Ekim 2010

31 Ekim 2010 Pazar

Lost in Translation


Ukde Sineması'nı yarattığım için, bu tip "altın" zamanlarda, kendimle daha bir gurur duyuyorum. Bu gece, izlediğim Lost in Translation/Bir Konuşabilse hayatımda izlediğim en güzel aşk filmiydi. Gecenin bir vakti, herkesin hoşuna gidebilecek bir film arayışındaydım. Uyku sersemi bir kadını (annemi) ve heyecanlı -bir çok aksiyon içeren- bir film olmadığı zaman çabuk pes eden bir adamı (babamı) memnun etmek zorundaydım. Yoksa kalkıp giderlerdi. Tek başıma film izlemekten zevk almadığım için değil, paylaşmanın izlenen filmin sokağını değiştirebileceğini düşündüğüm için...

Konu İtibariyle Zengin
Lost in Translation filmi, konu itibariyle pek zengin. Yirmi yedi günde yapılmış bir film. Sofia Copolla ile gurur duymak gerekir ve biraz çekinerek de olsa "Amerika'yla da"... Her açıdan eleştirilebilir ama sinemaya verdikleri değere diyecek söz yok... Neyse... Çok güçlü adaylarla çekişmese bile yine de Akademi Ödülü sahibi bir senaryosu var. Sofia Copolla ( Nicolas Cage'in kuzini ve efsane yönetmen Francis Ford Copolla'nın kızı), kendisi hakkında oluşabilecek ön yargıları adeta parçalamış bu filmle. Kendisini ayrıca The Godfather Part III'te, Mary Corleone olarak da hatırlayabiliriz.

Bob Harris (Bill Murray) modası geçmiş bir Amerikalı aktördür. Tokyo'ya bir viski markasının reklam filmlerinde oynamak üzere iki milyon dolar karşılığında gider. ("pek de modası geçmemiş!" dediğinizi duyar gibiyim) Tokyo'da kaldığı otelde, bir gezgin fotoğrafçının karısı olan Charlotte'la (Scarlett Johansson) tanışır. Her ikisi de, bu dopdolu ülkede ve etraflarında gelişen bir çok hareketli olaylar (filmi izleyenler bu kısmı doldururlar) karşısında büyük bir yalnızlık çekmektedirler. Bob Harris, hem mesleğindeki geldiği nokta, hem de eşiyle yaşadığı sıkıntılarla boğuşmaktadır. Biraz bıkkındır.
Charlotte ise, eşini kimi zaman sığ bulmaktadır ve ona yeterince bağlı olamamanın eksikliğini hissetmektedir. Sonuçta o da son derece yalnızdır.
Nitekim, bu iki insan arasında fevkalade sıcak bir yakınlık başlar.

Issız Adam ve Notting Hill gibi filmlerden bu filmi ayıran nokta!
İşte film, tam bu esnada bir çok klişeden kendisini soyutlayıverir. Film boyunca bu aşka dair bir iki ufak belirti görüyoruz. Bir iki öpüşme (filmin sonlarına doğru), bir iki temas... Hepsi bu. Fakat, bu aşk o kadar kendini belli ediyor ki... Tüm bu yoksunluğa rağmen. Aynı yatakta yattıkları bile oluyor. Birlikte sarhoş oldukları, birlikte yemeğe çıktıkları... Fakat asla bir cinsel ilişki olmuyor. Her şey çok dozunda. Bir çok şeyin farkındalar. Her ikisi de evli, her şeyden evvel bunun farkındalar. Bunu bilmek insana acı veriyor. İzleyici bunu hissediyor. İşin zor kısmı zaten burada. Büyük oyunculuk, ince senaryo kendisini burada belli ediyor. Bu kadar az imkana rağmen, öyle bir bakış, ufak bir diyalog belki bin kere "sana aşığım!" diye bağırıyor. Hiç bir abartı yok. Sekiz yüz elli çeşit garnitürün içerisinden filmi seçmek zorunda kalmıyorsunuz; film orada, sadece kendisinin kollarına bırakıyorsunuz kendinizi.

Romantik salon müzikleri. Viski. Değişik sigaralar ve o yoğun Tokyo'da iki yalnız insan. Muhteşem bir aşk. İmkansız ve imkansızlığın kabul edildiği bir aşk. Gerçek hayatta olabileceği gibi, olduğu gibi.

Yeşilçam'a Sitem!
Biz Türkler, maalesef Yeşilçam denen o furyanın içinde büyüdük. Bu sebepten Issız Adam tarzı "aman Allah'ım aşkımdan ölüyorum!" tarzı naralar atan filmleri severiz. Ama bir yandan da biliriz ki bu gerçek hayatta olmaz. Kör kız ile, zengin gencin aşkı, zengin fabrikatör kızıyla fakir ama aşık şoför... Hep bunları izledik. Ama neden gerçekçi olup biraz bu işin böyle olmadığını kabul etmiyoruz? Sinema bize istediğimizi mi vermek zorunda? "İnşallah kavuşurlar" diye kenetleniriz birbirimize ve kavuşurlar. Oysa ki kavuşmama ihtimalleri daha yüksektir. "Bir kapıdan girişi, bin farklı şekilde oynayabilirim" der Marlon Brando. Evet çoğumuz normal bir kapıdan giriş bekleriz, ama gerçekçi olalım; kimi kapıdan girişlerde tökezleyiverir insan. Bunu beyaz perdede görmeye neden tahammülümüz yok?

Notting Hill'de mesela. O muhteşem müzik başlar. Bir taksiye cümbür cemaat atlarız ve dostumuz Grant'ı, kaybetmek üzere olduğu sevgilisine yetiştiririz. Peki yetiştirmesek olmaz mı? Umursamasak? Ya da yetiştirsek ama sevgilisi onu hiç umursamasa? Hatta tanımasa?...

Ya da Issız Adam'da bir çok hemşehrim kızın öteye beriye, oraya buraya yazdığı o güzel sözler: "uyuyorum zannediyorsun ama aslında donuyorsun, ölüyorsun haberin yok!"... Ya da öyle bir şeydi işte. Yahu Allah aşkına, kaçımız sevgilimize böyle bir cümle kurduk. Kaçımıza bu cümle kuruldu sevgilimiz tarafından? Kurulduysa bile kaçımız "peh!" deyip kıkır kıkır gülmedi?

Gerçekçi olalım. Sinema hayal edileni vermez. Olanı verir. Duvar yazıları güzeldir, ama bir de bu yazıların hayatımıza girişi vardır. Falım sakızından çıkmış bir hayat yaşanmadığı gibi, Falım sakızından çıkan fala göre hayatını şekillendirmiş filmler de olmamalıdır.

Bu dediklerimi filmi izlerseniz ya da izleyenler daha iyi anlarlar. Yaşanabilecek bir aşk.


Oyunculuğa Bir Parantez!
Meşhur ağlayan palyaço hikayesi dilimize pelesenk olmuştur. Bizi güldürenlerin ağlamasını sevmeyiz. Dikkat edin; sınıfınızda habire ağlak takılan insanların ağlaması çok canımızı yakmaz, ama çok neşeli insanların ağlayışları bizim canımızı fena halde yakar. Bill Murray hayatımda gördüğüm en iyi komedi film aktörüdür. Bunu daha evvel bir başka blog yazımda belirtmiştim. Efsanedir. Durağan komedi nedir en iyi bilenlerdendir. Jim Carrey yavşağı gibi ağız yüz bükerek değil, bir bakışıyla, bir duruşuyla, pek azımızın yaptığından emin olduğumuz bir mimiğiyle insanı güldürür. İşte bu yetidir. Ve işte o adam, bu filmde fena halde aşık... Öyle aşık ki, onun üzülmesini istemiyoruz. Bir kaç Bill Murray filmini yakın zamanda izledikten sonra bu filmi izleyen takipçiler, demek istediklerimi anlayacaklardır. İstemedim ya, gerçekten istemedim ağlasın.
Ama az evvel de dediğim gibi; hayat gibi film de istediğini vermez, yaşanacağı verir.

Bu filmi Copolla Bill Murray'i düşünerek yazmış ve eğer Bill Murray oynamayı kabul etmeseymiş, film yapılmayacakmış... Kim bilir böyle kaç film kaçırıyoruz yılda...

Bill Murray çoğu sahneyi doğaçlama oynamış. Yetenek abidesi bir insanı zaten yazılı bir iki cümle tutamaz.

Oscar adayı olmuş ama Sean Penn (Mystic River) ödülü kapmış. Yazık olmuş. Kaldı ki ben o filmi de, hatta Ukde Sineması'nda izledim. O zamanki görüşlerimi hatırlamıyorum ama bu "efsane" performanstan sonra Bill Murray bu ödülü almalıymış.

Kendisini tarzı dışında bir rolde daha kanıtlamış oldu böylece Bill Murray, galiba en beğendiğim aktörler sıralamasında bir değişikliğe gitmem gerekecek.

O güzel ve gerçekçi (gerçekçi olduğu için güzel) uyuma sahnesi
Bir de Scarlett JohanssonMeryl Streep buna iyi bir örnektir.

Sandra Bullock falan hikaye.

Hele bir yatağa gömülüşü var ki... O suratın, öyle gülümseyerek, öyle gözlerini kapaması... O kadar gerçekçiydi ki. Hani şu "ben bu sahneyi daha evvelden görmüştüm!" durumu...

Kısacası olağanüstü oyunculuklar ve film. Mutlaka ama mutlaka izleyiniz...



Muhteşem Birkaç Diyalog

Bob: Ne iş yapıyorsun?
Charlotte: Kocam fotoğrafçı. Burada işi vardı, ben de ona eşlik edeyim dedim.
Bob: Peki ne iş yapıyorsun?
Charlotte: Aslında henüz emin değilim...

...

Charlotte: Haydi bir daha asla buraya gelmeyelim; çünkü bir daha asla buradan bugün almış olduğumuz zevki alamayacağız.

...

Bob: Gitmek istemiyorum...
Charlotte: Gitme... Burada, benimle kal. Bir Jazz grubu kurarız!

...

Bob: Çocuğun olduğu zaman, her şey fevkalade karmaşıklaşıyor.
Charlotte: Bu ürkütücü.
Bob: İlkinin doğduğu gün, hayatının en berbat günü oluveriyor.
Charlotte: Oysa kimse böyle demez.
Bob: Bildiğin hayatın, bir anda uçup gidiyor... Hiç bir şekilde geri dönmemek üzere. Ama sonra nasıl yürünür, nasıl konuşulur öğreniyorlar... Ve sen onlarla birlikte olmak istiyorsun. Sonra biranda hayatında tanıdığın en iyi ve şeker insanlar oluveriyorlar. 
Charlotte: Çok şeker.


Filmin sonuna dair konuşmak hoşuma gitmez. Kimi sinemaseverler filmlerin sonuna çok önem verirler. Bu onlar için her şey demektir. Fakat haklı olarak akıllara bir soru gelecek filmin son sahnesinden sonra. Bu sahneden sonra çok canınız sıkılacak hatta yönetmene ya da oyunculara bir mail atmayı bile düşüneceksiniz. Benden size tavsiye, hiç zorlamayın Fellini'den Dolce Vita'yı izleyin. Demek istediğimi anlayacaksınız.







 Son Söz

Film dört milyon dolara yapılmış ve 119 milyon dolarlık bir getirisi olmuş. Başka da bir şey yazmıyorum zaten. İddiadan hesaplı değil mi Türk gençleri? Bir düşünün isterseniz...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Face/Off


Kimi filmleri sırf birinin hatırına izlersiniz. "Bu akşam 'A' filmini izleyelim mi?" dediği zaman kıramayacağınız bir insan, o filmi izlersiniz; hiç istemiyor olsanız, hiç o filmin havasında olmasanız bile... Yapacak pek bir şey yoktur.

Arjantin'e ilk gittiğim zaman, oradaki ailemle birbirimizi tanıma aşamasında kendileri benden, bana dair tüyolar almaya çalışıyorlardı. "Edebiyat ve bilhassa sinema ilgi alanım" demiştim bir gün sofrada yemek yerken. Bunun üzerine, haliyle, onlar da bu iki alanı "ortak alanımız" olarak bellemişler ve bana o alanda "söyleyecek sözleri varsa", söylemişlerdi.

Ben her daim, Amerikan düşünce yapısının propagandası olan filmlerden rahatsız oldum. Belki de bu rahatsızlığımın altında ince bir korku yatıyordu. "Korku" diyorum çünkü adamların güttüğü fikir, maalesef dünyayı büyük bir çoğunlukla yöneten fikir. Bu konuda yapacak pek bir şey yok.

Günün birinde belki de, bizim ülkemiz de sinemanın aslında ne kadar büyük bir silah olduğunu anlar da, bu silahı kullanmayı öğrenmeye çaba sarf eder. O zaman biz de, Issız Adam veya Gönül Yarası gibi "hatalarla dolu" filmleri, "vaaaay" diyerek izlemekten vazgeçeriz -belki de kurtuluruz.

İşte bunları düşünerek ilk defa izlemiştim Face/Off'u Arjantin'de, ailemle birlikte. Yanlış anlaşılmasın; hiç bir şekilde Travolta'ya ya da Cage'e karşı bir ön yargım mevcut değil. Bu iki aktör de; birisi akrabası olması vesilesiyle Copolla'nın, öteki de fena sayılmayacak bir kaç müzikalin ekmeğini yemişlerdir- başarılıdır. Bunun aksini iddia edemem. Bendeki Face/Off 'a karşı olan ön yargının sebebi; o filmi izlemeden bir gece evvel, Amerikan bayraklarıyla dolu gökdelenlerin önünden, ateşli bir müzik eşliğinde hoplaya-zıplaya geçen ve kırmızı-mavi kostümüyle suçluları yakalamaya giden, Amerikan Rüyası mesajları veren bir örümceğin filmini izlememizdi... Bu sebepten ötürü, belki de o akşam izleyeceğimiz filmin sonunda aynı "aldatıcı mesajı" almam beklenecekmiş gibi hissetmiştim, canım sıkılmıştı.

Hiç öyle olmadı!

Babamla baş başa izlediğimiz filmin on beşinci dakikasında babam, şarabın da etkisiyle, uyuya kaldı ve beni filmle baş başa bıraktı. Sabrettim izledim. İşin aslı film gayet hoş başlamıştı ve güzel de bitti. Bir çok yerde "bu film kaç yılında yapılmış acaba?" dediğimi hatırlıyorum.

Üç yıl sonra aynı film, başka duygular

Filme, üç yıl evvel sorduğum sorunun cevabını bilerek başladım Ukde Sineması'nda. 1997! Ben sekiz yaşındayım. (!)

Bir Küçük Ara: Konu

Travolta ile Cage'in yüzleri değiştirilirken
Travolta bir FBI ajanıdır. Cage ise belalı bir mafya babası. Bir de kardeşi vardır Cage'in; tam bir dahi. Kardeşi bir bomba yapar ve New York'ta bir tek kendisinin ve Cage'in bildiği bir yere yerleştirir. Bu arada yıllar evvel Cage, "Travolta'yı vuracağım" diye, yanlışlık Travolta'nın oğlunu vurur, öldürür. Travolta da bünyesinde bu acıyı pek tabii besler. İntikam ateşiyle yanıp tutuşan Travolta, ne yapar eder, bir şekilde Cage'i yakalar ve bu esnada herife anormal bir hasar verir. Cage, komadadır. Cage'in dahi kardeşi de, direk hapise düşer.

Fakat bir sıkıntı vardır. Patlamak üzere olan bombanın yerini bilenlerden biri komada, ötekisi ise hapistedir. Bunun üzerine FBI, Travolta'ya şöyle bir teklifte bulunur: "gel, senin ve Cage'in yüzlerini değiştirelim (face/off), seni sanki Cage'mişsin gibi hapishaneye kardeşinin yanına yollayalım. Sen kardeşinin ağzından baklayı al, dışarı çık ve bombayı imha edelim!". Bu fikre başta fena halde kıl olan Travolta, bir süre sonra "vatan-millet Sakarya, yapcek bişey yok" deyip, görevi kabul eder. Yüzler ameliyatla değiştirilir, Travolta hapse yerleştirilir.

İşte film burada başlar. Çünkü bir gece Cage, beklenmedik bir anda komadan çıkar ve bu gizli görevden haberi olan herkesi öldürüp, Travolta'nın yüzünü kendine geçirterek hayata bir FBI ajanı olarak döner... Bir sapık katil, FBI ajanı olursa...

Yaşıma Geri Dönecek Olursak!

Dediğim gibi bu son derece ilginç konuyu çekmek için pek tabii iyi bir bütçe-prodüksiyon gerek. Bunu da Amerika (CIA) bulmuş vaziyette. Ta 1997'de, ben sekiz yaşındayken, adamlar bu zor senaryonun altından, pek de fazla göze batmayan bir-iki eksiklik dışında başarıyla kalmışlar. Tebrik etmek lazım...

Film heyecanlı gidiyor. Hiç sıkılmıyorsunuz. Bir saat daha eklense filmin sonuna izlersiniz, hiç daralmadan...

1997 Face/Off


"Bir Eric Rohmer, Godard -Nouvelle Vaguue- filmi neden bu kadar yorucu ya!" diye sitem eden "entelektüel eğilime özenmiş" sinemasevere cevabım "işte Face/Off ve Face/Off benzeri filmler yüzünden bu böyle" olurdu. Çünkü bir çok Hollywood filmi lüks bir restoranda yemek yemek gibidir. Bir-iki derken üç kere lüks restoranda yemek yediniz mi, üzülmeniz gerek şey; ortamın yapaylığı değildir sadece, aynı zamanda o dakikadan sonra bir daha hiçbir zaman esnaf lokantalarından zevk alamayacağınızdan duyduğunuz korkudur. Hollywood'un bir çok filmi sadece sizi eğlendirmez, bir yandan da sizi bağımlı eder.

Ben "sakın Hollywood filmi izlemeyin!" demiyorum, sadece bilinçli olun. Bir sistemin temsili, dolaylı yoldan propagandası filmleri izlerken, her zaman arkanızda, tek elinizle tuttuğunuz saklı bir sopa olsun.
1997 Face/Off

16 Ekim 2010 Cumartesi

The Prestige


OPENING AT PANTAGES/ THE PROFESSOR
Ben şahsen Amerikan filmlerine çok ön yargıyla yaklaşan, sahip olduğum bu ön yargılarla da gurur duyan bir sinemaseverim. Ne demek istediğimi eğer Lord of the Rings, 300... gibi doğu karşıtı, Hristiyan propagandacısı filmleri izlerseniz anlarsınız. Fakat kimi amerikan filmleri de var ki; gerçekten tarafsız, hatta belli bir düzenin de büyük muhalifi... Onlara da büyük saygı besliyorum.

Küçük bütçelerle de olsa, büyük yapımlar ortaya çıkıyor ve Amerika bunu pek denemese de denedi mi, başarılı oluyor.

İşte kimi filmler için şöyle dememin sebebi de bundan, "yahu keşke şu senaryo bir Avrupalı yönetmenin elinde olsaydı da, bu filmi o yapsaydı!". Filmi piç etmeyi iyi biliyorlar.

Fakat The Prestige, bu örneklerin tam tersi kanadı savunuyor. Bana savundurtuyor belki de. Yani "bu filmi iyi ki bir Avrupalının eline geçmemiş de yüksek teknolojik imkanlarla Amerikalılar çekmişler.

The Prestige, iki sihirbazın birbirleriyle giriştikleri amansız bir mücadeleyi konu alıyor.

Christian Bale ve Hugh Jackman bir sihirbazın yardımcılığını yapmaktadırlar. Seyirciler arasında halktan insanlar gibi gösteriyi izleyip, "sahneye şimdi iki kişi istiyorum" dediğinde sihirbaz, sahneye atlayıp, sihirbazın dediğini, kendilerine daha önceden tembih edildiği gibi yapmaktadırlar. "Şunu tutun, şunu edin.." gibi zırvalıklar. Olay tamamen seyirciyi kandırmak üzerine kurulmuş. Ve Bale bundan rahatsız olmaktadır. Ona göre gerçek sihirbazlık bu değil. Bu insanları dolandırmak. Jackman ise halden memnundur. Karısı da şovda yer almaktadır ve en önemli rollerden biri karısınındır.

Sahneye Bale ve Jackman, halktan insanlar gibi çıkarlar. Jackman'ın karısının ellerini (Bale) ve ayaklarını (Jackman) bağlarlar. Ardından kadın kilitli tutulacak bir akvaryuma bırakılır, akvaryumun üstü bir kırmızı perdeyle kapatılır ve kadın; elleri ayakları hiç iyi bağlanmadığından otuz saniyede akvaryumdan kurtulup dışarı çıkar, alkış kıyamet ortalığı götürür...

Fakat Bale, bunun bir düzenbazlık olduğunu bildiğinden bir pislik yapmaya karar verir. Sahneye çıkınca, Jackman'ın karısının ellerini çok yaman bir düğümle bağlar ve Jackman'ın karısı akvaryumdan çıkamaz, boğularak can verir... İşte film böyle başlar. Bu olay iki dostun arasında büyük bir gerilime yol açar ve her ikisi de birbirlerinden (önce Jackman elbette) intikam almaya başlarlar.

Buraya kadar her avrupa sineması "bilhassa Alman, İngiliz ve Fransız sinemaları" bu sahnelerin altında kalkabilirler. Fakat geri kalanında işler değişir.(gibi geliyor bana...) İzleyen ne demek istediğimi anlar, özellikle işin içine Tesla'nın girdiği sahnelerde...

 Tesla Davası!

Bir de Tesla muhabbeti var tabii! Tesla, Edison döneminde yaşamış ve Edison'dan daha parlak olduğu söylenen bir bilim adamı. Haliyle bizim memlekette de "meyve veren ağacı taşladıklarından", e, pardon, heliyle dünyada başarılı insanlar pek çekilemediğinden; hele bir de bu insanlar bizimle aynı işi, bizden iyi yapıyorlarsa, onları taşladığımızdan, Tesla hep Edison'un arkasında kalmış bir kimse olarak kalır.

Hatta kimileri Tesla'nın "klonlama" işlemini ilk icat eden mucit olduğunu, fakat Edison'un çeşitli oyunlarıyla tüm icatlarının içine limon suyu sıkıldığını söylerler. Ne kadarı doğrudur bilemem ama anlaşılan pek de Ekşi Sözlük geyiği gibi değil... Bunu da filmin de aynı olayın -klonlama işleminin-üzerine eğilişinden anlıyorum.

Kendini İşine Adama

Birçoğumuz babalarımızdan, annelerimizden ya da etrafımızdaki çalışanlardan duymuşuzdur, "kendin(m)i işin(m)e adadı(m)!" tarzı cümleleri... Bir de bu filmi izleyin öyle söyleyin bakalım bu tarz iddialı cümleleri! İki sihirbaz resmen eşlerinden, hayatlarından vazgeçiyorlar ellerindeki sırlar açığa çıkmasın, işlerine olan saygıları baki kalsın diye... Gerçi Jackman'ınki işine olan saygısından çok intikamına olan saygısıyla alakalı ama yine de dediğime dikkat ederek izleyin filmi...


Zevkli ve akıcı bir film. Uykulu izlemeyin, film karışık gidiyor, hani bir baştan, bir sondan gibi...

XXY


Dün gece Ukde Sineması'nda izlediğim film bir Arjantin filmiydi. Son derece çarpıcı, fantastik gibi gözüken fakat gerçeğin ta kendisi olan bir filmdi xxy.

"Kendi vücudundan korkmaktan beter hiçbir şey yoktur" sözü, filme rehberlik etmiş. Filmin konusunu yaratan bu cümlenin sahibi, kız doğup yaşı ilerledikçe erkekleşen, hem kadın, hem erkek cinsel organına sahip bir insanoğlu. Fantastik gibi duran, fakat gerçeğin ta kendisi olan yer de burası zaten. O da bizim gibi bir insan, uzaylı değil yani.

Bir hermafroditin (hem erkek, hem dişi cinsel organına sahip bir insanın) başından geçen olaylar üzerinden, bir ailenin portresini çiziyor film. Hatta belki bir kaç ailenin aynı anda.

Alex bu hermafroditin ismidir. Kız görünümünde doğumundan kısa süre sonra ailesi durumu fark eder ve evlatları zorluk çekmesin diye, yaşadıkları yerden uzaklara "Buenos Aires"ten, Uruguay'a taşınırlar. Burada baba, deniz kenarında bir ev tutar, ve anne-baba kızlarını orada büyütmeye karar verirler. Alex'in bebekliğini bilen ve birçok şeyden haberdar olan insanlardan ırak.
Fakat bir süre sonra bu hastalığın, bir çeşit estetik ameliyatıyla düzeltilebileceğini (en azından görüntü anlamında) öğrenirler ve bunun üzerine Alex'in annesi, kocasına (Ricardo Darin) danışmadan Buenos Aires'ten, konuyla ilgili bir cerraha bu ameliyatı yapmasını teklif eder. Cerrah, teklifi kabul eder ve Uruguay'a çocuğu ve karısıyla gider.

Baba karsının, doktoru ve ailesini Uruguay'a bu amaçla davet etmesine çok sinirlenir, çünkü kızının isteği olmadan bir ameliyatın gerçekleşmesini istemez. Kızı gelişimini tamamladıktan sonra, her şeyin normale döneceğine, en azından bir cinsiyetin daha çok netleşeceğine inanmaktadır. Kızına sormadan, pişman olunacak bir karar vermek istememektedir.

Fakat zaman ilerledikçe de, Alex cinsiyetine bir türlü karar verememekte, her iki tarafa da ilgi duymaktadır. Sıkıntılı bir yan da buradan filmi sarar. Buenos Aires'ten gelen doktorun oğlu Alvaro ile Alex arasında bir yakınlaşma başlar. Bu yakınlaşma normal bir yakınlaşma değildir. Evet, Alex kız görünümlüdür fakat erkek cinsel organı da vardır ve Alvaro Alex'in dişi yanıyla değil de daha çok erkeksi yanıyla ilgilenmektedir. Bir cinsel yakınlaşmada da olanlar olur... (Böyle bırakmak da kötü, ama filmi anlatmak alışkanlığım değil)

Filmin sonuna doğru çok acıklı sahneler izleriz. Bir yanda Alex'in erkeksi yanına aşık Alvaro, öte yanda Alex'in dişi yanına aşık bir başka erkek, aslında iki buçuk erkek (xxy) bir ateşin başında otururlar...

Bu sahne bir edebi metinden kopmuş gibidir ve metaforlarla doludur.

Filmin sonu da başı da güzel. Tam anlamıyla bir lüks, sinematografik bir lüks bu filmi izlemek.

Goya ödüllü bu filmi mutlaka izleyin.

Son olarak acı bir diyalog, filmin içinden:

Alvaro, Alex tarafından terk edilmiştir. Alex, kendisine aşık olan çocukla birlikte ateşin başından ayrılmıştır. Alvaro tek başına kumsalda yanan ateşin başında otururken, yanında babası gelir.Ve diyalog başlar...

-Baba: Oturabilir miyim?
-Alvaro: Evet.
-Baba: İçki içmediğini söylemiştin. (Oğlunun elindeki alkol şişesine bakarak)
-Alvaro: İçki içmeye başlamam gerektiğini söylemiştin. (Doktor, Alvaro'ya bunu çok maço bir edayla birkaç sahne evvel söylemiştir)
 ...
-Alvaro: Beni seviyor musun?
-Baba: Sen benim oğlumsun.
-Alvaro: Konuşacaksak adam gibi konuşalım, dürüst cevap ver.
-Baba: Az çok seviyorum...
(Alvaro'nun gözleri dolar)
-Baba: Peki sen? Beni seviyor musun? Nasıl bir insan olduğum, yaptığım şeyler hoşuna gidiyor mu?
-Alvaro:Senin yeteneğine -hekimlik- sahip olabilmek için her şeyimi verirdim...
...
-Alvaro: Sence ben de herhangi bir konuda yetenekli olabilir miyim?
-Baba: Hayır...
-Alvaro: Peki hiç aklından benim günün birinde işe yarar bir insan olabileceğim geçti mi?
-Baba: Hayır.
...
-Alvaro: Anlamıyorum; çünkü eskiden böyle değildi...
-Baba: Nasıl değildi?
-Alvaro: Yani; bana olan ilgini ne zaman kaybettin? Ne zaman gözünden düştüm?
-Baba: ...Uruguay'a gelmek iyi bir fikir değildi, annen haklı, dönüyoruz...
-Alvaro: Ne zaman?
-Baba: Güneşin doğuşuyla birlikte...
-Alvaro: Hayır, ben daha gitmeye hazır değilim.
-Baba: Neden? ... Alex'ten mi hoşlandın?... Bu hiç de kötü bir şey değil, çünkü senin ibne olmandan çok korkuyordum.
...

Bu son derece acıklı sahneyi daha bir düşünerek izlemeniz dileğiyle.

 Merak edenler için Vikipedi'den Hermafrodit'in Etimolojisi:
Kelime olarak hermafrodit yunan mitolojisindeki Hırsızlık Tanrısı Hermes ile Güzellik Tanrıçası olan Afrodit'in adlarından gelmektedir. Efsaneye göre Afrodit ile Hermes'in bir oğulları olur. Adını Hermafrodit koyarlar. Hermafrodit o kadar güzeldir ki bir su perisinin dikkatini çekmiştir. Peri kız, sürekli ona yakınlaşmak için uğraşır ;ama Hermafrodit'in nazı ile karşılaşır. Bir türlü yüz bulamayan peri kız, Hermafrodit gölde yüzerken birden karşısına çıkar ve sıkı bir şekilde ona sarılır. Tanrılara onları birbirlerinden ayırmamaları için yalvarır. Sonunda dileği kabul olur ve ikisi de aynı vücutta can bulurlar. Böylece ortaya çift cinsiyetli bir yaratık çıkar.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Afterwards (Aslı)


"Ölüm. Bilmediğin bir son için kendini hazırlamak. Neye hazırlanıyorsun? Sen de bilmiyorsun diğerleri gibi, ben gibi. Yine de bilmemek yıldırmıyor. Bilmediğin birşey asla olmamalı. O boşluğu doldurmalısın. Bilmiyorsan ne olduğunu sen vermelisin ona varlığını, sen adlandırmalısın. Ve etrafta binlerce inanış binlerce yargı binlerce tartışma...uçsuz bucaksız...Oysa Gilles Bourdos'un yönettiği 2008 yılı yapımı Afterward filmindeki küçük kız karakteri ''Tracey'' insanların yıllardır cevabını aradığı, onu bulduklarında ise onun ne işe yarayacağını bilemedikleri ve en önemlisi de onu öğrendiklerinde gerçekten bilip bilmemek istediklerinden emin olmak için geç olacağı o soruyu soğukkanlılıkla ve belki de yaşının verdiği o basit cümleleriyle açıklıyor. Ölünce bizi toprağın altına koyarlar, sonra sümüklü böcekler bizi yer ve yok oluruz. Tam kelimesi kelimesine hatırlayamasam da Tracey babasını şaşırtacak kadar gerçekçiydi...Peki bu ölüm anının gelmesi...? Bilmek ister miydi acaba insan ne zaman ve ne şekilde öleceğini? O zaman yaşamak şimdiki gibi anlamlı mı olurdu? Paraşütle atlarken helikopterden onu zevkli yapan tarafı da biraz riskli olması değil midir? Risk değil midir o adrenalin vücutta yükselmesini sağlayan? Ya da sokakta yürürken kimin öleceğini biliyor olmak bir lütuf mudur? O anı engelleyemeyecek olsan da onu biliyor olmak..."

Yukarıdaki yazı Afterwards'ı birlikte izlediğim Aslı'ya ait.

Film her şeyden evvel çok çekici. Konu itibariyle oldukça ilginç. L'auberge Espagnole, Les Poupées Russes ve Paris gibi klasikleşmiş fransız filmlerinin başrol oyuncusu Romain Duris'in ilk ingilizce performansını bu filmde görmek de bir yandan hayli heyecan uyandırıcı.

John Malkovich gibi bir usta oyuncu hakkında yorum yapmaya zaten gerek yok gibi. Adam hep klasını koruyor.Belli bir oyunculuk düzeyi var ve Disgrace filmiyle üst safhalara çıkardığı bu kalitesini, hiç belli bir standardın altına düşürmüyor. O da, ismini filme dahil ettiğinde, filme seyirci tarafından güven bahşettiren oyunculardan.

Filmin konusu, dediğim gibi; ilginç. Ölümüne kesin gözüyle bakılan bir çocuğun, bir anda, mucizevi bir şekilde hayata dönmesiyle film başlıyor. Bu çocuk, yıllar sonra karşımıza işinde başarılı bir avukat olarak çıkıyor. İşindeki başarısı, her avukat gibi birazda gaddarlığından geliyor.

Adamın hayatı, birgün karşısına çıkan Dr.Kay'in (Malkovich) kendisine kısa süre sonra ölümü yaşayacağından bahsetmesiyle değişiyor.

O sabah-akşam çalışan, takım elbiseler içinde ve de gökdelenlerde yaşayan adam, bir anda hayatının sonunun geldiğini düşünerek; doğal güzelliklere kendini bırakmış, yıllar evvel kaybettiği sevdiklerini kazanmaya çalışan bir adam oluveriyor...

Buraya kadar güzel giden her şeyi muhteşem bir final izliyor.

Filmin en ilginç yanı, tüm olayları bir ilişki üzerinden anlatmaya çalışması. Onu da filmi izleyen anlasın...

Filmi izlerken düşündüğüm tek şey şu oldu:
Hani hep derler ya: "her gününü, sanki o gün hayatının son günüymüş gibi yaşa..." Bu cümle ilk duyduğunuzda çok cazip geliyor. Fakat biraz düşününce anlamını yitiriyor. Yani bu teze karşı çıkışım "e, iyi ama o zaman hayatımıza devam edemeyiz, uzun vadeli bir şeyler yapamayız" fikrinin kafamda oluşmasından değil. Benim bu teze karşı çıkışım, eğer günümüzü sanki hayatımızın son günü gibi yaşarsak, o zaman yaptıklarımızı sıradanlaştırmaz mıyız? Yani demek istediğim; zaten yaptığımız tüm mükemmel şeyleri son günümüzde yapıyormuşuz gibi yaptığımızı düşündüğümüz için, yaptıklarımız mükemmel... Öyle değil mi? O yaptıklarımızı mükemmelleştiren, son gün heyecanı. Yoksa onlar da birer sıradan olay değil mi? Bir günlüğüne Arjantin'de yaşamak, biz Arjantin'de yaşamayanlar için heyecan verici, bir Arjantin'li için de durum böyle mi?

Film bir sürü şey düşündürdü. Bir romandan uyarlamaymış. Okunması gerek, sonra filmi izlemek gerek. Film çok büyük bir bütçe ile yapılmamış olsa gerek, iyi ki de öyle olmuş. Bir Cameron tarzı yönetmen, filmi tam anlamıyla "piç" edebilirdi...

Vicky Cristina Barcelona


Ukde Sineması'nı ziyaret eden Shrew, alttaki yazıyı blogunda yayınladı, kendisine çok teşekkür ederim:

"

UKDE SİNEMASI VİCKY CRİSTİNA BARCELONA

"Bana bir masal anlat Woody; içinde Barcelona olsun" deseler böyle bir film yapardı.Demişler mi acaba?

Aşk tabii asıl tema.

Görsellik de eklemek gerek.

Mekan da güzel olmalı.

Melodisi olmalı aşkın akılda kalan.

Kokusu da.

Ve tam da zamanında olmalı.

Kendini aşka hazırlaman, duyularını ona tamamen açman ve kucaklaman kocaman.

Filmin konusu özetle bu, bana göre.

Ama süregelecek,hiç sonlanmayacak aşk için bunların yanında birşey daha var:Rekabet.

Aşk bu bence.

Bir üste çıkma çabası.

Bu çok yorucu,bunaltıcı, sinir bozucu ve yıpratıcı bir süreç de olsa; sonlanamıyor ve bitmiyor.En sınırsız,en berbat,en küçültücü,en rezil şekilde de olsa devam ediyor.

Asla tekdüzeliğin bataklığına gömülmeden, olabildiğince çamura bulanma.

Bu yüzden herkes pes edip,kabullenip, geri çekilse bile Juan Antonio ve Maria Elena farklı bir biçimde hep devam ediyorlar.Diğerleri bir şekilde giriyorlar, bir süre kalıyorlar ve sonra çıkmak zorunda kalıyorlar.

Vicky için zamanın ve mekanın etkisi aşkı tetikliyor.

Cristina'da; aşka hazır olma ve akıntısına kapılma arzusu.

Judy; pişmanlıklarının içinde debeleniyor,geç kalmışlıkların girdaplarında sürükleniyor.Aşkın dışında kalan ama Vicky ile kendini dahil etmek isteyen.


Juan Antonio ve Maria Elena.Aşk onlarınki.Barcelona da onların,müzik de.Aşkı en çılgın, en cesur ve en korkusuz onlar resmediyorlar. En güzel müzik ve havadaki o gizemli koku eşliğinde elbette."

3 Ekim 2010 Pazar

El Crimen del Padre Amaro


Uzun bir aradan sonra Ukde Sineması'na, Aslı'nın isteği üzerine bir Bernal filmiyle döndük. Çoğu Bernal filmini izlemiş olduğumdan ve bir çok Bernal filmini kafadan, sırf aktörümüz İspanyolca konuşmadığı için elediğimizden geriye bir tek "El crimen del padre Amaro" kaldı.

Portekiz'li yazar ve diplomat José Maria de Eça de Queirós'un aynı adlı romanından uyarlama olan bu filmi sonuna kadar "bir şeyler" olacağına dair beklentilerimi, umudumu kaybetmeden izledim. İnternetten takip edebildiğim kadarıyla bir çok sinemasever de benim gibi yapmış.

Film 2001 yılı Meksika'nın En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı. Nirgendwo in Afrika (nowhere in Africa) filmi, o yıl Almanya'yı birinciliğe taşımış. Yani Oscar'dan da eli boş dönmüş film.

E peki oyunculuk nasıl dersek? O da bence beş para etmez. Tek meşhur aktör Bernal'i film boyu izlerken tek bir şey düşündüm, o da; filmde yan rolde Ruben'i oynayan Andrés Montiel'in nasıl olup da bunca yıldır uluslararası anlamda Bernal'in önüne geçemediği... Bence bu filmde Bernal'den çok daha iyi bir performans sergilemiş.

Ha bir de bir kız var tabii. Ana Claudia Talancón... Güzelliği oyunculuğunun önüne geçmiş gibi duruyor. "Güzel/yakışıklı olmak bir oyuncu için hem avantajdır, hem dezavantaj" sözünü iyi açıklayan bir performans sergiliyor... Matando Cabos adlı bir filmi daha var. Zaten merak ettiğim bir filmdi, izleyeceğim, sonra kız hakkında daha net yorum yapabilirim.

Film neden bahsediyor? Ufak bir Meksika köyüne yeni atanan genç bir rahibin başına, bir rahibin başına gelebilecek en kötü şey geliyor; arzusu bitmek tükenmek bilmeyen bir kızın kendisini sürekli tahrik etmesi... Olaylar buradan başlıyor. Kız ne yapıp ediyor, bir şekilde Bernal'in (rahibin) kanına giriyor. Geri kalanı izlemeye değer.

Koleksiyona mutlaka konulacak bir film midir bilemem, ancak izlenilebilir.

Filmin beğendiğim noktalarını hatırlamaya gayret edersem; aklıma öncelikle günümüz Türkiye'sinde de net olarak gördüğümüz "basın baskısı" gelir. Dinin dokunulmazlığını delen bir gazetecinin başına gelenleri görünce film sanki günümüze atıfta bulunuyor gibi geliyor...

Bu baskıyı film de gerçek hayatta yemiş. Dini çevreler filmi epey protesto etmişler. Normaldir...

Kısacası muhteşem bir film değil. Ama elinize geçerse, izleyin derim.