Kasım 2010

23 Kasım 2010 Salı

Meet Joe Black


"Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan."



Yahya Kemal BEYATLI, Sessiz Gemi adlı şiirine işte bu mısralarla başlar. Türk şiirinde ölüm temasını, C.S. TARANCI ile birlikte şiirlerinde en çok ve en iyi işlen ozanlarımızdandır BEYATLI. Ölümün ne olduğunu anlatmayanlardandır BEYATLI, ölüme dair bir bakış açısını insan psikolojisi üstünden işlemeye gayret eder. Nasıl düşünür insan ölüm hakkında, nelerden korkar... Bunları koklarız BEYATLI'nın mısralarında.

Ve bir bilinmezlik. "Meçhule giden gemi" benzetmesinde gördüğümüz bu bilinmezlik...

İşte kimilerine göre bu bilinmezliktir ölümü korkunçlaştıran. "Öteki tarafta görüşeceğiz, hiç merak etme!" gibi vaatler, maalesef, kanıtlanamadıkları için safsatadan ibarettir. Bu, bilinmeyene tanım getirme çabası, arkada bırakılanların acısını dindirme iyi niyetinden doğar. Saygı duyulur, ama kimi zaman da işi zorlaştırır.

İşi zorlaştıran bir başka durum ise, öleceğini bilmek olmalı. Ne zaman öleceğinizi öğrenmek korkunç olmaz mıydı? Bir düşünsenize; ne zaman, nerede, nasıl öleceğinizi biliyorsunuz! Hayatınız yaşanılır olmaktan çıkmaz mıydı? Muhtemelen elde avuçta ne varsa saçar, yapamadıklarınızı yapma gayreti içine girerdiniz... Ya da bir çok sevap işleme çabası alıkoyardı sizi son günlerinizde istediklerinizi yapmaktan. Öteki dünya ve fani dünya kalıpları arasında sıkışır kalırdınız. "Acaba hangisi, son günlerimi hangisine yatırım yaparak harcasam!"

Peki ya başarılı bir iş adamı olsanız... Tüm ömrünüzü firmanızı üst düzeye çıkarmak için gece gündüz çalışarak geçirseniz ve bu yüzden kalbiniz, bedeniniz henüz altmış beşinde çökse? Günün birinde garip sesler duymaya başlasanız ve karşınıza bir adam çıkıverip size şöyle dese; "senin yanına tatile geldim, canım sıkılana kadar buradayım, sonra gideceğim ve giderken seni de yanımda götüreceğim...". Nasıl olurdu? Ölümle tanışmaya cesaretiniz var mı? Cevap eğer "hayır"sa, bu görüşünüzü -kadınlara söylüyorum- ölümün Brad PITT oluşu değiştirebilir mi?

Meet Joe Black, azrailin dünyada çıktığı tatili anlatıyor. Azrail, kendisine uygun bir fani seçip onun yanında tatiline başlıyor. Fani -Anthony HOPKINS- azrailin keyfini yerinde tutmak zorunda, çünkü aksi takdirde azrail tatilini sonlandırır ve boyut değiştirir ve giderken de yanında Anthony HOPKINS'i de götürür...

Fani zengindir. Bu sebepten azrailin yapmak istediği her şeyde kendisine yardımcı olabilir fakat azrailin, faninin kızına aşık olabileceğini hesaba katmaz. Hele giderken faninin kızını da yanında götüreceğini asla... 

Buradan bir aşk hikayesi alevlenir. Bir başka yerden de kapitalizmin kendi evlatlarını öldürmesi hikayesi... Filmin bir şekilde ilerlemesi gerekiyor değil mi?


Hayata dair önemli mesajlar içeren bu filmi ilk izleyişimi hatırlıyorum da, sanki çok daha fazla kendimi kaptırmıştım. İkinci film bana biraz Issız Adam kokusu verdi. Film boyu pek aksiyon yok, en sonunda itekleme bir duygusal sahne ve hüngür şakır ağlayan seyircinin bir hafta film hakkında orada burada "muhteşem bir filmdi!" diye ağlanması... Acı ama böyle.



Brad PITT'i öldürme dersleri





















Filmin soundtrack'i için ayrı bir parantez açmak gerekir. 

Road to Perdition, Scent of a Woman, American Beauty, hatta The Shawshank Redemption gibi önemli filmlerin soundtrack'lerine imza atmış Thomas NEWMAN bence önemli bir iş çıkartmış. Bilhassa Israel Kamakawiwo'ole'nin, Facing Future adlı albümünde yer alan ve Kamakawiwo'ole'yi tek başına en etkili Hawai müzisyenlerinden biri haline getiren Over the Rainbow/What  a Wonderful World karması şarkıyı filmin en sonunda duymak çok mutluluk vericiydi.

Christopher Reeve-O'nu böyle hatırlayalım...
Brad PITT
Ayrıca; Brad PITT gibi yakışıklı bir adamın azrail rolünü oynaması çok ilgimi çekti. Böyle bir "naif" suratı seçmelerinde bir kasıt olup olmadığını düşünürken öğrendim ki; yerine Superman serilerinden tanıdığımız Christopher Reeve düşünülmüş daha evvel ancak Reeve bir at kazası geçirince maalesef filmde oynayamamış. Bu, filmde azrail rolünü böyle temiz bir yüze bilerek verdiklerinin kanıtı olarak algılanabilir. Acaba filmi yumuşatmak için mi yapılmış bir hareket, eğer öyleyse işe yaramış olduğunu sanırım kabul etmeliyiz. Ama yine de, bir pislik surat tarafından oynanan azrail rolünü de görmek isterdim sanırım.

Ukde Sineması


Türk Dil Kurumu resmi kayıtlarına göre Sinema;

Fr. cinéma
(sine'ma)

1. Herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunların resimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir ekran veya perde üzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işi.

2. Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapı.

Çoğuna göre;

Tabii ki yedinci sanat!

Fakat bence sinema bu tip (bla bla) açıklamaların çok ötesinde. Sinema hayat değiştirebilir. Sinema yaratır. Sinema replikleri ağzınıza bular. Sinema görüntüleri kafanıza kazır. Sinema sizi kısa bir süreliğine Grace Kelly, Marlon Brando, Al Pacino, Brad Pitt yapar. Soyutlanırsınız gerçek hayatınızdan. Tam ağlayacakken bir mendil uzatır size sinema. Tam gülecekken, soru işaretleri sıkıştırır kulağınızdan düşüncelerinize sinema. Sizi her şeyden uzaklaştırıp, -son- kelimesine kadar salonuna davet eder. İngiliz beş çayı, Arjantin Mate’si, Alman birası, Fransız şarabınız olur sinema...

İşte bu sebepten, bu günden itibaren bu blogda, arka bahçemde oluşturduğum küçük yaz sinemasının günlüğünü yayınlayacağım.
Bu sinema yaklaşık iki yıldır hayalimdi. Bunu başarmak istiyordum. Para biriktirmek, projektör almak, film arşivi oluşturmak, bahçeyi temizlemek ve “hazırım” demek. Eğer tüm bunları yapamasaydım, içimde ukde kalacaktı. İşte bu yüzden sinemamın adı; Ukde Sineması!

"Play it, Sam. Play 'As Time Goes By.”

Ingrid Bergman, (Ilsa Lund, Casablanca) #1942

American Psycho


28 Haziran, 2010 

"Rawlinson: Listen Patrick, can we talk?”
"Bateman: You look... marvelous. There's nothing to say.”

Dün geceden başlayarak bugünün ilk saatlerine kadar Ukde Sinema’sında artarda izlediğim iki filmden ilki bir roman uyarlaması olan “American Psycho-Amerikan Sapığı” idi. İsme bakarak tahminde bulunmam istense, kesinlikle; “Amerikalı bir sapığı anlatıyordur zannedersem bu film” derdim ve yanılırdım. Öyle ki film bittikten sonra bu filmin tamamen “Amerikan dünyasının, fikrinin sapığı” olarak algılanmasının daha doğru olacağını hissediyorsunuz.

Basit bir katil hayatının işlendiğini hissediyorsunuz filmin başlarında, ta ki ortaya farklı insanların sahip olduğu birebir aynı kredi kartları, arabaları; zengin kesimin zengin beğenileri, birbirlerine özenmeleri, yetinememeleri, hep bir çekişme halinde olmaları… gibi bariz kapitalist dünyayı anlatan belirtileri fark edene dek…

Filmin bir diğer ilginç yanını anlamak ise; sinema dünyasındaki diğer psikolojik bozukluklar yaşayan kahramanları bilmekten geçiyor. “A Clockwork Orange” (1971-Stanley KUBRICK) filmindeki Alex de Large kahramanının büyük bir Beethoven hayranı olduğunu unutmadan American Psycho’ya baktığımız zaman Beatman rolünün müzik ile olan ilişkisini daha iyi yorumlayabiliriz.

Gerçek hayatımda da, belki bu yüzden, hep, farklı müzik anlayışı olanlardan (takıntılılık halinden bahsediyorum) biraz da olsa korkmuşumdur. Müzik, özellikle bizim jenerasyonumuzun müziği çok dallı budaklı ve başka başka noktalara gitmiş bir müzik. Belli bir alanda takılı kalmak, sadece kararlılığın masum bir göstergesi gibi gelmiyor bana.

Filme dönecek olursak; kitabını okumadan izlediğim bir film olduğu için beğendiğimi ve aklımda bir resim olmadan izlediğimi söyleyebilirim. Üzerine yapılan yorumlara baktığım vakit, kitabın çok daha bomba olduğunu söyleyenlerin çokluğu dikkatimi çekiyor. Ne hak verebiliyorum, ne de haksızdırlar diyebiliyorum. Sanırım kitabını okumam gerekecek…

21 Kasım 2010 Pazar

The Curious Case of Benjamin Button



Beğendiğimiz, severek okuduğumuz romanların, öykülerin beyaz perdeye aktarılacağını duymak, geçmişte şahit olduğumuz kimi facialardan ötürü bizi biraz korkutur. Haberi aldığımızda canımız sıkılır ve tadımız belli oranda kaçar. Bu nahoş durumun varoluş sebebiyle ilgili çeşitli üstatlar farklı görüşler dile getirmişlerdir. Bu görüşlerden en çok katılabileceğim kuşkusuz; yazılı metni okurken kafamızda canlandırdığımızla, beyaz perdede olanın uyuşmamasıdır; çünkü beyaz perdedeki yönetmenin veya "belli oranda" prodüktörün ve oyuncuların zihninde canlanandır. İşin aslı bu baya mantıklı geliyor kulağa. Gerçekten de öyleymiş gibi, değil mi? Bir ortak yazılı metin seçilse, on kişi tarafından aynı anda okunsa ve okuma bittiğinde aynı on kişiye yazılı metin ile ilgili sorular sorulsa... Kim bilir ortaya neler çıkar! Ana karakter kimilerine göre pısırık bir kimseyken, kimilerince de yalnızca karşısındakini mutlu etmek için, olaylar büyümesin diye alttan alandır. Pek tabii bu örnek, metnin yazarının ustalığıyla ve kahramanlarını, hikayesini iyi kurgulamasıyla değişiklik gösterebilir.

Mesela bir The Kite Runner örneği vardır. Khaled Hosseini'nin bu romanını okumuş kimseler için filmini izlemek heyecanla başlayan, hüsranla biten bir deneyimdir.

Tam tersi bir örnek ise yıllardır veriledurulan: Umberto ECO'nun, The Name of Rose adlı yapıtı için belirtilebilir. Bu örneğe belli oranda saygı duyarken, temkinli olmaya gayret ediyorum. Çünkü bu romanı okuyan kimse, romanın geçtiği dönemde yaşamadı. 1980 yılında yayınlanmış olan bu roman 1327 yılını anlatır... Dolayısıyla okuyucuların o döneme dair tek bildikleri bu romandan doğan bilgilerdir. Yazarın anlattıklarına karşı çıkabilecek, tutarsızlıkları -eğer varlarsa- tespit edebilecek entelektüellere saygım sonsuz, ancak bizim gibi okuyucular için roman tam anlamıyla Eco'nun anlattıklarıdır. Bu sebepten sinemada gördüğümüze pek fazla baş kaldırma hakkını kendimizde bulamayız, romanda anlatılanlara "acaba?" kaygılarıyla bakamayacağımız gibi...

Özetle: bir yazılı metnin kafamızda uyandırdıklarını beyaz perdede göremeyeceğimizden, benim kafamda canlananlarla beridekilerin kafasında canlananlar da hiç bir zaman örtüşmeyeceğinden, mükemmel yazılı metin adaptasyonları maalesef sadece birer ütopyadır.

Orhan Pamuk bir röportajında duruma, benzer sinema denemeleri olduğundan bahsederek yaklaşmıştır. Bilindiği gibi senaryosunu yazdığı ve Fikret Kuşkan, Zuhal Olcay'ın başrolleri üstlendiği Gizli Yüz adlı, 1990 yapımı bir filmi vardır Pamuk'un. Nobel ödüllü yazar bu denemesinden memnun kalmadığını söylemiş, bunu da biraz yönetmenin işine karışan kendisine bağlamıştır. Huzursuzluk, elbette eser sahibinin hakkı olan bir duygudur. Fakat yönetmenin de işine karışmamak gerekir. Bunu, nitekim, Pamuk da kabul ettiğini ifade eder satır aralarında. Bir önemli konuya daha parmak basar Pamuk. Biraz yerel bir yaklaşım da olsa, yine de önemlidir kanımca. Pamuk şöyle der: "maalesef ülkemizde yapımcılar sinemaya yeterli yatırımı yapmıyorlar. Bu sebepten de filmler eksik, yetersiz kalıyor." Pamuk belli oranda haklıdır, fakat konu bu değil. Konu; adaptasyonları, zengin film endüstrilerince yapılan eserlerin, beyaz perdede daha ciddi durmasıdır.

Bahsedilen bütçe ne yazık ki son derece gereklidir. Yoksa nasıl inanır seyirci bir insanın yaşlı doğup gittikçe gençleştiğine. Öyle bir bütçe lazımdır ki, makyaj konusunda devleşilsin, filmi alanında tek yapsın, bu başlık altında Oscar Ödülü getirsin. Üzülerek söylüyorum, bu alanda boyun eğmek gerekir Hollywood'a. Bir tek bu alanda. Çünkü bir tek onlar; ideolojilerini bu kadar güzel süsleyip öyle satıyorlar. Bir tek onlar anladılar, sinemanın aslında en büyük silah olduğunu. (Ludovico Treatement'a ve dolayısıyla da A Clockwork Orange'a selam olsun)

Peki ne yapılabilir? Nasıl tahammül edilebilir, hatta zevk alınabilir adaptasyon filmlerden?

Oldukça geniş bir tarafsızlık yakalanabilir. Ya da tam tersi; yönetmenin "ben bu metni böyle kafamda canlandırdım, işine gelen buyursun, izlesin" sözüne tam anlamıyla itaat edilebilir. Bu durumda film, "benim aklımda canlanan bu tarz bir şey değildi ama zaten aradığım da benim aklımda canlanan değil; başkalarının aklında canlanan, onların yorumları" diye düşünülerek izlenilmelidir. Kanımca bu iki yöntem, sinemasevere yapılan zulmü biraz da olsa azaltır.

The Curious Case of Benjamin Button filmini, işte bu ikinci görüşü benimseyerek izledim. Yani kendi kendime "bakalım David Fincher, F. Scott Fitzgerald'ın bu eserini nasıl yorumlamış?" diyerek "oynat" tuşuna bastım. Bu inanın, benim filmi izlerken rahatlamamı sağladı.


Film çok etkileyici bir sahneyle başlıyor. Tek oğlunu savaşta kaybetmiş kör bir saat üreticisi, bir tren istasyonu için dev bir saat üretir. Saatin açılışı yapıldığında seremonide bulunan insanlar saatte bir gariplik fark ederler: saat tersine çalışmaktadır. Kör saat üreticisi durumu şöyle açıklar: "bu saat geriye doğru aksın, belki o şekilde savaşlar yaşanmamış olur ve savaşta kaybettiklerimiz, benim oğlum geri döner".

İşte bu çarpıcı sahne ile birlikte film hız kazanır. Yaşlı doğan ve gittikçe gençleşen bir kimsenin hayatı anlatılır. Benjamin Button, yalnızlığı kasıklarına kadar hissetmiş bir "ucubedir". Hayatı boyunca sevdiği herkes yaşlanırken ve hayattan bir bir koparken, Benjamin Button gençleşir ve hayata hazır hale gelir. Button, sevdiği herkesin hayattan kopuşuna şahit olur ve bu yolculukta gençliğinin kesiştiği tek bir kişi vardır: çocukluk-yaşlılık arkadaşı Daisy.

Büyük bir aşk yaşanır fakat dikkatli, kendini filme ve romantizme kaptırmamış seyirci bilir ki; bu aşıkları buluşturan gençlik sadece bir kesişme anıdır. Button gençleşirken, Daisy yaşlanır. Gerginleşen bir cilt ve karşısında kırışıklarla dolan bir başka cilt... Ortak tek hisleri aşklarıdır. Farklı dertlerden muzdarip aşıkların durumunu en iyi açıklayan diyalog, kesinlikle şudur:

Daisy: "Beni kırışıklıklarımla da sevecek misin?"
Button: "Peki ya sen beni ergenlik sivilcelerimle sevecek misin?"

Hazin bir hikaye koşturur beyaz perdede. Tarihi olaylara şahitlik eden aşıklar, her anı heran bitebilecekmiş tedirginliğiyle dolu dolu yaşarlar.

Filmin en sonunda gösterilen tersine akan saatin çalışır halde olması ise, verilebilecek en güzel mesajdır. Ne kadar geri akarsa akın zaman, giden geri gelmez. Giden hiçbir şey. Kaybettiğimiz sevdiklerimiz, yaşanan unutulmaz dakikalar, aileyle yapılan bir araba yolculuğu, salıncakta sallanmanın verdiği haz, gençlik ve bu güzel filme göre de "yaşlılık".

The Curious Case of Benjamin Button, Ukde Sineması'nda izlenmiş en güzel filmler arasına girdi bile.

Bir küçük not, oyunculuklar için.

Brad Pitt, Cate Blanchett ile daha evvel Babel filminde çalışmıştı. Jason Flemyng ile Snatch filminde, Julia Ormond ile Legends of the Fall'da ve de Tilda Swinton ile Burn After Reading filminde çalıştığı gibi.
David Fincher ile zaten Se7en, Fight Club gibi efsaneleri yaptığını biliyoruz.
Tanıdık bir ekiple çalışmak, böyle "zaten yeterince tecrübeli" bir aktör için avantaj olmuş mudur, bilemiyorum. Ama kabul etmek gerekir ki, Brad Pitt sadece yakışıklı olmadığını, bir yandan da muhteşem bir oyuncu olduğunu yaptığı her filmle bir kez daha gözler önüne seriyor. The Curious Case of Benjamin Button'daki performansı da buna dahil.

En İyi Erkek Oyuncu dalında aday olduğu yıl, Oscar törenini baştan sona izlediğimi hatırlıyorum. Angelina Jolie ile kırmızı halıya gelen Pitt, adaylığıyla alakalı beklentisinin ne olduğu sorulduğunda şöyle bir cevap vermişti mikrofonlara: "ne olur bilemiyorum, yalnız ifade etmek isterim ki ben Sean Penn'in filmlerini izleyerek büyüdüm". Bu cevap bence bir aktörün nasıl olması gerektiği konusunda çok yeterli bir anekdot. (Ödülü Sean Penn kazanmıştı)
















Komik?

Filmde beni en çok güldüren sahne hiç kuşkusuz; geçen yıllara rağmen değişmeyen tek yaşlı adamın "sana daha evvel beni yedi kere yıldırım çarptığından bahsetmiş miydim?" demesi ve bu yedi muhteşem anı yönetmenin gözler önüne sermesiydi.

18 Kasım 2010 Perşembe

La Tigre e La Neve


La Tigre e La Neve
Bana bugün Charlie Chaplin'in dünya üzerindeki veliahtını sorsalar, hiç düşünmeden "Roberto BENIGNI" derim. Charlie Chaplin sinemasının en önemli yönü; bir çok haksızlıkla mücadele eden başkarakterin, başına ne gelirse gelsin gülümseyebilme, umudunu yitirmeme gücünde gizlidir. Savaşa girer büyük diktatöre çatar, modern zamanlarda sistemin esiri olma yolunda giden sanayicilere ve ses etmeyen İngiliz'lere karşı cephe alır, The Kid filminde bin bir zorlukla büyüttüğü çocuğu elinden alınır ve diğer bir çok filminde de başına gelmeyen kalmaz fakat o, ne kadar üzülürse üzülsün, ne kadar hayat başına yıkılırsa yıkılsın, "ASLA" yılmaz ve yine gülümser. Bu açıdan Chaplin sineması çok önemlidir.

Kendisine bir çok kez komünist olup olmadığı sorulmuştur, o da her zaman "sadece duyarlıyım" diye oldukça yeterli bir cevap vermiştir. Duyarlılık, sinemada ne kadar yoksun olduğumuz, ne kadar azımsadığımız bir şey...

Bu açıdan Benigni, tıpkı "Hayat Güzeldir" filminde olduğu gibi, La Tigre e La Neve'de umutları korumanın savaşını veriyor... Başına ne gelirse gelsin, umudunu yitirmiyor.

Filmde "ana hatlarıyla" evlenmek istediği kadının işgal altındaki Irak'ta ölmek üzere olduğunu öğrenen ve onun yanına, onu kurtarmak için güç bela giden bir şairi canlandırıyor Benigni. Ne kadar aşık ama, o masallardaki gibi hani.

Umut dolu içi. Kadının kurtulmasına imkan yok, fakat o yine de mücadele ediyor. Her şeyi yapıyor, durumu iyileştirebilmek için.

Kadınının çok az ömrü kaldığını öğrendiğinde şöyle diyor:

-Kaç dakikası var doktor bey, 37, 41, 50 dakika?
Doktor, dört saat diye ömür biçiyor. Benigni ise, işte o Chaplin esintisini filme o an sindiriyor:

-OH! Muhteşem, tam 4 saat! Çok şanslıyız!!!

Ve gerçekten o dört saati didik didik ederek, hayatını şekillendirmeyi başarıyor.

Önemsediklerim:

-Filmin başındaki Benigni'nin ders verdiği sahne muhteşem, iyi izleyin.

-Filmin içindeki gözüme çarpan mantık hatalarını burada "işte, nasıl yakaladım ama! Ne dikkatliyim değil mi?" diye gözler önüne sermek istemem, kaldı ki haddime de değil. Ama şunu bilmek lazım ki, bu o kadar iyi niyetli bir film ki, o kadar büyüleniyor ki insan izlerken, asla aklına hata aramak gelmiyor. İnsan kaptırıp gidiyor kendini filme. Önemli olan da bu herhalde...
Başına ne gelirse gelsin sadece gülümseyerek savaşabiliyor musun?
-Kadro Hayat Güzeldir'deki kadro, hoşuma gitti.
-İçinden çıkan onca rezil şeye rağmen Pandora'nın Kutusu'nda kalan son şeyin umut olduğunu unutmayalım, bu filmin mesajını iyi alalım.

The Ballad of Jack & Rose


Doğuyoruz, emekliyoruz, yürüyoruz, konuşuyoruz, oyuncaklarla oynuyoruz, televizyon izliyoruz, büyüyüp okullara gidiyoruz, okullardan kalırsa zaman spor yapıyoruz, bilekberi telefon alıyoruz, sıkılıyoruz ayfon alıyoruz -afyon alamıyoruz-, reynaya gidiyoruz, çıkıyoruz laylaya gidiyoruz, dolçe gabana giyiniyoruz, kalvin kılayn sürünüyoruz... Kısacası biz bir sistemin içinde "sürünüyoruz"... Peki sürünmeseydik ne olurdu? Ana-babamız bizi okula göndermeseydi -maalesef isteseler de yapamazlar ama varsayıyorum işte-, bizi televizyonsuz, elektriksiz, tamamen doğayla iç içe bir hayatta büyütselerdi? Onlar ya bunu seçselerdi? Ve bize de bunu diretselerdi... Ne olurdu?





İşte cevap: The Ballad of Jack & Rose...

İki gece evvel izlediğim (16 Kasım 2010) bu film bize "farklı bir hayatımız olsaydı nasıl olurdu?" dan çok; "farklı bir hayatımız olabilir miydi?"yi anlatmaya çalışıyor.

Jack, kalbinden rahatsız ve kısa ömrünün son demlerini yaşayan, dul bir babadır. Rose (Roz diye okunsa da babasının onu Rozi diye çağırması pek hoşuma gitti) ise Jack'in kızıdır. Jack idealist bir babadır. Bu dünyada, hatta bizim de ülkemizde maalesef gittikçe yaygınlaşan şu meşhur "site sistemi evler", Jack'in asabını fena halde bozmaktadır. Kendisine ait bir arazi vardır, geniş bir arazi. Birçok şirket bu arazinin peşindedir. (Agaoglu da bu şirketlerden biridir!) Fakat baba Jack, arazisini asla satmaz. Çünkü tüm o araziye yapılması planlanan birebir aynı yapılar; hem doğaya zarar verdikleri için, hem de Jack'in tercih ettiği yaşama aykırı oldukları için Jack'in midesini bulandırmaktadır.

Bu sebepten Jack, yalnız kendisi ve biricik kızı Rose için bir dünya, "bir koloni" yaratır. Bir çiftlik gibi olan bu yerleşim yerinde hiç elektrik yoktur (ve tabii elektrikle çalışan hiç bir alet) ve her şey en natürel haliyle varlardır. Mesela kulağa en ilginç gelen tuvalet örneğindeki doğallık... Bir düşünsenize!

Devamını getirmek istemiyorum. Gerçekten izleyin. Bu filmi yanılmıyorsam, bir-iki doğaya duyarlı kanalımız televizyonda vermişti. Buna önem göstermek gerek, bu filmlere kulak asmak gerek!

Daniel Day Lewis'in en beğendiğim üçüncü aktör olduğunu defalarca blogumda yazmıştım. Ukde Sineması'nda bir Lewis filmi daha izlenildi. Bundan ötürü çok mutluyum.

Filmin yönetmeni Rebecca Miller, Lewis'in karısıdır aynı zamanda, filme dair önemli bir cümle sarf etmiş röportajlarının birinde:

“Bir insanın, tüm kalbiyle sevdiği kişi öldüğünde, kendisinin de bir şekilde dünya üzerinden silineceğini, yok olacağını düşünmesi mümkün.”



Ailenize bağlı en yaşlı neslin son temsilcisi dünyadan göçtüğünde, aklınıza hiç artık sıranın hemen onun ardından gelen nesilde olduğu gelmez mi? Sizden bir önceki neslin son temsilcisinin vefatı artık sıranın sizde olması demek değil midir? İşte bu yüzden ben, ailemde, neslimin son ürünü olmak istemem. Öldüğümde insanlar "sıra şimdi bende!" demesinler, "rahmetli iyi adamdı..." desinler. Bu biraz bencilce gelebilir. Ama öldükten sonra mesai biter, isteyen istediği kadar bencil olma hakkına sahiptir.

İşte The Ballad of Jack & Rose da biraz buna dokunuyor diyebiliriz.

Hippi ruhu, evet, filmin içine işlemişti. Bunu Daniel Day Lewis'in film boyu içtiği sarma sigaradan, şiddete karşı mesafeli duruşundan ve belki de filmin en önemli yerlerinde giren Bob DYLAN parçalarından anlayabiliriz.

Day Lewis'in filmin içerisinde söylediği bir cümle, doğaya karşı filmi yapanların bakış açısını ortaya koyar:   

"I swear, I solemnly believe that humanity is now officially descending a ladder of evolution. In a thousand years, human beings will be the size of gerbils, and they'll have one thought a year, in December. They'll think about what they want for Christmas."

Daniel Day Lewis'in bir ara sinemaya elveda diyerek, evlatlarına yeterince vakit ayıramadığını da öne sürerek İtalya'nın küçük bir kasabasına kapanıp, marangozluk yaptığını biliyor muyuz? Bu film bana "acaba gerçek hayatından mı ilham aldı karısı?" dedirtti doğrusu...

Filme dair en hoşuma giden şey ise Freudyen bir bakış açısıyla, bir duyarlılık örneği sergilenmesi oldu...

Çok lafa gerek yok, Daniel Day Lewis!
Just an Experiment(?)

8 Kasım 2010 Pazartesi

The Untouchables


 Yıl 1930.Amerika'da yaşanan, daha doğrusu tüm dünyayı derinden etkilemiş Büyük Buhran'ın etkilerini apaçık gösterdiği senelerdeyiz. Bilindiği gibi krizin kimi resmi sonuçları vardır. "Resmi Buhranlar" deyip geçelim. Zira, konumuz değil. Fakat krizin bir de, yaratıldığı her yerde, yarattığı "mafyalar" vardır. İşte Alphonse Capone, bu mafya babalarından birisidir.
14 Eylül, 1930 tarihi filmin, haliyle, geçtiği dönem. Brian De Palma; Carlito's Way ve Scarface'ten de tanıdığımız bu "film noir" aşığı yönetmen, yine tarzı bir filme yeltenmiş ve altından pek de iyi kalkamamıştır.

Kabul; kimi filmler vardır pek eleştirmek istemeyiz. The Godfather serisi, Scarface, Intolerance, BEN-HUR... vb. Bu kategoride ele alınabilir mi The Untouchables bilemem, ancak filmde çok büyük bir hava eksikliği olduğu kesin.

...

Dün benim için muhteşem bir gün değildi. Vizeler büyük çoğunlukla bitmiş, vize haftasında ders yapılmadığından ve önümüzde bayram tatili olduğundan moralim yerinde olsa bile, yine de öyle "çok havamda" değildim.

Babam için de durum aynı olunca, bize de Ukde Sineması'nda film izlemek ve düşük havamızı tekrar yükseltmek kaldı.

Babam çok derin filmleri sevmez. Amerikan filmi tercihidir. Durağan filmler onu bayar, hemen uykusunu getirir, sinemada sızmayı da sevmediğinden, filmi oynatan "bana" sinirli bir bakış atıp "tüm havamı kaçırdın, bu muydu koyacağın film!" der gibi, sessiz bir şekilde içeri gider ya yatar, ya başka bir şey yapar. Bu da bana filmin geri kalanını izlerken binlerce "?" verir, ki bu da benim hoşuma hiç gitmez.

Bu sebepten işimi garantiye almak için; babamla film izleyeceksem evvela kendisine filmde payı olan parlak oyuncuların (basmakalıplaşmış oyuncuların) ya da parlak yönetmenlerin (basmakalıplaşmış yönetmenlerin) adlarını birer birer okuyorum.

Örn:

-"Baba, bugün The Untouchables diye bir film izleyeceğiz. "Dokunulmazlar" Türkçe adı, izlemiş miydin yoksa? ... Tamam, hatırlarsan durdurur, başka film koyarız? Bak: Kevin Costner (babam: "oo!"), Sean Connery (babam: "ooO!"), Andy Garcia (babam: "ooOO!"), Robert De Niro (babam: "OOOO!")...
-"Yönetmeni kimmiş yahu bu filmin?"
-"Brian De Palma"
-OOOO!! Neydi dedin adı?
-The Untouchables.
-... (Düşünür)
-"Dokunulmazlar"
-Tamam, gerek yok Türkçesine... İzlemedim galiba. Neyse, tanırsam durdurursun artıkın...


...


Babamla film izlemek büyük zevk.

...

Film bu mafya babasının hikayesini anlatırken, kimi şeyler pek dikkatimi çekti:

Sean CONNERY!

Connery Baba'dan tokat dersleri vol.1
Sean Connery'den tokat yemek ne kadar yakışıklı bir durummuş yahu. Bir tokat da bana atsa keşke. Ne biçim adamdır hakikaten bu Sean Connery. Bizim ailenin kadınlarınca tutulan erkek aktörlerde ilk üçte her zaman kendine yer bulmuş bir isimdir. Hatta geçen yılki "aile içi kadınlar best of" ödül törenine, İskoç eteğinde bir yırtık olduğundan katılamamıştı da şöyle bir mektup döşenmişti kendi çapında canım...
vol.2

"Küçük Dostum,
Bu seneki ödül törenine gelemiyorum. Eteğim yırtıldı. AY KANT, AY KANT!"

...gibi uzun bir mektup ve bir de hatırladığım: hınzır bir espri ile son bulmuştu mektup...
vol.3

"Sİ YU LAYTIR ELİGEYTIR, ollley!"

Şaka bir yana, Connery zaten bu filmle en iyi yardımcı erkek oyuncu dalında Oscar'ı da kapmış, gönlümüzde büyük bir yere sahip olmuştur.
Bir de çok güzel tokat atıyor...

Unutmadan! Sean Connery'i, Fakir Baykurt'un ölümsüz eseri Yılanların Öcü'nün, "filminde" başrol oynarken izlemek isterdim. Ne dersiniz, yakışmaz mı? Bu şapkayla hem de?
ve kapanış: vol.4, sempatik gülümseme her iki taraftan da...

 Costner - Connery
Birlikte çalışmaya başlama dönemleri ve kilisede geçen o sahneler birçok dikkatli ve şüpheci sinemaseverin ilgisini çekmiş olabilir. Amerikan filmlerinde bu tip duygusal sahnelerin hep kiliselerde geçmesi ve sanki bu tip ciddi şeyler bir tek kiliselerde konuşulur imajı verilmesi elbette tasvip ettiğimiz şeyler değil. Fakat o dönemi bilmediğimden ve filmin bir dönem filmi olmasından ötürü "dönemi iyi yansıtmak" zorunda olduğundan, karışmıyorum. "Belki de dönem itibariyle gereken buydu", deyip geçiyorum. Kaldı ki, pek sırıtmamış sahne. "Zaten amaçları bu!" diyen komplo teorici güzel sinemaseverlere de selam olsun.
 Irkçılığın Silah Olarak Kullanılması
Connery (İrlanda asıllı), Garcia(İtalyan asıllı) olarak filmde yer alıyorlardır. -Gerçekten İrlanda, İskoç değil. Karıştırmıyorum yani...- Ve bu ikilinin yanına bir de saf kan Amerikalı ekleniyor: Kevin Costner. Bir anda The Untouchables-Dokunulmazlar oluyorlar. Amerika'ya bir mesaj var mıdır burada acaba? Cosby ailesinden yola çıkılarak, ne denilebilir buna?

Kaldı ki, Connery kurduğu ekibe silah kullanmasını iyi bilen bir eleman ararken, karşısına gelen polislerin hepsini belli bir teste tutuyor ve onlara "neden polis olduklarını" soruyor. Klişe cevaplar verenler hemen elenirken, geriye bir tek İtalyan ırkçılığı üzerinden avlanan Garcia kalıyor. Ekibe bir o giriyor. Garcia'nın ırkçılık konusundaki hassasiyeti, bir nevi filmde, ekibe yarayışlı bir şekilde kullanılıyor.

Bu bence filme dair, güzel bir noktaydı.


"En Ağır Katilin Bile İnsancıl Duyguları Vardır"

Bu cümleyi kuranlar, kurarken tam anlamıyla inananlar için filmdeki Al Capone portresi büyük bir örnek teşkil etmekte. Normalde "gerçekte de böyle miydi, yoksa böyle mi sunuldu seyirciye bilemem" gibi bir cümle kurardım, ancak Capone'yi oynayan De Niro'nun bir role bürünürken ne kadar derin araştırmalar yaptığını, gerçeğe en yakına ulaşıp onu kendisince şekillendirdiğini bildiğimden; De Niro'nun opera esnasında ağlamasını, Capone'un ağlaması olarak kabul ediyorum.

Sahte Bir Sahne

Sırf aşağıda bulunan fotoğraftan bile, sahnenin sahteliğine dair bir fikir edinebilirsiniz. Filmin 1987 yapımı olduğunu bildiğimden ve güzel memleketimde hala "kendi imkanlarımızla, ufkumuzla" benzer bir film yapamadığımızdan dolayı pek üzerinde durmuyorum. "Güzel bir renk katmış" diye değerlendiriyorum.




İki Farklı Çekim, Hoşuma Giden!
Kuş Bakışı

Kameranın Kişileştirilerek Kullanılması

Al Capone Üzerine Bir Klişe Hikaye

Al Capone suç işlemeye çocukken başladığını şu sözlerle açıklamıştır;

« Çocukken her akşam yatmadan önce ve aklıma geldiği her an Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün Tanrı'nın çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim »