyaz perdede eli yüzü düzgün adamlar görmek, güzel kıyafetler içinde, şık arabalar kullanırlarken onları izlemek... nasıl diyelim: rahatlatır insanı. Temiz bir odaya girmek gibidir bu durum, ya da yepyeni bir silgi alıp kullanmaya, onu kirletmeye bir türlü kıyamamak gibi... Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan nokta, sinemanın bu güzel insanlara ihtiyacı olmasıdır. Çok iyi olmayan oyunculuklarını kimi zaman güzellikleriyle kompanse eder bu oyuncular. Zaten roller de genelde onların bu özelliklerine göre gelir kendilerine...

Dikkat edince mesela bir dönem Brad PITT'in, oynadığı tüm filmlerde vücudunu sergilediğini -kendisi kesinlikle kötü oyuncu değildir-, Monica BELLUCI'ninse neredeyse her filminde bir kez seviştiğini, ya da göğüslerini gördüğümüzü söyleyebiliriz. Bu gayet normaldir. Çünkü çoğumuz Robert DE NIRO'nun vücudunu pek etkileyici bulmayız; ya da biz erkekler için Meryl STREEP'in göğüslerini görmenin pek de cazip olmayışı örnek verilebilir tabii...

İşte bu durum; kimi zaman filmin altında yatan mesajın, aktör/aktrisin fazlasıyla, görsel anlamda mükemmele yakın oluşu yüzünden kaybolmasına yol açar. Yani seyirci -erkekse- beyaz perdedeki güzeller güzeli kadının göğüslerine öylesine odaklanır, -kadınsa- erkeğin kaslarını öylesine baş döndürücü bulur ki, filmin anlatmaya çalıştığı şey kaybolur gider. Bu Cem YILMAZ'ın oynadığı bir reklamı izleyip, saatlerce gülüp, etraftaki herkese espriyi anlatıp, sonunda "hangi ürünün reklamıydı peki?" diye sorulduğunda geveleme durumuna benzetilebilir. Buna reklamcılıkta "oyuncunun, ürünün önüne geçmesi durumu" denir.

Aynı bağlamda filme, Malena'ya bakalım...

Bin dokuz yüz kırk yılında, İtalya Mussolini önderliğinde ikinci dünya savaşına dahil olduğu zaman; filmin başrol oyuncularından on iki yaşındaki Renato'nun hayatına iki yeni şey girer:
1-Yeni bir bisiklet,
2-Kocası Afrika'ya savaşa giden dünyalar güzeli kadın Malena...

Burada dikkatle bakıldığı zaman, aslında kadını bir "mal" gibi gösterme durumu var mı, bilemiyorum. Ama bunun bir dönem filmi olduğunu ve kadınlara karşı bugün bile mükemmel olmayan yaklaşımların, o zaman daha bir tüyler ürpertici olabileceği gerçeğini gözardı etmemek gerek.

Malena, Sicilya'ya (film Sicilya'da geçiyor) sırf kocasının yanında olabilmek için gelmiştir. Sevdiği adamın peşinden geldiği bu şehirde ise, maalesef kocasının savaşın başlamasıyla orduya katılışı yüzünden yalnız kalmıştır.

İşte film aslında bu noktada başlar. Bu ancak bizim ülkemizde olur, dediğimiz şeyler İtalya'nın güneyinde Sicilya'da da Malena'nın başına gelmeye başlar. Malena güzelliğinin cezasını çekmektedir. Herkes onu bir seks objesi olarak değerlendirir. Erkeklerin hepsi, evli olanları da dahil Malena'ya aşık olurlar ve ona karşı önlenemez bir cinsel istek beslerler. Bu durum erkekler arasında, bir çeşit soğuk savaş başlatır; tıpkı ikinci dünya savaşından sonra A.B.D ile Sovyet Rusya arasında başladığı gibi... Kadınlar ise erkeklerini kaptırmamak için yavaş yavaş Malena'ya antipati beslerler. Bu antipati önce nefret, sonra ardı arkası gelmez dedikodulara, en sonunda da Malena'ya bitmek tükenmek bilmez hainlikler yapmaya kadar gider...

Buna rağmen herkesin durmayı bildiği bir nokta vardır; çünkü Malena netice itibariyle evli bir kadındır ve kocası günün birinde savaştan dönecektir.

Fakat Melena'nın kocasının ölüm haberiyle, Sicilyalı erkekler artık sınır tanımazlar ve açık seçik Malena'yı taciz ederler. Tüm bu olanlara karşı Malena duruşunu bozmaz ve kaybettiği kocasına olan sadakatini uzun bir süre korur. Fakat Sicilyalı erkekler onun yakasını bırakmayacaklardır...

Tüm bu olaylar olurken Renato AMOROSO (çok uygun bir soyad; "aşk dolu" demek İtalyanca) ilk aşkını çoktan bulmuştur; Malena... Fakat Renato'nun beslediği aşk, tıpkı yaşı gibi çok naif bir aşktır. Kasabanın diğer erkeklerininki gibi hayvani değil; daha çok içinde yaşadığı, yalnızca kalbinde hissettiği bir aşktır. Elbette cinsel bir yönü vardır. Ama bu cinsel yön, Malena'ya hiçbir zaman acı çektirme eğilimi gütmeyen bir cinsel yöndür. Kendisi sadece aşıktır... Gerçek anlamda aşık.


Film, bir kadının erkeksiz kaldığı zaman; hem hemcinslerince, hem de karşıt cinslerince ne kadar büyük zarar görebileceğini anlatan bir bakış açısına sahip. Bu bakış açısı elbette cehaletten temellenen bir bakış açısı. Cehalet, basitlik, yabani... nasıl adlandırırsanız.

İkinci dünya savaşını anlatan onlarca filmin yanında bence güzel bir renk olmuş. Bu filmi izleyerek pek tabii ikinci dünya savaşını ve zararlarını anlamak mümkün değil. Ama toplumsal zararlar dışında bireysel zararları yok muydu bu savaşın, diyenler için de güzel bir örnek Malena.

Başta da söylediğim gibi, keşke oyuncunun güzelliği biraz daha örtülseydi. Monica BELLUCI'yi baştan aşağı anadan doğma görmek, elbette ki gözlerimi şenlendiren bir durum oldu; ama gönül isterdi ki bu kadar filmin önüne geçmeseydi bu nahoş sahneler. Konunun derinliğine sanki biraz hakaret gibi olmuş...


Filmin bir de harika bir patlama şarkısı var. Zaten bu soundtrack'le de Oscar adaylığına layık görülmüz film. "Ma l'amore no." "Ama aşkım hayır", demek sanırım. Eğer öyleyse, filmle uygunluğunu tartışmak mümkün değil, on numara olmuş denilebilir...


Filmin en sonundaki konuşma, sanırım Renato'nun Malena'ya ne kadar büyük bir aşk beslediğinin, gerçek aşkın aslında asla sahip olamadığımız, olamayacağımız; yalnızca kalbimizde, zihnimizde, hayallerimizde yaşattığımız aşk olduğunun en büyük ifadesi:

"Çevirebildiğim kadar hızlı çevirdim pedalları... Sanki özlem dolu dakikalarımdan, masumiyetimden, 'ondan' kaçıyormuşum gibi... Çok zaman geçti üzerinden ve ben birçok kadını sevdim. Yakınlaştığımız vakitlerde bana 'günün birinde onları hatırlayıp hatırlamayacağımı' sorarlardı ve ben de onlara hep yalan söyler 'evet, hatırlayacağım' derdim. Ama aslında tek hatırladığım kadın, bana bu soruları hiçbir zaman sormamış olan kadın oldu..."

"Gerçek olan aşk; karşılıksız olandır... Ne kadar ayrı kalırsak, aşkım o kadar büyür..."

Son söz: Lütfen bu filmi bir porno olarak değil, bir ikinci dünya savaşı aşk filmi olarak değerlendirin. Bir de elbette filmin konusundaki "Fatmagül'ün Suçu ne?" benzerliği el yakıyor. Böylesine içler acısı bir durumu keşke vaktinde biz film yapabilseymişiz, belki o zaman ilk defa bir Türk filmi Oscar adayı olmayı başarırdı. Konu bizim, ekmeğini başkaları yiyor. Olur iş mi?

16 Aralık 2010 Perşembe

The Good Shepherd


Uzun bir aradan sonra Ukde Sineması'nda tekrar film izleme vakti bulabildim. Bu sıralar biraz yoğundum, yoğunum. Sinema zevki pek tabii kesintiye uğramaması gereken bir şey: kabul, fakat kimi zaman insanın elini kaldıracak hali olmuyor. Havalar mı acaba buna sebep?

"Bakıyorum da misafir olmadığı zaman film izletmiyorsun hiç...", diyen babama inat, zevkli olacağını düşündüğüm "babam tarzı" (bu tarzın ne olduğunu the untouchables yazımda ifade etmiştim) bir film koydum "play" e bastım.

Akşamüstü mate içmiş olduğumdan pek uykum gelmez diyordum, ama filmin Hollywood filmi olmasına rağmen ağır temposu hem beni, hem babamı yordu. Öyle ki bir çok yeri ya o kaçırdı ben ona anlattım, ya ben takip edemedim o bana anlattı. "Peki ya ikinizin de aynı anda kaçırmış olduğunuz yerler?" diyen olursa da cevap oldukça naif: "o yerlerden haberimiz yok, huzurumuzu bozmadık..."

Filmin konusundan bahsettiğim zaman birçok kimse "e, iyi de, bu film nasıl ağır olabilir? Bir sinemasever bu filmde nasıl mayışabilir?" diye düşünecektir. Haklıdır da... Ancak dediğim gibi; son dönemlerde, genel olarak hayatımın her dalında bir mayışıklık, ayağa kalkacak hali olmama durumu mevcut. Üzücü tabii... (Ya da değil, neden üzücü olsun ki!)

Yeri gelmişken, geçen gün uzun metrajlı tarih programlarımızdan birisinin konuğu Prof.Dr.İlber ORTAYLI'ydı. Seyirciler mail yoluyla sorular soruyorlar, adam da gayet içtenlikle, hafif de seyirciyi aşağılar biçimde cevap veriyordu. Neden bilmem bu durum pek hoşuma gitti. Acaba Yeraltından Notlar'ı taze okumuşluğun bunda bir etkisi var mıdır? Her neyse. Adama şöyle bir soru geldi: "hocam! Günde kaç saat uyumak gerekir?". Adam hiç düşünmeden, aynı kalkık kaşların verdiği bilmiş ifadeyle "beş buçuk saat. Akşam beş saat, öğleden sonra da yarım saat siesta", dedi. Düşündüm de, bu benim için herhalde hiçbir zaman geçerli olamayacak...

Uyuşukluktan gelelim filmin konusuna.

Bahía de Cochinos'u bilirsiniz. Hani şu Küba'nın güneyinde yer alan "Domuzlar Körfezi".Castro başa geldikten sonra, devrimini yaptıktan sonra gayet nazik bir biçimde Kübalılara sorar: "biz komünizmi getirdik, bu dakikadan sonra gümrüklerimizi, dış ilişkilerimizi ona göre düzenleyeceğiz, eğer bu fikre karşıysanız, buyurun kapı açık". Kimi Kübalılar da bunun üzerine ülkelerinden ayrılmayı tercih ederler. Her şey normal gibi durur, fakat 1961 yılında, sürgündeki Kübalılar, ABD'nin de desteğini alarak Küba'ya çıkarma yapmaya kalkışırlar. Fakat bu işgal girişimi, başarısızlıkla sonuçlanır.

İşte The Good Shepherd'in konusu, bu işgal girişiminden temelleniyor. İşgal girişimini yönetenler arasında Edward Wilson (Matt Damon) var ve kendisi, hem özel hayatında, hem de profesyonel yaşamında hep soğuk, kendine güveni son derece yüksek birisi. Buna rağmen işini iyi yapıyor. Etrafındaki çalışanlarıyla arası kötü, daha doğrusu "seviyeli". Onlara karşı burnu kalkık bir hava sergiliyor. Belki bu sebepten, belki başka bir sebepten huylanıp -hikayelerin sonunu vermemeyi kendime adet edindiğimden net cevap vermeyeceğim- araştırma yaparak, ekibinin içerisinde bir casus olduğunu, Küba'ya haber taşıdığını fark ediyor. Film de bunu Bahía de Cochinos çıkarmasının başarısız oluş sebebi olarak gösteriyor. Bu konuda yorum yapmak istemiyorum, çünkü doğrusu nedir bilebilecek bir konumda değilim.

Castro'nun çıkarmadan haberi olduğunu, birilerinin Castro'ya  casusluk ettiğini anladıktan sonra Wilson, bir yandan bu muhbiri ararken öte yandan da kimi geri dönüşler yaşıyor; babasının intiharına, Yale Üniversitesi'nde eğitim aldığı günlere, hızlı gelişen evliliğine, oğluyla arasında doğan haklı mesafeye dönüyor.

Biz de tüm bu geri dönüşlere tanık olarak, Wilson'un güncel zamanda yaptıklarının, tüm eylemlerinin sebeplerini irdeleme fırsatı buluyoruz.

Film bu açıdan gerçekten hoş. Ben de bugün insanlara tokat atmaktan zevk alanların, geçmişlerinde mutlaka çok tokat yemiş olduklarına inananlardanım. Bu yüzden Wilson gibi soğuk ve kimi hareketlerini anlamakta güçlük çektiğimiz insanların davranışlarını izlerken, bir yandan geçmişini öğrenmek, güne bir nevi ışık tutuyor.

Film bir savaş filmi asla değil. Soğuk savaş dönemlerini yaşayan, yöneten veya yalnızca maşa olan insanların psikolojilerini anlatıyor denilebilir. Ve belki de son cümle, Wilson'ın tüm ailesini kimi zaman işi uğruna karşısına aldığı gerçeği üzerine edilecek olursa şöyle olurdu; bir insanın, sevdiği ülkesi için neleri karşısına alabileceğini görmek istiyorsanız, bu filmi izleyin... Ki, bu da hiç benlik bir kapanış cümlesi olmadı.

Hele oturup filmin ismiyle ilgili konuşmaya başlarsam, ya da burada vatan millet sakarya! naraları atarsam, hiç olmaz. En iyisi burada kesmek. De NIRO'nun filmi yönettiğinden bahsetmedim. Bahsetmek de istemiyorum. "Görmemiş olayım" deyip, De NIRO sevgime devam etmek istiyorum...

Bu arada, Joe PESCI'yi yıllar sonra, De NIRO'nun yönettiği bir projede görmek çok hoştu. Devamı gelsin!


Son olarak bir keşke: "keşke bu filmi daha ayık olduğum ve zihnimin daha açık olduğu bir zaman izleseydim. Belki izlerim de..."